21 Kasım 2015 Cumartesi

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

    Saat geç olmuş olmalıydı. Güneşin doğuşuna iki ya da üç saat kalmıştı. Şafak vakti yaklaşıyordu ve hava olabildiğince soğuktu. Rüzgar güçlüce esiyor ve pek çok insan kendilerini emniyete almış bir şekilde uyuyordu. Aralarından sadece biri ayaktaydı ve nöbet tutuyordu.
    İnsanlar etrafında uyuyordu. Kimi horulduyor, kimi uykusunda konuşuyor, kimi kendini ısıtmak için üzerindeki ince şilteye ya da pelerinine daha da sıkı sarılıyordu. Fain elindeki kılıca sarınmştı ve önünde güçsüzce yanan ateşe umutsuzca bakıyordu. Odunların üstünde isteksizce yanan alev rüzgar yüzünden bir o tarafa, bir bu tarafa dans ediyordu.
    Kuzeyli İnsanlar grili, yeşilli kıyafetlerinin arasında ormana uyum sağlamış bir şekilde uyuyorlardı. Doğuya doğru uzun bir yolculuğa çıkmış, başlarına geleceklerden korktukları için müttefik arayışına düşmüşlerdi. Onlar Kuzeyli Kolcular’dı. Halbarad’ın güneye inmesinden bu yana Dunadan Kolcuları’nın sayısı çok azdı. Kuzeyde yeni Kolcular toplanmıştı. Ancak sayıları elli kadardı yine de.
    Fain bir ses duyunca irkildi ve etrafına bakındı ama hiçbir şey görememişti. Tekrar aleve baktıysa da aklı duyduğu seste kaldı ve pür dikkat olmaya devam etti. Derken Kolcu dostlarından biri uyandı ve ona doğru baktı. “Fain.” dedi uykulu bir sesle. “Dostum korkunç bir rüya gördüm.”
    Onu ateşe doğru çağıran Fain hafifçe yana kaydı ve Galeb oturdu yanına. Kabusunu anlattı ve karanlığın yayıldığını iliklerine kadar hissettiğinden bahsetti. Zaten pek olumlu bir havada olmayan Fain’in yüreği iyice kararmıştı ve ters ters baktı Galeb’e. “İçimi aydınlattığın için teşekkürler dostum.”
    Galeb ona bakarak pişkin pişkin güldü. “Gece zaten karanlık Fain. Gün doğduğunda bile karanlık olmaya devam edecek.”
    “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
    “Elessar yedi bin adamıyla başaramadıysa biz nasıl başaralım? Rohirrim bile dağıldı Kara Kapı’nın önünde. Sadece dayanabileceğimiz kadar çok dayanmamız gerekiyor.”
    Fain başını iki yana salladı. “Umudunu kaybetme. Batıdan gelenler olur belki.”
    “Onlara peri masalı demeye dilim varmıyor ama o kadar emin olmazdım Fain. Üstelik geleceklerse bile bizim bunu görebileceğimizi çok sanmıyorum.”
    Galeb kalkarak yatağına döndü. “İki saat sonra beni kaldırmayı unutma. Nöbetime kadar biraz uyumam lazım.”
    Fain ona bir şey demedi ve Galeb tekrar hızlıca uykuya daldı. Kalbi kararmıştı ve sinirleri bir kez daha bozulmuştu. Nasıl çıkacaklardı bu işin içinden? İndikleri kuzeyde bir ordunun toplandığıyla ilgili söylentiler onların kulağına bile gitmişti ama korkuyorlardı. Ork pusuları yüzünden defalarca yön değiştirmek zorunda kaldılar ve çok yavaş ilerlediler. Bir şekilde orklardan hep kaçınsalar da artık zamanları azalıyormuş gibiydi. İlk amaçları Rivendell’e gitmekti ama oranın düştüğünü öğrenmişlerdi ve artık nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bazıları kuzeye dönmeleri gerektiğini, bazılarıysa güneye inerek Rohirrim’e ulaşmayı düşündüler. Ancak Rohan da düşmüştü ve kalanların kuzeye kaçtığı söyleniyordu. Umutlar tükeniyordu ve Kuzeyli Kolcular ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
    İki saat geçmek bilmedi ama en sonunda Galeb’in uyanma vakti geldi. Fain ayağa kalkıp onun yanına geldi ve omzundan dürtmeye başladı. Galeb çok mücadele etmeden uyandı ve kalkarak ateşin başına doğru yürüdü. “İyi uykular Fain.”
    “Sağ ol.” dedi Fain ona ve ısıttığı şiltenin üstüne kıvrılmak için yelten...
    ... bir ok sesi duyuldu ve Galeb acı içinde çığlık attı. O an herkes yataklarından fırladı ve karmaşa bir anda kampın ortasına çöreklendi. Kimi kalkanını kaldırdı, kimi kılıcını çekip anında kendini yere attı, birkaç ok sesi daha yükseldi ve vurulanlar oldu. Okların nerden geldiği anlaşılamıyordu, her taraftan geliyorlardı sanki. Kolcular kendilerini yere attılar ve bir ok salvosu daha gelse de boşa gitti ve vurulan olmadı.
