31 Temmuz 2014 Perşembe

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Beşinci Bölüm: Batı'nın İnsanları

Beşinci Bölüm: Batı’nın İnsanları

    Yeni gelenleri gördüklerinde Aragorn yanlarına gitmeden evvel kara kılıçlı bir adam aralarından ayrılarak ormana döndü. Aragorn, yanında oğlu Eldarion’la birlikte yanlarına gitti ve selam verdi. Atalarıyla tanıştığını fark ettiğinde tuhaf hissetmeden geri durmadı ve Edain’in Üç Hanedanı’nın liderlerine ve Numenor soyunun başı Tuor’a bakarak gururlandı. Onlara kendini tanıttı Aragorn ve Edain’in Üç Hanedanı’nın ordularının toplandığı yere işaret etti. “Sanırım oradakileri benden iyi tanıyorsunuz efendim.”
    “Güçlü, kudretli Edain’in askerlerini tanımamak mümkün mü?” dedi Huor. Kuşkusuz, Aragorn da bunu biliyordu ki, İlk Çağ’ın insanlarının kudreti elflerle bile yarışabilecek kadar çoktu. Aragorn onlara hizmet etmekten onur duyardı. Beşi de ordularının kamplarına doğru giderken Aragorn oğluyla birlikte kendi kampına döndü. Birleşmiş Krallık’ın sancakları herbir yanda ışıl ışıl yıldızların ve meşalelerin ışığıyla birlikte parlarken Kraliçe Arwen Aragorn’un yanına geldi. Aragorn biraz gergin görünüyordu ve heyecanlıydı doğal olarak. “Uyandığımızdan beri çok zaman geçti ve şimdi burada ordumla son bir savaşa doğru gidiyorum, yanıbaşımda atalarım ve kaybettiğim dostlarımla beraber at süreceğim.”
    “Rahatla.” dedi Arwen şefkatle ve omzunu sıvazladı. Eldarion gülümserken ayağa kalktı ve ilerisini işaret etti. “Baba, gelenler var.” Aragorn tekrar ormanın bittiği yere bakarken kalbi sıkıştı. Gondor sancakları mıydı gördükleri? Yoksa gözleri kendisiyle oyun mu oynuyordu? Ya da bir büyü tarafından aldatılıyor muydu? Tüm Gondor ve Arnor ordularının burada olduğunu düşünmüştü nedense. Öyle bir hataya kapılmıştı ama anlaşılan son değildi bu. Gelenleri selamladı bir kez daha borular öter ve kuşlar kaçınırken. En önde yürüyen adamlar tanıdık gelmişti ona ama hangi Gondor kralı olduğunu nereden bilebilirdi Aragorn? Belki Eldarion’un torunlarından biri bile olabilirdi karşılarındaki.
    “Selam olsun Gondor ve Arnor’un kralı Aragorn’a!” diye seslendi en öndeki adam. Orduları durup kamp kurmaya başlarken iki adam Aragorn ve Eldarion’a doğru yaklaştılar. Heybetlilerdi. Soldaki adam Aragorn’un şu ana dek gördüğü en uzun İnsan’dı ve yanındaki adam da en yakışıklarınından ve yapılılarından olabilirlerdi. Dúnedain olduklarına kuşku yoktu. Aragorn atalarından birine bakmanın verdiği kıvançla saygıyla eğildi adamlar yanlarına kadar gelene dek. “Ve onun oğlu Kral Eldarion’a da selam olsun!” dedi sağdaki adam. Siyah saçları ve sakalları, meşalelerin ışığıyla birlikte oynaşıyordu sanki karanlık içinde.
    İyice yaklaştıklarında Aragorn’un gözleri faltaşı gibi alçaldı ve olduğu yerde donakaldı.
    “Hakkında çok güzel şeyler duydum.” dedi sağdaki adam. Başıyla ufak bir selam verdi. “İnsanların kalplerinin benimkinden daha güçlü olabileceğini bilmek beni çok mutlu etti. Senin gibi sağlam bir kalbe sahip birinin halkımıza kral olmasını uzaklardan kıvançla ve mutlulukla seyrettik babamla beraber.”
    “Öyle.” dedi soldaki adam. “Kesinlikle öyle. Dúnedain’a yaraşır bir kralsın.”
    “Elendil!” diyebildi Aragorn. Derhal eğiliverdi atası Elendil ve Isildur’un önünde. Gondor’un ve Arnor’un krallarının gülümsediğini hissedebiliyordu. Elendil kalkması için omzuna dokundu. “Kırılan kılıç onarılmış ve taçsız olan kral olmuş yeniden.” Aragorn o sırada Narsil’in Elendil’in belinde asılı durduğunu fark etti ve güzel kılıcının asıl sahibinin yanında olduğunu idrak edince kalbi ferahladı. “Hoş geldiniz!” diyebildi sadece. Yutkundu. Elendil kolunu uzattı ve Aragorn da karşılık verdi buna ve dirseğine yakın bir yerden atasının kolunu kavradı ve parlayan gözlerine mutlulukla baktı. “Sizi burada görmek büyük bir onur.”
    “O onur bize ait.” dedi Isıildur ve birkaç adım atmaya başladığında Elendil, Aragorn ve Eldarion onu takip ettiler. “Kardeşim Anarion nerede kaldı acaba?” diye merak etti Isildur. Elendil bilmediğini belirten bir ifade takındı. “Gelecektir. Batı’nın İnsanları’nın hepsi toplanıyor.” Durakladı ve tanımadığı sancaklara bakarken buldu kendini. “Bunlar…” Aragorn gülümsedi. “Atalarımızın sancakları.” dedi. “Edain’in Üç Hanesi’nin, Birinci Çağ’ın kahraman insanlarının sancakları.”
    “Túrin Turambar buralarda mı acaba?” diye sordu Eldarion merakla. O da Aragorn kadar uzundu. Sakalları gürdü ama hepsinden de genç gösteriyordu. “Ya da Beren’i görebilmemiz mümkün olabilecek mi?”
    “Hepsini zaman gösterecek.” dedi Elendil. “Gelin, bana hikayeleriniz anlatın şimdi.”