    Bir anda çığlıklar yükselmeye başladı ve onlarca ork bir anda oldukları yere doğru akmaya başladı. Dumanlı Dağlar’ın dumanlı eteklerine bu kadar yakın yerde, ölümün sisi etraflarını sarıyordu sanki. Ama Kolcular usta savaşçılardı ve orkların cehennemi olmayı bir şekilde başardılar.
    Fain, uykusuz olmadığına şükrederken pek çok orku devirmişti. Önündeki bir tanesine kılıcını savurup kellesini kopardığında, yanında çarpışan dostlarından biri şöyle seslendi: “Bunlar Mordor orkları kadar güçlü değil!”
    “Goblinler!” dedi Fain yüksek sesle. “Lanet olası küçük şeytanlar!” Kolcular bir araya toplanmayı başardı ve orkları ormanın içlerine, Dumanlı Dağlar’a doğru sürmeye başladılar. Angmar topraklarını çoktan geçmişlerdi, Carn Dum batılarında kalıyordu ve bu kadar kuzeyde ne yaptıklarını aslında onlar da bilmiyordu.
    Orkları savaş naralarıyla beraber takip etmeye başladılar. Hiçbirini sağ bırakmamaları gerekiyordu. Uzun bir kovalamaca böylece başladı ve Fain’in elindeki kılıç ayışığının altında güçlüce parlayarak orkların kanına susadığını herkese haykırdı.
    Ormanın içinden geçerlerken okçular sık sık durarak ok atıyorlardı, orklardan düşen olsa da ana kafile durmuyordu. Küçük ve hızlı olduklarından Kolcular onlara yetişemese de sıcak takibi bırakmadılar ve en sonunda uzaktan daha büyük bir ordunun beklediğinin anlaşıldığı bir vadiye doğru yol almaya başladılar. “İleride çok fazla ork var gibi görünüyor!” diye seslendi Kolcuların başı, adamlarına. “Bir an önce onlara yetişmemiz gerekiyor!”
    “Yetişemeyiz!” diye karşılık verdi Fain. “Bir an önce saklanmazsak bu lanet olasılar, orduyu üzerimize yollarlar!” Koşmaya devam etseler de liderleri bir süre düşündü. Sonradan dur emrini verdi eliyle ve Kolcular hızlı bir şekilde ormana karıştılar. Vadi uzaktan daha net görünmeye başlamıştı ama orklar zinde Kolcuları öyle kolay kolay bulamazlardı artık. Ağaçların arasında kayboldular, bir kısmı ağaçlara çıktı ve etrafı kolaçan etmeye başladı. Gün doğana kadar beklemek zorundaydılar. Sıkıntılı bekleyiş uzun sürecek gibi görünüyordu.
    “Ya şimdi?” diye sordu Fain, el hareketleriyle.
    “Günün doğumuna az kaldı.” dedi Teron, Kolcuların lideri, yine aynı işaret dilini kullanarak. “Güneş doğar doğmaz batıya gideceğiz.” Fain de Teron da ağacın tepesindelerdi ve hepsi yaylarını çekmiş, tetikte bekliyorlardı. Bir an önce orkların geleceğini düşünüyordu hepsi. Kaçan goblinler illa ki bir arama grubu çıkarırdı. Onlara gözükmemeyi umuyorlardı. Başarabileceklerine emindi Fain. Kolcular böyle günler için vardı.
    Aradan bir saat geçmişti ki, bazı çığlıklar duymaya başladı Kolcular. Goblin çığlıkları. Üzerlerine akın akın goblin geliyor olmalıydı. Hepsi tetikte durdu ve belki nefes bile almadılar. İlk goblinler altlarından ve aralarından geçmeye başladığında ayak sesleri ve korkutucu çığlıkları her yanı sardı, ancak durmadan koşuyordu orklar. Ne yapıyorlardı acaba? Hiç de birilerini arıyor gibi görünmüyorlardı. Sanki bir şeyden kaçıyorlardı.
    Derken çığlıkların sayısı arttı ve bir anda dört nala koşan atların sesi duyulmaya başlandı. İşte şimdi Kolcular gerçekten şaşırmışlardı. Orklar sürü gibi yanlarından ve altlarından geçerken bir anda gür ve tok savaş naraları duymaya başladılar. Atların sesleri arttı hızla ve kişnemeler dahi duyulmaya başlandı. Pek çok atlı görünüre girdi ve orkları ezip geçmeye başladılar. Takibi hızla sürdürdüler. Fain o kadar şaşırmıştı ki sayılarından emin olamıyordu.
    Aradan çok geçmeden farklı naralar da duydular ve bir grup goblin bu kez de pek çok baltayla yere serilmeye başlandı. Kısa boylu pek çok adam goblinlere aman vermeyerek koşuyorlardı ve pek çoğu goblinlerin sonunun geldiğine kanaat getirerek orada durdular. Atlılar da geri gelmeye başladılar.
    “Durin’in sakalı! Bu şeyler ne kadar hızlılar böyle!” dedi kısa adamlardan bir tanesi. Cüce olduğu o kadar belliydi ki, aksanının duyulmasına ihtiyaç yoktu.
    Atlılardan biri atından indi ve ona doğru bakarak güldü. “Kuşkusuz ki Sauron’un en işe yaramaz yaratıkları bu Dumanlı Dağlar’ın orkları, hızlı olsalar ne yazar...”