    Uzun süre söyleştiler ateş başında. Isildur, Arwen’den Elrond’a dair şeyleri dinlerken vicdan azabını gizlemedi. O gün, Kıyamet Dağı’nda Ñoldor beyini hayal kırıklığına uğratmıştı ama ona rağmen bir İnsan’ın bunları tersine yapabildiğine ve Yüzük’e direnebildiğini öğrendiğinde mutlu olduğunu da gizlememişti. “Pek çok hatalar yaptım.” dedi kederle başını sallarken.
    “İnsan olmanın gereği bu.” dedi Aragorn. “İnsanların kalpleri karanlığa yakındır. Elfler gibi değiliz ki.”
    Isildur ona hak verdiğini belirten bir şekilde salladı başını. “Yüzük’ü yok edenin Buçukluklar olduğuna inanmak güç.”
    “Ben onların görevlerini tamamlayabileceğine hep inandım.” dedi Aragorn ateşin ısısı yüzüne vururken. “Onlardan başka Yüzük’e bu kadar dayanabilecek varlıklar olduğunu sanmıyorum Orta-Dünya’da.”

    O sırada karanlığın içinden, bu defa arkasında ordular olmayan, iki şekil çıkageldi. Karanlık yüzünden yüzlerini ayırt etmekte güçlük çekiliyordu. Vakur ve gururlu adımlar atıyorlardı. Ordular kamp kurmuş, kamp ateşlerinin başında kah içkilerini yudumlarken, kah güzel hikayeler eşliğinde kahkaha atarken bir bir geçti ikisi de onları. Kralların kamplarını arıyorlardı sanki ama daha çok nereye gittiklerini tam olarak bilmeden yürüyorlardı. Biri babasını arıyordu içten içe. Diğeri ona eşlik ediyordu, onu asla bırakmama sözü vermişti ne de olsa. Çok da uzakta olmayan bir yerde dört adamın ve elf güzelliğinde bir insanın ateş başında oturduklarını gördü. Adamlar krallara yaraşır kıyafet ve zırhlarla süslenmişlerdi. Soylu oldukları açıktı. Kadın adamlardan birinin omzuna başını dayamış, uzun zamandır onun hasretini çekiyormuş gibi görünüyordu. Koyu bir sohbetin eşliğindeydiler. Elbette adamlardan hiçbiri karanlık kıyafetler içindeki adamın babası değildi. Aslında böyle krallar da görmemişti adam daha önce. İnsan oldukları belliydi ama insanların beyleri ne zamandır taç giyiyorlardı? Adam dünyadan göçüp gittiğinde ne bir insan kralı olmuştu, ne de insanlar Ñoldor’un hizmetinden çıkmayı akıllarına getirmişlerdi. Kudretli elf beylerine yardımcı olabilmek için canla başla mücadele ederlerdi.
    Kadın adamın elini sıktı ve kukuletasının ardında gizlenen büyüleyici gözleri bir an için adamınkiyle buluştu. “Onu bulacağız.” der gibi bakıyordu kadın. Neden sonra adam düşüncelerini anlamış gibi baktı ona. Kadın da ekledi. “Anneni de öyle.” Sesi bir fısıltıdan fazlası değildi ama adamın yüreğine su serpilmişti.
    Çimenlerin ardında, kızaran etlerin ve içkilerin keskin kokuları ve ateşlerin arasında çıtır çıtır yanan odun sesleri eşliğinde ilerlemeye devam etti adam ve kadın. El eleydiler. Birbirlerini bırakmayı akıllarından bile geçirmiyorlardı aslında. Kamp ateşinin başında, kahkahalarla gülen adamların yanından geçtiler. Ama kadının başını omzuna dayadığı adam onları fark etti ve ayağa kalkarak onları durdurdu. “Siz kimsiniz?” dedi. Orduların arasından böyle gizemli kişilerin geçmesinden kuşkulanmıştı doğal olarak. Kadın da ayağa kalktı ve onlara doğru geldi.
    Adam kukuletasını çıkardı. Yüzü sanki tıraş edilmiş gibiydi ama insan olduğu belli oluyordu. Kadın kukuletasını çıkarmakta tereddüt etti ama kral inceleyen gözlerle ona bakmayı sürdürdü. “Düşmanın casusları mısınız yoksa?”
    Gülümsedi adam. “İnan dostum bizler düşmanın casusları olabilecek son kişileriz.” Sevdiği kadına doğru döndü. Başını salladı bir defa. Kadın biraz tereddüt etse de elleri kukuletasına gitti ve yavaşça çıkardı başından. Saçlarını geriye doğru attı ve simsiyah saçlar omzundan aşağı doğru zerafetle indi.
    Aragorn da Arwen de küçük dillerini yutmuşçasına bakakaldılar kadına. Yavaş yavaş tüm bakışlar onlardan tarafa döndü. Elendil, Isildur ve Eldarion da ayağa kalktılar. Kadına bakabiliyorlardı sadece. Gözleri en parlak silmariller kadar güzeldi sanki. Teni bembeyazdı, Varda’nın bir kopyası duruyordu sanki karşılarında. Yüzünün güzelliğini tarif edecek kelime yoktu, silmarilleri tarif edecek kelimeler olmadığı gibi. Aragorn o an karşısındakinin kimler olduğunu kavramıştı.
    “Ben Beren.” dedi adam gülümseyerek.
    “Ve ben de Luthien Tinúviel.” dedi kadın ince bir gülümseme dudaklarını süslerken.
    Aragorn ve Arwen gülümseyebildiler şoklarının ilk devresini atlattıklarında. Aragorn’un onların hikayesine dair zaman söylediği şarkılar geldi akıllarına. Küçüklüğünde ezberlediği şarkılar, Arwen için söylediği şarkılar. Arwen’in güzelliği Luthien’inkiyle yarışamıyordu bile. Maia kanı yüzünden gözleri sanki Ağaçların Işığı’yla parlıyordu Luthien’in. Zerafet akıyordu duruşundan sanki. Sesi ise bir bülbülinki kadar güzeldi cidden de. Tüm gözler onlara dönmüştü.
    “Sizler sanırım soyumuzu taşıyan insanlarsınız.”
    “Öyleyiz.” dedi Aragorn elini uzatarak. “Ben Aragorn. Bu da eşim Arwen.”
    Beren gülümseyerek elini sıktı Aragorn’un. “Şarkımızın yeniden vücut bulmuş hali gibisiniz.” dedi. “Arwen’in elf olduğunu anlamak oldukça kolay.”
    “Doğrudur.” dedi Arwen. “Ancak insanların yolunu seçtim. Ben bir yarı-elfim. Babam Elrond, Elwing ve Eärendil’in oğluydu. Elwing ise oğlunuz Dior ve Nimloth’un kızıydı. Babam, onu büyüten Ñoldor beylerinin yolundan giderek bir elf olmayı seçti, kardeşi ise insanların ilk kralı Elros Tar-Minyatur oldu. Annemse Galadriel’in kızı Celebrian’dır.”
    Bu sefer şaşırma sırası Beren ve Luthien’deydi. Silmaril hırsızının kaşları yukarı kalkmıştı. “Dior’a tahmin ettiğinden de çok benziyorsun Arwen. Valar bize oğlumuzun acı sonunu anlatmıştı.”
    “Akraba kıyımı.” dedi Arwen kederle. “Ama o ikincisiydi. Babam ve kardeşi üçüncüsünde ellerine düştüler Fëanor oğullarının ama onların sevgiyle yetiştirdiklerini söyler babam onları. Elf olmayı seçmesinde büyük etkenler oldukları şüphesiz. O yüzden Fingon’un oğlu Gil-galad’a hizmet etmeye devam etti.”
    Az daha “Huzur içinde yatsınlar.” diyecekti Beren ama onların da hayata döndürüldüklerini biliyordu. “Annemi ve babamı ararken, kanımdan başkalarını bulmak beni mutlu etti. Onları nerede bulabileceğimi biliyor musunuz?”
    Edain sancaklarını işaret etti Aragorn. Beren başını salladı. “Ateşinizi paylaşmak için geri döneceğim Kral Aragorn.”
    “Döneceğiz.” dedi Luthien onun elini tutarken. “İçimde şarkımızın notaları sizin hikayenizle tamamlanıyormuş gibi bir his var.” dedi. “Hikayemizi duymuşsunuzdur belki.”
    “Sizin şarkınızı çok defa söyledim leydim.” dedi Aragorn. “Hikayeniz Orta-Dünya’nın dört bir köşesinde bilinir.”
    Veda etti Beren ve Luthien böylece. Aragorn içinin sımsıcak olduğunu, kalbine bir ferahlığın yayıldığını hissetti. Bunca kahramanı, efsanevi insanı, elfi görmek onu mutlu etmişti. Arwen’le birlikte ateşin başına döndüler ve Morgoth’un haykırışları ve meydan okuması eşliğinde son yemeklerini yediler.
    Artık o korkunç ses bile korkutamıyordu kimseyi. Herkes umutla dolmak için bir şeyler buluyorlardı gönüllerinde. Ve Güçlerin Savaşı’nda bizzat Düşman’la güreşen Tulkas’ın da orada olacağını biliyorlardı. Hikayelerdeki kudretli mi kudretli elf beylerinin de orada olacağını biliyorlardı. Sauron’dan bile kudretli olan Eönwë’nin orduların en önünde Arien’in intikamı için kılıç savuracağını biliyorlardı. Belki Kutlu Eärendil bile gelirdi göklerden silmariliyle birlikte. Eldar’ın yüce beyleriyle, efsanevi cücelerle ve İlk Çağ’ın kudretli insanlarıyla savaşacaklardı böylece.
    O sırada Faramir, Éowyn ve Theoden’i gördü Aragorn. Savaş vaktinin başlangıcını haber vereceklerdi anlaşılan. “Morgoth’un orduları Valinor’un düzlüklerinde toplanıyorlar.” dedi Theoden. Sarı saçları, gür sakalıyla hiç olmadığı kadar cesur görünüyordu Rohan Kralı. Yanıbaşında Ithilien’in Prensi ve Prensesi gururla bakıyorlardı Morgoth’un sesinin geldiği yere. O sırada arkalarından birinin ayak seslerini duydular. Aragorn o tarafa baktı ve gelen adamı tanımadığını fark etti. Üzerindeki zırhın sancağını da tanımıyordu. Selam verdi. “Selam olsun Kral Theoden ve Kral Elessar’a!” dedi adam. “Valar’ın Morgoth’la karşılaşmak için Valmar’dan Valinor Düzlükleri’ne indiği haberini aldık. Bekleniyoruz. Savaş vakti yaklaşıyor.”
    Bir şekilde hepsine tanıdık gelmişti bu adam. Aragorn başını salladı. “O halde at sürmenin vakti geldi.” Adam da karşılık olarak başını salladı.
    Tam arkasına dönüp gidecekken Aragorn onu durdurdu. “Siz kimsiniz?”
    Adam döndü arkasına ve gülümsedi. “Angmar’ın kralı, Elendil’in sancak beyi Er-Murazor’um.” dedi, yüzündeki gülümseme silinmemişti. “Beni bir zamanların Angmar’ın Cadı-kralı olarak da tanıyor olabilirsiniz.”
    Éowyn’in, Faramir’in, Theoden’in, Aragorn’un ve Arwen’in yüzündeki ifadeler görülmeye değerdi. Éowyn hayalet görmüşten beterdi. Theoden sanki tekrar ölüyordu Pelennor Çayırları’nda. Aragorn şaşkınlıkla bakakalmıştı.