    “Aye!* Haklısın dostum.” Kahkaha atmaya başladıklarında Teron artık kendilerini gösterme vakitlerinin geldiğini anladı ve seslendi onlara. “Ey cesur insanlar ve koca yürekli cüceler!” dedi güçlü ve dostça bir sesle. Bir anda şaşıran insan ve cüceler etraflarına bakındılar. Pek çok Kolcu ağaçtan atlayarak ve saklandıkları yerden çıkarak kendilerini gösterdi. Ellerini tehdit olmadıklarını göstermek istermişçesine kaldırmıştı pek çoğu. “Biz Kuzeyli Kolcularız.” dedi Teron gülümseyerek.
    İnsan da cüce de önce birbirlerine baktılar ama gülümsediler onlara. “Kuzeyli dostlarımızı görmek ne kadar da güzel!” dedi demin attan inen insan.
    “Eğer bana adınızı bahşederseniz, ben de size benimkini veririm.” dedi cüce. Baltası elinde sımsıkı bir şekilde kavranmıştı ve gözleri karanlıkta iyi görmek için genişçe açılmıştı.
    “Ben Teron. Kolcuların lideriyim.” dedi Teron, Fain’i işaret etti ardından. “Bu da Fain. Yardımcım olur.”
    “Memnun oldum.” dedi efendi cüce. “Ben Thorin.” Fain ve Teron’un surat ifadesi yüzünden duraksamış ve gülümsemişti. “Thorin Taşmiğfer.”
    “Elbereth’in yıldızları!” dedi Fain. “Siz o musunuz cidden? Yoksa Dain Demirayak da mı buralarda?” Sesi neşeli çıkmıştı ama cüce ve insanların surat ifadesi çok farklı hikayeler anlatıyordu. “Yapmayın...” dedi Fain üzüntüyle.
    “Üzgünüm evlat.” dedi insan. “Dain Demirayak artık Mahal’ın yanında Durin’le beraber birasını içiyor.”
    Kısa süreli yas hali Teron’un sorusuyla bozulmuştu. “Siz kimsiniz?”
    “Ben Bard.” dedi adam da. “Dale’in kralı.”
    “Ulmo’nun sakalı aşkına!” dedi Teron. “Buraya kadar nasıl geldiniz?” Derken durakladı ve bir soru daha sordu: “Dale’in kralı mı? Kral Brand da mı...”
    Bard üzüntüyle başını salladı. “Babam cesurca öldü. Arda’nın duvarlarının ötesinde huzurla geziniyordur şimdi.”
    “Buraya gelmemiz kolay olmadı.” dedi Thorin üzüntüyle. “Çok şey kaybettik. Erebor, Doğu döllerinin saldırısıyla düştü. Sonuna kadar direnmeye çalıştık ancak kuşatmayı yarıp kaçmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Vatanımızı koruyamadık... Bir kez daha kaybettik...”
    “Ama geri alacağız!” dedi Bard elini onun omzuna vurdu. “Babalarımızın ittifakı ve daha önceki tüm fedakarlıklar adına! Vatanlarımızı geri alacağız Thorin. Kuşkun olmasın.”
    “Aye!” dedi Thorin bir kez daha.
    Kolcuları alarak ordugahlarını kurdukları yere götürdüler onları. Goblin birlikerini o vadide pusuya düşürmüşlerdi. Fain ve Teron o kadar şaşırmışlardı ki bu kadar büyük orduları olduğuna en başta inanamamışlardı. On bine Dale İnsanı ve on beş bin Ereborlu cüce olduğunu söyledi Bard’la Thorin onlara. Bard II de, Thorin III de iyi krallardı ve ordularını Sauron’un galibiyetinden beri batıya getiriyorlardı. Demir Tepeler’den geçmişlerdi ve bir şekilde Limanlar’a doğru gitmeyi amaçlıyorlardı, yolda da kendilerine müttefik bulabilmeyi ümit ediyorlardı. Ve bir şekilde Sauron’a kafa tutabilmeyi... Herkes bunu umut ediyordu aslında. Kalplerden umut hala silinmemişti ve Fain’in yüreğinde daha da bir harla yanıyordu şimdi.
    “Artık umutlarım artıyor.” dedi Fain onlara. “Artık karanlığa karşı koyabileceğimize eminim!”
    Çok geçmeden batıya doğru yol almaya başladılar tekrardan. Güneş artık doğmuştu ve ork tehditleri biraz olsun azalmıştı. Koca ordu tüm gücüyle günler boyu ilerlerdi ve kuzeyde toplandığı söylenen ordu gerçekten orada mı diye bakmak üzere Arnor topraklarına girdi.
    Fornost’a yaklaştıkları söylendiğinde büyük kalenin üzerinde tüten dumanlar görmüşlerdi. Gerçekten orada birileri vardı! Sevinç çığlıkları ve nidalar arasında ilerlemeye devam ettiler ve birkaç atlı tarafından karşılandılar. Gelenlerin ork ya da benzeri olmadığını gören Rohirrim atlıları da sevinçle bu haberi kaledekilere vermek üzere yola çıktı ve bazı Rohirrim de Dale & Erebor ordusuna eşlik etti. Fornost’ta coşkuyla karşılandılar ve Ossë en önde onları karşıladığında bu kadar büyük bir ordunun gelmesine cidden şaşırmıştı. Şaşkınlığı karşılıklıydı elbette. Tam önlerinde uzun boyu ve tüm asaletleriyle iki Maia duruyordu ve güçleri ta Yalnız Dağ’dan hissedilebilecek kadar çoktu.