    “Tabii o sıralar Sauron’un iradesinin kölesiydim.” diye ekledi. Sonra yere tükürdü. “O yüzüğü kabul ettiğim güne lanet olsun. Ama şimdi Sauron’la hesaplaşmamın vakti geldi.” Arkasına dönüp tekrar yürürken, hepsi arkasından bakıyorlardı şaşkınlık içinde. Angmar’ın kralı tekrar durdu ve arkasına döndü. “Size çektirdiğim sıkıntılar için de üzgünüm elbette. Sanırım birinizi öldürmüştüm.” Duraksadı. “Ve biriniz de beni öldürmüştü.” Tekrar duraksadı. “Bunlar binlerce yıl önceydi tabi.” Theoden ve Éowyn tek kelime edemediler ve Angmar’ın kralı kahkaha atmamak için kendini zor tutarak arkasına döndü ve yürümeye devam etti.


30 Temmuz 2014 Çarşamba

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Dördüncü Bölüm: Kaderin Efendisi - Birinci Kısım

   Dördüncü Bölüm: Kaderin Efendisi - Birinci Kısım

    Gözlerini açtığında kendini bir ormanın ortasında buldu Túrin. Önce ayağa kalkamadı. Sadece etrafını saran ağaçların dallarının arasından gökyüzüne baktı. Gece, güneş görmeyen bir mağara kadar karanlıktı. Ay yoktu gökyüzünde bugün. Yıldızlar puslu bir göğün ardında Túrin’i selamlarcasına parlıyordu.
    Ormanın kokusu burnuna geldi, çimenlerin ve meyvelerin kokusu. Üzerinde yattığı toprak yumuşak ve rahattı. En başta kalkmak istemedi Túrin. Dünya ona şu haliyle güzel geliyordu ama birdenbire her şeyi hatırladı. Ani bir acı saplandı yüreğine, midesine. Acıyla vuruldu ve anında ayakta kalktı iki büklüm olarak. Belinde kılıcını görünce şaşırdı. Gözlerini ovuşturdu, sonra doğruldu olduğu yerde.
    Önce yaşananlara anlam veremedi. Zihnini bunun için zorlarken tüylerini ürperten bir çığlık duydu. Acı içinde haykırıyordu çığlığın sahibi. Bir kadına aitti sanki ses. Hemen ardından bir erkeğin haykırışları duyuldu. Sanki rüzgarın bizzat içindeydi tüm sesler. Túrin nereden geldiğini ayırt edemiyordu çığlıkların. Kalbinin karardığını hissetti. Bir hüzün kapladı içini. Bu kadar kederli sesler hatırlamıyordu daha önce.
    Eli karnına gitti önce. Gurthang’ın delip geçmesi gereken karnına. Hiçbir şey yoktu. İyiydi. Kana dair en ufak bir iz bile yoktu. Ama nasıl hayattaydı? Bilemiyordu Turambar Túrin.
    Önce etrafına bakındı ve bu ormanları tanımadığını fark etti. Beleriand’ın düzlüklerini, ormanlarını iyi bilirdi. Buralar daha önce gördüğü hiçbir yere benzemiyordu sanki. Belki de hafızasının kendini yanılttığını düşünerek ilerlemeye başladı. Kederliydi hâlâ. Glaurung’un devasa cesedini ya da Niníel’in narin bedenini görebileceğini düşünerek ilerlemeye koyuldu. “Niya hayattayım ben?” diye fısıldadı olduğu yerde durarak. “Ve nerelerdeyim?”
    “Valinor’dasın Turambar Túrin, ey Húrin’in oğlu!” dedi pez bir ses, Túrin gene nereden geldiğini ayırt edemedi sesin. Eli kılıcına uzansa da içinden bir ses etrafta düşman olmadığını söylüyordu ama tedbiri elden bırakmadı ve Gurthang’ı kınından çıkarırken, kara kılıcın asil sesi ormanın derinliklerinde çınladı. “Kimsin? Çık karşıma!”
    Karanlığın içinden kara kukuletalı bir adam çıkageldi. Görünüşü aksini haykırsa da Túrin içten içe bu karanlık adamın düşman olmadığını biliyordu. Kılıcını yere indirdi ve adamın bir şeyler söylemesini bekldi. Adam onu çok bekletmedi. “Ölümsüz Topraklar’dasın Húrin’in oğlu.” dedi. “Ve bir sebepten dolayı hayata döndürüldün. Son yaklaştı.”
    “Neyin sonu?” diye sordu Túrin. Adama doğru bir adım attı. “Ve sen kimsin?”
    “Son. O büyük Son.” dedi. “Savaşların Savaşı ve Ilûvatar Çocukları’nın intikam günü.”
    Túrin şaşakaldı olduğu yerde. “Dagor Dagorath?” diye tekrarladı Sindar dilinde. “Öyleyse sen…”
    “Mandos.” dedi adam, yüzü hala görünmüyordu karanlığın ardında. Túrin şu an Ay’ın nerelerde olduğunu merak ediyordu. Adam sanki düşüncelerini duymuş gibi konuştu. “Ay ve Güneş de yoklar artık. Yok edildiler Karanlık Olan tarafından. Işık bir kez daha alındı Arda’nın canlılarının ellerinden. Ve sen Túrin, Húrin’in oğlu, intikamı alacak olan kişisin.”
    Vala Mandos’un kim olduğunu bir şekilde biliyordu Túrin ve Dagor Dagorath da çocukluğunda anlatılan yatak vakti öykülerinden biriymiş gibi geliyordu. Belki de Doriath’taki zamanlarında Kral Thingol’den dinlediği hikayelerden biriydi. Mandos’un adı da oralarda geçmişti. “Morgoth’tan intikamı ben mi alacağım?”
    “İstemez miydin?” dedi Mandos. “Bu senin kaderin.” Elini yana açıp birazcık sağa çekildi. “Morgoth’un en çok acı çektirdikleridir belki de Húrin ve onun soyu. Morgoth’tan alınacak bir intikam en çok da Húrin’in oğluna yakışmaz mı? Húrin’in Çocukları’nın intikamı…” Karanlıklar içinden beş kişi daha belirdi sessizlik içinde. Túrin tekrar şaşırdı ve kılıcını kaldırıverdi. Ama yıldızışığı altında yüzleri az da olsa aydınlanınca adeta dizlerinin ve dirseklerinin bağı çözüldü. Kılıcı yana düşüverdi ve gözlerinden yaşlar döküldü.
    Karanlıklar içinden beş kişi çıkmıştı. Babası Húrin, hiç olmadığı kadar bilge ve güçlü gözüküyordu o zırhların içinde. Efsanevi baltası kınından sarkıyor, zırhlı elleri bir kadının elini tutuyordu. Simsiyah saçları ve vakur duruşuyla yıldızlar altında başı dik bir şekilde yürüyordu Morwen. Gözleri yaşlıydı ama ağlamıyordu katiyen. Morwen daima güçlü olmuştu ve olmaya da devam edecekti. Ama yaklaştı oğluna sessizce. Kocasının elini bıraktı ve gri kıyafetleri yıldız ışığını savururken dört bir yana oğlunun yüzünden tuttu iki elleriyle. “Biricik oğlum!” diyebildi sadece. Sarıldılar o anda güçlüce. Túrin ağladığını biliyordu. Gözyaşları annesinin omzunu ıslatıyordu. Amcası Huor ve kuzeni Tuor’u o vakit gördü, annesinin omzu üzerinden. Bir de onlara sarıldı annesinden kopabildiği vakit. Sonra da babasına sarıldı güçlüce. “Gün yeniden doğacak.” dedi babası, oğluna sarıldığında, Sayısız Gözyaşı Savaşı’nda esir düşmeden evvel yetmiş defa tekrarladığı gibi. “Buna eminim Atar.”
     Ve sıra geldi beşinci insana. Varda’nın bir yıldızı misali parlıyordu Niennor Niníel ormanın içinde. Gözleri yaşlı, sarı saçları hiç olmadıkları kadar güzeldi. “Selam olsun ey iki kez sevdiğim!” dedi çatallı bir sesle. Sanki zar zor konuşuyordu. Biraz daha konuşsa gözyaşlarına boğulacak gibiydi. Yanakları birkaç yaşla ıslanırken Túrin sarıldı kardeşine. Sonra Mandos’a baktı. “Aradan ne kadar zaman geçti?”
    “Sizin zaman hesabınızla bunun cevabını vermek zor.” dedi Mandos. “Elfler için bile çok uzun bir zaman geçti. Çağları geride bıraktık, binlerce yıl… Belki de onbinlerce yıl… Ama Morgoth siz göçüp gittikten sonra yenildi, Boşluk’a atıldı.” Sonra onlara kısaca olanlardan bahsetti. İnsanların soyunun nasıl da Numenor’dan devam ettiğine, onların Sauron’la savaşına ve Üçüncü Çağ’a dair kısa bir öykü anlattı onlara. “Ve Morgoth geri döndü, ölüler bir bir ayaklanıyor ve Savaşların Savaşı’nın vakti geldi.”
    Mandos onları İnsan ordularının toplandığı yere götürdü. Edain’in Üç Hanesi’nin sancaklarıyla, Gondor’un ve Arnor’un güçlü insanlarıyla, Rohan’ın süvarileriyle, Angmar’ın kudretli askerleriyle dolup taşıyordu her yer. Hala eksikler olduğu Mandos ama yavaş yavaş hazır olacaklarını söyledi.
    Tepelerin ve dağların ardından bir haykırış duydular. Korkunç bir ses meydan okuyordu sanki tüm dünyaya. Bu sesin kime ait olduğunu hemen hemen anlamıştı herkes. “Şimdi gitmem gerek.” dedi Mandos ve bir anda ortadan kayboldu.
    Túrin neden sonra ailesine veda etti ve onları büyük ordularla baş başa bırakıp ormana daldı tekrar. Bunu neden yaptığını bilmiyordu ya da gitmesi gereken yeri nasıl bulacağından da emin değildi ama içinden bunu yapmak gelmişti.
    Ormanda epey gezindikten sonra karaltıların içinde birinin hareket ettiğini fark etti ve o yöne doğru seslendi. Burada hiç ork ya da lanetli başka bir varlık bulamayacağını anladığı için kalbi az da olsa ferahtı Túrin’in. Önündeki büyük savaştan önce biraz huzur bulmaya ihtiyacı vardı ama ilerideki şeklin de kim olduğunu merak etmişti.
    Grimsi, yeşilimsi bir pelerinle kukuleta giyiyordu ve belinde bir kılıç vardı. Cüce ya da elf olmadığı belli olduğundan yüzünde bir sakal olduğunu görmek şaşırtmamıştı Túrin’i ama adam bir elfin gözlerini ve yüzünü taşıyordu sanki. Gülümsedi adam hafifçe. “Fırtına öncesi buralarda birinin bulmayı beklemezdim.” dedi.
    “Ben de öyle.” diye karşılık verdi Túrin. “Bu karanlığın içinde ne yapıyorsun öyle?”
    “Bulmam gerekenler var.” dedi adam. “Ya sen?”
    “Benim de biraz huzur bulmam gerekiyor.”
    Bu kez bir çığlık kesti sohbetlerini. Tiz bir çığlık. İnsanın kalbini sıkıştıran, gözlerinin dolmasına sebep olan bir çığlık. “Ah Arien’in çığlıkları çağlar boyu bırakmayacak rüzgarın peşini sanırım.” dedi adam. Başını hüzünle iki yana salladı. Bu sefer çığlık sesini bir adamın haykırışları takip etti. “Ve Tilion asla yılmayacak anlaşılan.” Túrin bu rutine alıştığını sanıyordu ama Ay ve Güneş’in yakarışlarını her duyduğunda ruhu ürperiyordu. Bu sefer beklenmedik bir ses duydular. Morgoth’un meydan okuyuşunu. Sanki yanıbaşlarında konuşuyordu Valar’la. Bağırıyordu tüm gücüyle.
    “Bak hele sen şu korkağa.” dedi adam. “Sanırsın ki çağlar önce bir Vala değildi de, Ainur’dan biri olduğunun farkına yeni vardı.” Bir an durdu ve bakışları gökyüzünden Túrin’e döndü. “Sence onu yenebilecek miyiz?”
    Túrin dudak büktü. “Bilemiyorum.” Başını eğip kınındaki Gurthang’a baktı. “Ama onun çığlıklarını duymadan ölmeyeceğim. Öleceğimi de sanmıyorum.”
    Adam güldü. “Ben de öyle. İnsanların ateşli kalbi, cücelerin inadı ve elflerin kudreti bizlerle.”
    “Onların da ejderhaları varmış sanırım.” dedi Túrin. Ölenlerin arasında Glaurung’un da dirildiğini biliyordu. “Hepsi uçamasa da hala tehlikeliler.”
    Bir rüzgar esti güçlüce. Çığlıklar bir kez daha duyuldu. “Tüm ejderhaların bir şekilde öldürüldüğünü duymuştum.” dedi adam. “Çocukken öyle hikayeler anlatıldı bana. Yiğit Fingon’un nasıl da atlı askerleriyle Glaurung’u Angband’a kadar kovaladıklarını duymuştum. Ve nasıl yiğit bir adamın onun böğrüne kara kılıcını saplayıp siyah, zehirli kanını akıttığını.” Adam gülümsedi ve gözleriyle Túrin’in kılıcını işaret etti.
    “Sanırım bu kılıcı tanıyorsun.” dedi Túrin ve kınından çıkardı Gurthang’ı. “Ölümdemiri.” dedi yıldızların altında daha da karanlık gözüken kılıca. “Morgoth kılıcın geldiğini göremeyecek bile.”
    “Umarım da öyle olur dostum.” dedi adam. “Túrin Turambar’la tanışmak daima bir zevktir.” diyerek selam verdi ve arkasına döndü. “Savaş meydanında birlikte kılıç sallayacağımız için oldukça heyacanlıyım.” dedi omzunun üzerinden. Yavaşça uzaklaşmaya başladığında Túrin arkasından seslendi. “Bana adını söylemedin?”
    Adam duraksadı ve omzunun üzerinden bakarak gülümsedi. “Ben, Kutlu Eärendil’inin ve güzeller güzeli Elwing’in oğlu Elros Tar-Minyatur. Numenor’un ilk kralı.”
    Túrin bir akrabasını bulduğunu fark ederek sevindi. “Tuor seninle karşılacağımı bilse eminim selamlarını yollardı.” diyerek güldü. “Yolun açık olsun Elros.”
    “Senin de öyle Turambar. Büyükbabama selamlarımı iletirsin.”
    “Seve seve.” dedi Túrin ve Elros Tar-Minyatur karanlıkların içinde gözden kayboldu. Túrin de artık vaktin geldiğini düşünerek geri dönmeye karar verdi.