    Cüceler Ñoldor’u görünce de şaşırdılar, bu kadar güçlü gözüken Elfler görmeye gözleri alışık değildi. Zırhları da asaletleri de Orman Elflerinden çok daha farklı görünüyordu. Özellikle de ordunun başındaki iki Elf gerçekten de nasıl bir ordu olduklarını haykırıyordu sanki.
    Liderler Ossë’nin salonlarında toplandılar ve bir plan üzerine düşünmenin gerçekten vaktinin geldiğini söylediler. Öncelikle Dale ve Erebor orduları dinlenecekti elbette. Fornost yıkık olsa da, çevreden yiyecek gibi ihtiyaçları sağlayabiliyorlardı. Üstüne üstlük her yandan insanlar akın ediyorlardı buraya ve her geçen gün Ossë’nin gücüne daha çok güç katılıyordu. Uinen mutlu görünüyor, umutlarının arttığını hissediyordu.
    Ossë’nin verdiği Batı’dan gelen ordu haberi hepsini heyecanlandırdı ve savaşma istekleri adeta yeniden döndü. Hatta Thorin Taşmiğfer, “Haydi o zaman şimdi yola koyulup Batı’nın Elflerine hiçbir şey bırakmadan tüm orkları yok edelim!” diye bağırmıştı. Herkes kahkaha atarken Ecthelion söze karışmıştı. “Üzgünüm efendi cüce, biz de Batı’dan geliyoruz, illa bize bir şeyler kalacaktır.”
    “Siz bir zamanlar da burdaydınız! Sizi buradan sayıyorum artık!”
    Herkesin neşesi yerindeyken yeni gelenlerin olduğu söylendi. Hem de batıdan... Ossë heyecanla dışarı çıktığında gelenlerin sayısının beş bine yakın olduğunun tahmin edildiğini söyledi subaylardan biri. Fain, kudretli Maia’nın arkasından, Teron’la beraber avluya çıktı ve talim gören İnsanların arasından geçerek batı kapısına vardılar.
    Gelenler cücelerdi! Nasıl olup da batıdan cüce geldiğini merak ediyordu hepsi.
    Beş bini aşkın cüce kapıların önünde durdular ve aralarından siyah-gümüş sakallı bir tanesi öne çıktı. Liderleri gibi duruyordu. “Selam olsun Lord Ossë’ye! Kuzeyin Savaşçısı’na!”
    Aralarında Ossë’ye bu ismi vermiş oldukları anlaşılıyordu.
    Ossë öne çıktı ve onları selamladı. “Selam olsun cesur cücelere! Nereden geliyorsunuz böyle?”
    “Biz Belegost’tan geliyoruz!” dedi cüce. “Ben Belegost cücelerinin lorduyum!”
    “Hoş geldiniz!” diye seslendi Ossë onlara. “İnanın ki sizi görmek bizi ne kadar mutlu etti anlatamam!”
    “Belegost mu?” dedi Maglor öne doğru çıkarak. “Doğru mu duydum?”
    “Doğrudur beyim.” dedi cüce ona selam vererek. Maglor’un asaletinden dolayı olsa gerek, ne kadar önemli biri olduğunu hemen anlamıştı.
    “Oldukça tanıdık geliyorsun.” dedi Maglor ona. “Bu pek başıma gelen bir şey değildir.”
    “Beni atalarıma benzetirler. Özellikle adını aldığım cesur bir cüceye.”
    “Kim o?” diye sordu Maglor. “Kardeşimle beraber yıllarca Belegostlu cücelerle omuz omuza çarpıştık ve aranızdan pek çoğunun sayesinde hala hayattayım.”
    “Nasıl yani?” diye sordu cüce. “Yoksa siz?”
    “Ben Maglor.” dedi Elf selam vererek. “Adımı verdim, şimdi sıra sizde.”
    “Ben de Azaghâl.” dedi cüce gururla dolarak. Maglor başını salladı ve hüzünle gözleri doldu. Gülümsüyordu bir yandan da.
    “İşte şimdi kime benzediğin anlaşıldı. Onun bir kopyasısın adeta...”
    “Sizinle tanışmak bir onurdur beyim! Atalarım Ñoldor’un yanında balta savurmaktan asla gocunmadılar ve Sayısız Gözyaşı’nda olanları daima hatırladık!”
    “Hayatımı o savaşta size borçlandım.” Eliyle kaleyi işaret etti Maglor yan dönerek. “Gelin, o borcu ödemeye size şarap ve bira ikram ederek ödemeye başlayayım, daha uzun bir yolumuz var.”

    Azaghâl sevinçle içeri doğru yönelmeye başladı ve Maglor’la güçlüce el sıkıştılar. Thorin’le de tanışan Azaghâl içeri buyur edildi ve Fornost bir kez daha bayram yerine döndü. Dale ve Yalnız Dağlılar için hazırlanan şölene bir yenisi daha eklendi. Maglor ve Thorin’le yürüyen Azaghâl şölen masasını görünce kahkahalarına hakim olamadı ve yanında duran oğluyla beraber masaya doğru yürümeye başladı. Masaya oturmadan ağzından şunlar döküldü ve Ossë bile kahkaha atmaya başladı. “Ah! Baruk khazad! Khazad ai menu! Çekilin yolumdan, cücelerin baltaları geliyor gerçekten de! Bir kurt gibi açım!”


18 Kasım 2015 Çarşamba

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Dokuzuncu Bölüm: Kıyıdaki Yalnız Işık

Dokuzuncu Bölüm: Kıyıdaki Yalnız Işık

    Güneşin ilk ışıkları doğudan yükselirken şehrin güzel duvarları denizin üstünde bir gölge bırakmaya başlamıştı. Gözüne uyku girmeyen otuzlu yaşlarında bir adam, şehrin içinde devam eden karmaşanın seslerini dinliyor ve kafasının içindeki gölgelerle savaşıyordu. Kararsızlıkla, korkuyla ve umutsuzlukla sınanıyordu adeta. Süren hazırlığın sesi kulaklarına geliyor, siyah saçları odasının içindeki koyu gölgelerde kayboluyordu.
    Artık “Prens” Elphir olmuştu. Babasının ölüm haberi tez ulaşmıştı ona ve Sauron’un karanlığı Orta-Dünya’nın üzerine çöreklenirken Prens Elphir ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Babası Imrahil’le birlikte Minas Tirith’e gidememişti. Bunun için hep üzülürdü ama babası kalması gerektiğini söylemişti ona. Babasına her zaman kızmıştı, geride küçük kardeşlerinden biri kalabilirdi ama babası onu ikna etmeyi başarmıştı ve Elphir geride kalıp asker toplama işine girişmişti.
    Prens Imrahil yedi yüz Kuğu Şövalyesi götürmüştü Minas Tirith’e. Dol Amroth’ta ise şu an beş yüz Kuğu Şövalyesi yeni prensin emrini bekliyordu. Babasının daha çok asker almasını diledi bir an. Belki o zaman bir şeyler değişebilirdi... Ya da... Değişir miydi? Sauron’un gücünü yenilgiye uğratabilirler miydi?
    Elphir’in bir karar vermesi gerekiyordu. Ya Dol Amroth’ta kalacaktı ve şehri korumaya çalışırken ölecekti ya da kuzeyde toplandığı sanılan orduya katılacaktı. Kuzeyde bir şeyler dönüyordu cidden ama bu hikayelerin ne kadarı doğruydu acaba? Boş bir hayalet avına çıkabilirlerdi eğer şehri terk ederlerse. Elphir korkuyordu. Yanlış bir karar vermek istemiyordu. Ölüm ya da karanlık korkutmuyordu onu. O an seslerini dinlediği insanları için korkuyordu. Askerlerine yükleri daha hızlı taşımaları için bağıran komutan için korkuyordu. Kılıçların daha iyi bilenmesi için çıraklarını azarlayan demirci için korkuyordu. Ok talimi sırasında hedef yerine, hedefin arkasında kalan bir kapıyı vurduğu için eğitmeninden özür dileyen okçu için korkuyordu. Kızarmış et ve şarap kokuları arasında karınlarını doyuran ve yarınlarının yaşam dolu olup olmadığını bilmediği için endişeli gözlerle gökyüzünü ve denizi seyreden Dol Amrothlular için korkuyordu.
    Halkını korumak istiyordu. Kuzeydeki hikayelerde gerçeklik payı varsa en azından tek başlarına ölmeyeceklerdi ve karanlığa karşı sonuna kadar savaşacaklardı.
    Elphir en sonunda ne yapması gerektiği konusunda hala kararsızken dışarı çıktı ve savaş hazırlıklarını teftiş etmeye başladı. Beş yüz Kuğu Şövalyesi’nin yanısıra pek çok okçu, mızraklı ve piyade eğitilmişti. Onların sayısı da iki bini buluyordu.
    Dol Amroth’un savunması bu kadardı işte... İki bin beş yüz asker...
    Kalabalık arasında kız kardeşini buldu Elphir. O seslerin ve karmaşanın arasında kız kardeşi oldukça dikkat çekiyordu aslında. Süslü ve soylu kıyafetler giymemişti, halktan birinin giyebileceği şeylere bürünmüştü. Gri ve uzun bir elbisesi vardı. Kollarını sıvamış ve simsiyah saçlarını toplamıştı. Bazı insanların şehrin iç kısımlarına doğru taşınmasına yardımcı oluyor, düzeni sağlıyordu. 20 yaşındaydı Lothiriel. Artık bir kadın olmuştu. Bir prenses gibi görünüyordu ve asaleti bir kraliçeyi andırıyordu. Kraliçe olmak için yaratılmışa benziyordu aslında.
    “Lothiriel!” diye seslendi Elphir ona. Lothiriel önünden geçen insanlara verdiği dikkatini ağabeyine yöneltti. Ağabeyi mervidenlerden aşağı inerken pek çok insan onu selamlamaya başladı. Elphir bir el işaretiyle herkesin işine dönmesini söyledi. “Hazırlıklar ne alemde?”
    “Her şey yolunda lordum.” dedi Lothiriel. “Ne yapacağımıza dair bir kararınız var mı?”
    Kız kardeşinin sesindeki resmiyet yerine küçükken olduğu gibi konuşmasını özlediğini fark etti Elphir. Ama onlara doğrusunun bu olduğunu öğretmeye çalışmışlardı.