25 Temmuz 2014 Cuma

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Üçüncü Bölüm: Valinor Düzlükleri'nde Karşılaşma

Üçüncü Bölüm:   Valinor Düzlükleri’nde Karşılaşma

    Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerek. Milyonlarca kişi Valinor Düzlükleri’nde ayakta duruyor, kimisi uçuyor ama tek bir taş bile oynamıyor yerinden. Altın renkli zırhı ve sakalıyla yumruklarını sıkıyor Tulkas. Gözleri hiddetle süzüyor ilerideki karanlık şekli. Rüzgar yok. Güneş yok. Ay’ın güzel ışığı yok. Sadece Varda’nın gözbebekleri seyrediyor Arda’nın yüzeyindeki fırtına önceki sessizliği. Tüm Valinor derin bir şekilde tutmuş nefesini, ilk kimin konuşacağını bekliyor. On dörde karşı milyonlar dikiliyor ayakta, on dört yarı-tanrının karşısında milyonlarca kalbi kara şekil duruyor…
    Düz çimenlikten başka bir şey yok etraflarında. Taniquetil Dağı epey uzaklarda, dumanların ardında gizlenmiş vaziyette onları seyrediyor. Sadece bakıyorlar birbirlerine Melkor ve Valar. Düşüncleriyle bile iletişim kurmuyorlar. Tam manada bir sessizlik hakim Arda’ya sanki.