    “Hayır, yok. Aslında bunun için seni buldum. Benimle gelebilir misin?” Kalabalığı yararak merdivenlere gelen Lothiriel, siyah saçlarını aşağı saldı ve güneşin ilk ışıkları kara telleri arasında yayıldı. Ağabeyine eşlik ederek yukarı çıktı. Şafağın ışıkları Dol Amroth’u avcu içine alırken Lothiriel ve Elphir, diğer kardeşlerini buldular. Elphir hepsine bakıp gurur duydu. Kardeşleri uzun boylu ve güçlü delikanlılardı. Herbirinin cesur bir yüreği vardı ve kalplerinde amansız bir ateş yanardı.
    “Kardeşlerim.” dedi Elphir onlara, batı burcunda denizi selamlayan bir terasa çıktıklarında. Denizden göz kırpan hayaletler sessiz sedasız gölgelerine çekiliyorlardı. Dalgalar biraz huzursuzdu. Sanki yönlerini ve amaçlarını kaybetmişlerdi. Elphir Ossë’nin huzursuz olduğunu tahmin ediyordu. Dalgalar o yüzden böyle başıboş akıyor olmalıydı. Hayaletler belki de bu yüzden böyle huzursuzdu.
    “Bir karar vermemiz gerekiyor. Babamızın zamansız gidişinden beri düşünüyorum bunu. Karanlık üzerimize çöktü ve bizim acilen bir şey yapmamız gerekiyor. Ya burada kalmalı ya da kuzeye doğru yürüyüşe geçmeliyiz.”
    “Dol Amroth’un Prensi olarak karar sizin ağabeyim.” dedi Amrothos. “Sen ne dersen o olur.”
    Elphir ona yarım bir gülümsemeyle baktı. “Ama Dol Amroth prensi ne yapması gerektiğini bilmiyor Amrothos. Kardeşlerinin yardımına ihtiyaç duyuyor.”
    “Burada kalırsak ne yapabiliriz ki?” dedi Erchirion. Denizi işaret etti eliyle. “Arkamızda deniz, önümüzde Sauron, kaçacak bir yer yok. Savunacak bir kalemiz var ama ne kadar dayanabiliriz? Lórien’in dahi düştüğünü söylüyorlar. Dol Amroth, böylesine güçlü bir tehdide karşı ne yapabilir?”
    “İşte benim aklımı kurcalayan da o.”
    “O zaman kuzeye gitmeliyiz.” dedi Lothiriel. “Kuzeyde bir ordunun toplandığı söyleniyor. Kim ya da kimler tarafından bilemiyorum ama bir şekilde oraya ulaşmamız gerekiyor. Savaşacaksak hep beraber olmak zorundayız.”
    “Bir hayalet avına dönüşmesinden korkuyorum onun da. Ya hepsi sadece dedikodudan ibaretse? Ya da Sauron’un bizi kalemizden çıkarmak için tezgahladığı bir oyunsa? O zaman ne olacak? Halkımı tehlikeye atmak istemiyorum.” diye karşılık verdi Elphir. İki elini masaya dayadı ve derin bir nefes aldı. Kardeşleri de düşünceli ifadelere büründüler ve bir çıkış yolu aradılar.
    “Halkımız ve ordumuz tamamen hazır olana kadar bekleyelim o zaman.” dedi Lothiriel. “Belki bir çözüm yolu buluruz.”
    “Eğer kuzeyde bir ordu varsa, yakın zamanda gerçekten var olup olmadıklar anlaşılacaktır.” dedi Amrothos düşünceli bir ifadeyle. Parmakları sakalında gezdi ve gözleri ufkun ötesine takıldı. “Ama Sauron’un bize saldırmak için çok bekleyeceğini sanmıyorum. Mordor’un orduları yakında kapımızda olacaklardır.”
    Pervaza doğru yürüyen Erchirion’un sesi endişeli çıkıyordu. “Üç Yüzük’ü de almış olmalı Sauron. Rotası o yöndeydi. Gri Limanlar’a da*, Lothlórien’e de, Rivendell’e de saldırdı. Şimdi gücünü tekrar topluyor olmalı. Oralarda olan ordular az olsa bile girmek için çok büyük bir güç harcamaktan başka seçeneceği yoktu. Zafer kazanmış olsa da, bu ona pahalıya patlaşmıştır.”
    “Sadece ork sayısı azalmıştır.” dedi Elphir umutsuz bir ifadeyle. Kardeşlerinin yüzü gölgelendi. “Sauron’un kötülüklerinin sınırı yok maalesef. Her geçen gün yeni ve karanlık şeyler çıkarıyor karşımıza.”
    “Şimdi zaferi de tamamlandı...” dedi Lothiriel, titreyen bir sesle. Gözleri korku ve nefretle bakıyordu. “Tek Yüzük onda tekrar ve biz ne yapabileceğimizi bilmiyoruz.”
    Karanlık düşünceler içinde dağıldı Imrahil’in çocukları ve herkes hazırlıklara geri döndü. Elphir Kuğu Şövalyeleri’ne talim yaptırdı ve gece tekrar çökmeye başlarken ancak odasına giden yolu tutmuştu. Hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu ve Dol Amroth için karanlık saatler yaklaşıyordu.