    “Kardeşim.” diyerek imalı bir şekilde sessizliği bozdu Melkor. Yüzü gerildi. “Uzun zaman oldu.”
    “Boşluk’a atılalı ne kadar oldu Melkor? Altı bin yıl mı?” diyerek araya girdi Tulkas, Manwë bir şey diyemeden evvel. “Duyduğuma göre bana bile gerek kalmamış alaşağı edilebilmen için.”
    “Seninle konuşan olmadı güreşçi.” diye karşılık verdi Melkor, gergin yüzünü Tulkas’a çevirmeye zahmet etmemişti.
    “Bu kadar huysuz olma ama—“ derken Manwë elini kaldırdı ve susmasını işaret etti. Tulkas sinirle yumruklarını sıktı ama ağzını açmadı. Melkor’un hizmetkarları huysuzca bakıyorlardı onlardan tarafa. Manwë henüz savaşa başlamak istemiyordu. Tulkas teke tekte Melkor’u alabilecek dahi olsa, milyonlarca kişiyle baş edemezlerdi. Balroglar dizilmişti Melkor’un ardında. Yirmi tanesi. Yirmi bir güzeller güzeli ateş ruhunun geldiği halleri düşününce Manwë’nin yüreği sızladı. Yirmisi Balrog olmuş, biri, çok değil daha birkaç gün önce Melkor tarafından katledilmişti. Melkor’un yanında iki Maia daha duruyordu. Biri Curumo, Istari’nin en kudretlisi ve diğeri de tabii ki Mairon… Sindar dilindeki adıyla Sauron. Ancalagon ve ejderhaları yıldızlara yakın uçuyorlardı ancak kanat sesleri gelmiyordu onlara. Belki de uçmuyorlardı, söylemesi zordu. Sadece yıldızların ve milyonlarca meşalenin ışığı vardı etraflarında.
    “Evet, uzun zaman oldu.” dedi Manwë en sonunda. “Büyük bir güç toplamışsın.”
    “Ölen herbir hizmetkarım tekrar ayaklandı.” diye cevap verdi Melkor ellerini yana açarak. “Ya senin ordun nerede? Çok sevdiğin Vanyar’ın? Ayaklarıma katledilsinler diye gönderdiğin Ñoldor’un? Ya o küçük insancıkların neredeler?”
    “Savaş istemiyorum Melkor.” dedi Manwë. En az Melkor’unki kadar gergindi yüzü. Maviler içindeki zırhını giymişti ama silah taşımıyordu. Bembeyaz saçları rüzgarsız havada omuzlarından aşağı dökülüyordu. “Savaşmak zorunda değiliz.”
    Melkor onları şaşırtarak derin bir kahkaha attı. Eski Melkor olmadığını göstermek istermişçesine. “Yani elini sallayıp ordumu yok mu edeceksin kardeşim? Hadi ama… Bana yaptığınız onca şeyden sonra, oturup konuşalım mı yani?”
    “BİZİM YAPTIKLARIMIZ MI?” Varda bir adım öne çıkıp Manwë’nin yanına kadar geldi. Simsiyah saçlarını yıldız ışığı bile daha aydınlık yapamıyordu. Mavi-gri kıyafetleri içinde hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu. Ancak yüzü hiddetle gerilmişti ve gözleri gölgelenmişti. Sanki yanıyorlardı. “Günlerin başlangıcından bu yana tek arzun iyi olan ne varsa kıskanmak ve yok etmek oldu!” Melkor bu sefer gülmedi ve ciddiyetle bakmaya devam etti Elbereth’e. Bir şeyler daha söylemesini bekliyordu sanki.
    “Işığımızı iki defa elimizden aldın…” Sesi fısıltı gibi çıksa da Melkor duymuştu dediklerini ama cevap vermedi. Manwë elini Varda’nın omzuna koydu ve Varda tekrar gerileyerek yerine döndü. “Zarar veren hep sen oldun kardeşim. Şu an dönüştüğün şeyden sadece sen sorumlusun.”
    Melkor küçümseyici bir ses çıkardı. “Ya ne demezsin sevgili kardeşim.” Neden sonra bir an için durakladı ve derin bir nefes aldıktan sonra tekrar konuştu: “Barış olmayacak. Siz veya ben ölene kadar savaşacağız. On dördünüzün de, tüm Maiar’ın da, tüm elflerinden de, size sadık kalan tüm insanların da, tüm cücelerin de, tüm kartalların da, tüm entlerin de kellelerinizi kazığa oturtmadan durmayacağım.” Elleri sıkı sıkıya tuttu Grond’unu. Sanki savuracakmış gibi durduğunu fark etti Manwë. Bir an için saldırı emri vereceğinden korktu. “Hadi çağır ordunu. Vakit geldi. Konuşmak yok, müzakere yok. Sadece kan var.”
    İşte o an gözlerindeki parıltıyı fark etmişti Manwë. Konuşmanın bittiğini anlamıştı. Melkor için savaş çoktan başlamıştı. Sadece sağ elini kaldırıp parmaklarını şıklattı.
    O sırada öfkeli bir rüzgar çıktı ve hemen ardından sis çöktü Valar’ın ardına.
    Ve bir bir belirdiler Valar’ın arkasında Maiar. Yoktan var oldular tozla dumanın içinden, sanki rüzgarın kendisi gibi. Zrıhlıydı hepsi, gözleri ateşli. En önlerinde Eönwë duruyordu elbette. Uzun kahverengi saçları Manwë’nin rüzgarları tarafından etrafa savurulurken, geniş zırhı süslüyordu üzerini ve kılıcı parıldırıyordu yıldızların altında. Eğer güneş olsaydı gökyüzünde şimdi, belki Melkor’un öncü kuvvetlerini bile kör edebilirdi kılıcın parıltısı. Hemen yanında Ilmarë duruyordu elbette. Varda’nın odalığı. Diğer yanında Bilge Olorin durmuştu. Ak Gandalf derlerdi Orta-Dünya’da ona. Asasını tutuyordu bir elinde, diğerinde ise sadık kılıcı Glamdring parlıyordu o mavi soluk aleviyle. Ossë bile kalkıp gelmişti denizlerden. Sarı saçları ıslak gibiydi. Elinde bir mızrak vardı ve zırhı Numenorluların zırhını andırıyordu. Belki de aslen Numenorluların zırhı Ossë’ninkini andırıyordu demek daha doğru olurdu.
    “İşte böyle…” dedi Melkor gülümseyerek. Miğferi Thorondor’un açtığı yaraları  kapatamıyordu. Zırhı Ringil’in kesiğini gölgeleyemiyordu. Melkor hala acı çekiyordu. Hiç çekmediği kadar. Manwë bu sefer bir şey demedi ve parmaklarını bir kez daha şaklattı.
    O anda borular gürledi dört bir yanda. Rüzgarla beraber aktılar. Gecenin sessizliği delindi. Yıldızlar bile daha gür parladılar. O anda sarı bir deniz belirdi Valinor’un Düzlükleri’nin ucundan. Devasa sancaklar açmışlardı. Elfler geliyordu. Sağ kanatta Ñoldor, sol kanatta Vanyar bayrakları rüzgarla dans ediyordu.
    “Ah, sonunda Ilûvatar Çocukları’nın en güzelleri de geldiler.” dedi Melkor alay ederek. “Eldar diyordunuz değil mi onlara? Bakın oysa çok sevgili Eldar’ınıza en büyük hediyeyi vermişim. Çok sevdikleri yıldız ışığından daha fazlası yok artık Arda üzerinde.”
    İlk gelen Elflerin Yüce Kralı Ingwë oldu ardında Vanyar’la. Maiar’ın ardına geçtiler Valar’ı selamlayarak. Melkor onları umursamadı bile. Vanyar’ın her daim Valar’ın en sadık adamları olduğunu biliyordu. Asıl düşmanları uzaktan geliyordu. Ñoldor.