    Elphir rüzgarlar eşliğinde pelerini savrulurken kıyıdan, şehrin içine doğru yürüyor, pervazı olmayan iskeleden yavaş adımlarla geçiyordu. Adeta önünü bile görmüyordu, tek yapabildiği şey her olasılığı düşünmekti. İşte böyle karamsar bir havayla yürürken bir anda dengesini kaybetti ve derin sulara doğru düşmeye başladı. Kendini suda bulduğunda gülmeye başladı ve ıslanan zırhına baktı. Güneş tamamen batmıştı ve Tilion’un taşıdığı Ay’ın ışığında kahkahalarına devam etti. Kendi haline gülüyordu ve dikkatsizliğine özellikle.
    İskeleye doğru yüzmeye başladığında bir anda ileri gidemediğini fark etti. Ne kadar çabalarsa çabalasın, yüzemiyordu ve bir anda batmaya başladı. Her çırpınışında kendini daha aşağıda buldu ve sessizlik etrafını sardı. Çığlık atamıyordu. Su izin vermiyordu. Yukarı doğru yüzemiyordu. Deniz müsaade etmiyordu. Derken havası iyice azalmaya başladı ve tam kendinden geçecekken bir anda başka bir yerde buldu kendini.
    Etrafı yeşillikti ve binlerce adamla birlikte batan güneşi sol taraflarına almış yürüyorlardı. Herkeste bir umut ve bir heyecan vardı. İleride yıkık bir kale görse de kalenin önünde iki uzun ve güçlü şekil onları bekliyordu. “Ossë ve Uinen bizi bekliyor olmalı.” dedi yanındaki kız kardeşi Lothiriel. Bu sanki Elphir için çok normalmiş gibi gülümsedi kız kardeşine ve bir anda kuzeye vardılar, coşkuyla karşılandılar.
    Elphir’in etrafı tekrar karardı ve kendini bir kez daha başka bir yerde buldu. Bu kez ork cesetlerinin üzerinde kan ter içinde duruyordu ve askerleri etrafında toplanmaya başlamışlardı. Burası Rohan Geçidi’ne benziyordu ve her yer orkların cesediyle kaplanmıştı. Güneş doğu ufkundan az yüksekte parlıyor, yeni doğan gün zaferin habercisi gibi parlıyordu uzaklarda. Askerlerin yüzlerinden yorgunluk ve mutluluğun karışımı bir ifade eksik olmuyordu. Her ne kadar yakınlarda Ossë’nin güçlü zırhı göz kamaştırsa da insanlar Elphir’in etrafında toplanıyorlardı. Aralarında birkaç Elf bile vardı. Ossë dahi yüzünü ona dönmüştü. Ossë’yi hiç görmemiş olsa da bir şekilde onu tanıyordu.
    Tanıdık Kuğu Şövalyeleri’nden bir tanesi atından inip kılıcını çekti ve Elphir’in yanına kadar yürüdü. Diğer herkes de oracıkta toplaştılar ve hep bir ağızdan haykırdılar: “KRAL ELPHIR FORNACÁLË!**”
    Elphir yaşananların şokunu atlatamadan evvel yine kendini başka bir yerde buldu. Bu kez yıkıntılara dönmüştü, burası Fornost olmalıydı. Arnor’un güçlü kalesi. Bir zamanlar yıkık olan bu kalenin büyük kısmı onarılmışa benziyordu. Çalışmalar bir yandan devam ediyormuş gibiydi. Elphir, yanında güzeller güzeli bir Elf’le yürüyor, arkasından kardeşleri ve iki Maia geliyorlardı. Fornost’un iç kalesinin devasa merdivenlerinde onları kara saçlı, uzun boylu bir Elf bekliyordu, elinde ise bir taç vardı. Yanında, elini tutan güzeller güzeli bir Elf’le beraber yürümeye devam ettiler. Elphir onun sadece güzeller güzeli yüzünü ve gözlerini görebiliyordu. O yeşil gözler nasıl olduysa onu sarhoş etmişti adeta. Başka bir şeye bakmak istemiyordu. Ancak önüne dönüp baktı ve kara saçlı Elf’i tekrar gördü. Elphir bir anda kendini orada, Elf’in önünde eğilmişken buldu ve taç başına konduğunda kalabalık yine haykırmaya başladı ve Elf’in son sözlerini hayal meyal işitebildi Elphir: “Arnor ve Gondor’un Kralı Elphir Fornacálë! Çok yaşa kral Elphir!”
    Etraf karardığında, Elphir bir kez daha gözlerini açtı ve yıldızlarla dolu geceyi gördü. İskelenin üzerinde uzanmış ve sırılsıklam bir şekilde yatıyordu. Ayışığı gözlerini almaya başladığında kafasını kaldırdı ve gördüklerinin şokunu daha atlatamadan karşısında dikilen devasa bir şekil gördü. İşte şimdi gerçekten de delirdiğini düşünüyordu.
    Korkuyla geri çekildi. Devasa boylarda biri vardı yanıbaşında. Devasa bir zırhı, sağ yanından sarkan dev bir boru ve bir tanrıya ait olabilecek inanılmaz bir asalet. ‘Bir tanrıya ait olabilecek...’ Eğer Elphir delirmediyse şu an karşısında duran ya bir Maia, ya da bir Vala’nın kendisi olmak zorundaydı. Gözlerini kırpıştırdı ve kafasına hafifçe vurdu. Gözlerini kapatıp uzun süre kapalı tutup açtığında bile şekil hala oradaydı. Arkası dönüktü.