    Çok geçmeden geldi Finwë’nin halkı. En önlerinde Finwë vardı. Tacını takmış, zırhını kuşanmıştı. Kuzgun siyahı saçları hiç olmadığı kadar koyuydu. Gözleri nefretle bakıyordu ufka, Melkor’a doğru. Ordularını bırakıp Valar’ın yanına kadar geldi Finwë, çocukları ve torunlarıyla.
    “Selam olsun Valar’a!” diye haykırdı Finwë ellerini kaldırarak. “Selam olsun Dünyanın Güçleri’ne! Ve selam olsun Morgoth’a! Dünyanın Karanlık Düşmanı’na!” Sanki tükürerek konuşmuştu Finwë.
    “Bizi iyi hatırladığını umuyorum!” Fëanor’un sesi hiç olmadığı kadar etkileyici ve gürdü sanki. Tüm Ñoldor’u isyana kaldırırken yaptığı konuşmada bile sesi böylesine kuvvetli değildi.
    “Ve benim kılıcımı da iyi hatırladığını umuyorum.” dedi Fingolfin. Siyah saçları ve delici bakışlarıyla, yüzünde adeta intikam ateşleri yanıyordu.
    “Bugün, Ilûvatar Çocukları’nın intikam günü!” dedi Finwë, nefret dolu bakışlarla.
    Artlarında tüm Ñoldor uzanıyordu. Sarı bir denizdi sanki. Mızraklar, mızraklar, mızraklar! Herbir yana uzanıyorlardı. Elflerin uyanışından bu yana yaşamış her Ñoldo o gün oradaydı. Çoğu Morgoth yüzünden hayal bile edilemeyecek acılar çekmişti. Herbirinin Morgoth’un yüreğine bir mızrak sokmak için onlarca sebebi vardı. Fëanor, Maedhros ve Maglor silmarilleri çıkardılar pelerinlerinin içinden. Manwë Melkor’un gözlerinden bir parıltı geçip gittiğini gördü. Hala ışığa olan arzusu ve kıskançlığı dinmemişti demek.
    “Artık bizim olan bize döndü.” dedi Fëanor. “Ve sen yaptıkların için ödeyeceksin!” Kılıcını kaldırıp Melkor’a işaret etti. Direkt gözlerine bakıyordu. Bir an için bile kırpmadı gözlerini.
    “Göreceğiz.” dedi Melkor, ağzı çok hafif bir gülümsemeyle kıvrılırken. “Belki de Valarakuar’ımın söyleyecek son bir sözü vardır.” Balroglarına işaret ettiğinde Fëanor sadece kahkaha atmakla yetindi. “Delirmiş gibi bir halim mi var?” Gülümsemesi hemen silindi yüzünden. “Balroglarınla son karşılaştığımda yedisinin cesedi tepeyi kaplıyordu ve Balrogların lordu tir tir titriyordu.” İşte o an Gothmog’la göz göze geldi Fëanor. Fingon da bir adım öne çıktı ve kılıcını çekerek meydan okudu. Gothmog ikisinin de katiliydi ne de olsa. Finwë’nin de dediği gibi, intikam saatleri yaklaşıyordu.
    Manwë bir kez daha parmaklarını şıklattığında rüzgar kesildi ve bir kez daha borular duyuldu. Teleri geliyordu. İnsanlar geliyordu. Cüceler geliyordu. Lindon’dan, Alqualondë’den, Gondor’dan, Rohan’dan, Eregion’dan, Lorien’den, Demir Tepeler’den, Moria’dan, Yalnız Dağ’dan, Dol Amroth’tan. İyilerin bugüne dek topladıkları en büyük ordu bir araya geliyordu. Edain’in Üç Hanesi geliyordu. Cücelerin ataları geliyordu. Ölümsüz Durin, Azaghal, Yaşlı Bëor, Huor, Beren, Húrin geliyordu. Tuor’un elinde baltası vardı. Húrin’in de öyle. Silmaril hırsızı Beren kılıcını çekmişti. Güçlüyay Beleg yayını kuşanmıştı. Kral Elwë zırhını giymişti. Rohan’ın binicileri borularını öttürüyordu. Genç Eorl, küheylanının üzerinde gururla duruyor ve Pelennor’un kahramanı Theoden’in yanında at sürüyordu. Rohirrim en önce varan oldu Valar Ordusu’nun yanına. Tamamı atlıydı ne de olsa. Atları hiç olmadıkları kadar güçlü gözüküyordu. Sarı saçlı at binicileri cesurca bakıyordu Balroglara ve karanlığın ordusuna. Manwë hiçbirinin yüzünde korku görmediği için mutlu oldu. Yüreğine su serpildi.
    Melkor tekrar güldü. “İşte gücünün geri kalanı da geliyor kardeşim. Sadece bu kadar olmaları ne de büyük şanssızlık senin için.”
    “Savaşların sayıyla kazanılmadığını sen benden iyi bilirsin.” dedi Manwë. “İstediğin kansa, bunu alacaksın.” Ñoldor’un beyleri ve Valar arkalarına döndüler o anda. Rüzgar tekrar çıktı ve Yavanna’nın adımını attığı yerlerdeki yeşillik hiç olmadığı kadar güzelce parladı yıldızların ışığında. Adım adım yürürlerken ordularının yanında, Manwë Melkor’un bir emir verdiğini duydu.
    “Saldır Ancalagon.” dedi. Sesi fısıltıya yakındı ama Valar’ın hepsi duymuştu. Ñoldor beylerinin ve leydilerinin güçlü kulakları da işitmişti. Kanat seslerini o vakit duydular. Göklerden gelen bir fırtınayı andırıyordu. İşte o sırada silmarillerini havaya kaldırdı Finwë’nin en büyük oğlu ve en büyük iki torunu. Manwë gözlerini kapattı ve kartallarına emir verdi. O sırada aksi yönden de kanatların seslerini duydular ve Eärendil bir kez daha geldi. Gemisinde silmaril yoktu belki ama üçü bir arada ve gerçek sahiplerinin ellerindeydi.
    Savaş önce gökyüzünde patlak vermişti. Fırtına ilk önce gökyüzünde kopmuştu. O anda bağırmaya başladılar orklar, sesleri her bir yana yayıldı. Savaş naraları Valinor Düzlükleri’nı kapladı. Manwë, elflerin iğrenç taklitlerine baktığında içinde sadece acıma duygusunun belirdiğini fark etti ve ordunun başında dikildi diğer beyler ve leydilerle birlikte.
    “Hazır olun.” dedi, sesi bir fısıltıdan fazlası değildi ama herbir asker ne dediğini işitmişti. Kralın rüzgarları en küçük fısıltıyı bile taşımıştı askerlerin kulağına.
    “Ve Melkor’u bana bırakın.” dedi Tulkas. Bir kahkaha attı. “Geri kalanıyla istediğinizi yapabilirsiniz.”
    O sırada uzaklardan gelen bir adamı geç de olsa fark ettiler. Manwë şaşırarak baktı o tarafa doğru. Ellerinde kapkara bir kılıç olan, sakallı ve yakışıklı bir adam geliyordu. Tek başınaydı. Bir insandı. Saçları uzundu. Zırhı ve miğferi yoktu. Kara kılıcını elinde sımsıkı tutuyordu. Gözleri keskin bir kararlılıkla bakıyordu. Valar’ın yanına kadar geldiğinde tek bir şöyledi sadece: “Ben de yakınlarınızda olacağım efendim Tulkas ve Húrin’in Çocukları’nın intikamı alınırken Melkor’un cesedenin başında duracağım! Gün geldi ey karanlık olan! Gurthang’ın çeliğini tadacak, Húrin’in oğlu intikamını alırken acı içinde çığlıklar atacaksın!” Son sözlerini karanlığın ordusuna dönerek söylemişti.

    Tulkas yaklaştı insana. Tekrar kahkaha attı, ama alay etmiyordu. Bu onun alışılmış tavırlarından biriydi ve kara kılıçlı adam alınmış gibi de gözükmüyordu. “Hoş geldin Túrin Turambar, ey Glaurung’un Felaketi! Biz de senin yolunu gözlüyorduk.”