    Gelen sesleri duyunca arkasına döndü şekil ve yüzü belirdi. Elphir bir kez daha şaşkınlıkla inceledi onu. En derin okyanuslar kadar mavi gözleri vardı. Zamanı yıllarla ölçülemeyecek bir derinlik vardı yüzünde. Böyle bir bilgeliğin kimsede olamayacağına emindi Elphir. Sakalları beyaz ve uzundu şeklin. Ama sadece orada ayakta duruşu bile Elphir’in kalbine korku salmaktan çok umut vermişti sanki.
    “Uyanabilmene sevindim.” dedi kalın, tok ve okyanuslar kadar derin sesiyle. “Boğulma tehlikesi yaşattığım için üzgünüm Elphir ama bazı şeyleri sana söylemektense göstermeyi tercih ettim. Zaman kazanmak adına.” Dev şekil ona bakarak gülümsedi ve hafifçe güldü. “Benim adım Ulmo.”
    Elphir’in gözleri, Sauron’un gözü misali açıldı ve ayağa kalkıverdi o anın şokuyla. Yerlere kadar eğildi ve selam verdi. “Selam olsun Suların Efendisi’ne!”
    “Selam olsun Dol Amroth’un prensine!” diye karşılık verdi Ulmo. “Gösterdiklerimden sonra ne yapacağınla ilgili kuşkun kalmamıştır umarım.”
    Elphir olanları hazmetmeye çalışıyordu. “Onlar... gelecek miydi efendim?”
    “Temenni diyelim.” dedi Ulmo. “Kuzeye gitmek zorundasın Elphir. Orta-Dünya’nın Özgür Halkları, Karanlık Güçler’e karşı birleşiyorlar. Bu bir gerçek. Senin de yardımına ihtiyaçları var.”
    “Yani burada kalmamalıyız.”
    “Kalırsanız, ölürsünüz. Üstelik İnsanlar, kendilerine yol gösterecek bir kral arıyorlar. Bunu yapabilecek sadece sen varsın.”
    “Ama Kral Elessar Kara Kapı’da öldü!” dedi Elphir. “Kral olması gereken o değil miydi?”
    “Oydu.” diye onayladı Ulmo. “Ancak ruhu şimdi Her Şeyin Babası’nın yanına gitti Arda’nın duvarlarını aşarak. Akıbetini biz dahi bilmiyoruz. İnsanların yeni bir öndere ihtiyaçları var. Bu kana sahip olanlardan biri sensin, o tahtta hak iddia edebilecek bir sen ve kardeşlerin kaldı.”
    Havadan bir rüzgar alıp başını Ulmo’nun sakalları boyunca hareket ederken Elphir yutkundu ve gözleri boş bakmaya başladı. “Anladığım kadarıyla güçlü müttefiklerimiz var.” diye tespit etti.
    “O müttefiklerden biri olmayı isterdim, Elphir ama yapabileceğim müdahale bu kadar. Üzgünüm.”
    “Güçler Savaşı’yla ilgili az da olsa bir şeyler biliyoruz efendim, bu kadarı bile yetecektir. Üstelik iki kişi daha gördüm görüntülerimde.”
    Ulmo başını salladı. “Benim Maiar’ım evet.” dedi neşeyle. “Ossë ve Uinen, bu savaşta sizin yanınızda olacaklar. Sauron’a denk bir düşman Ossë. Uinen de onun öfkesini dizginleyecek.”
    “Şükürler olsun Elbereth ve Sulimo’ya!” diye haykırdı Elphir mutlulukla. Kuzeyde birilerinin gerçekten toplandığı öğrenmek onu çok mutlu etmişti. Üstelik ordunun başlarında güçlü mü güçlü iki Maia vardı. Daha ne istiyebilirlerdi ki?
    “Ossë, Valar’ın emriyle hareket etmedi.” dedi Ulmo. “Çok büyük bir ordu daha yolda, başlarında yine Eönwë olacak. Gerçekten muazzam bir ordu. Ancak onları bekleme lüksünüz yok Elphir. Onlar gelinceye kadar Sauron’un zaferi kesin olabilir. Karşısında durmak zorundasınız. Onu yok etmek zorundasınız!”
    “Bunu nasıl başaracağız? Onun parmağından Yüzük’ü sökmek işe yaramıyor. Kral Isildur’un bunu yapmasına rağmen Karanlıklar Efendisi bir kez daha güçlendi.” dedi Elphir endişe kokan gözlerle. Gözleri Ulmo’ya yalvarır gibi bakıyordu sanki.
    “Yüzük’ü, onu yok edebilecek bir yere götürmeniz gerekiyor. Zaten bu denendi ve başarısız olundu, ama tekrar denenmek zorunda. Sauron’un parmağından yüzüğü kopardığınızda gücünü tekrar kaybedecek ve Kıyamet Dağı’nın alevlerine yüzüğü attığınızda onu tamamen yok edebilirsiniz.”
    “Kıyamet Dağı mı?” diye sordu Elphir şaşkınlıkla.
    “Yüzük, yapıldığı yerde yok edilebilir sadece. Ne yazık ki çağınızda Sauron’dan yetenekli bir demirci yok. Yüzük’ü alıp Aulë’ye götürmek isterdim ancak bunu yapamam. İşinize daha fazla karışamayız. Ya da Fëanor veya Celebrimbor’u yanınıza gönderebilmeyi isterdim, onların zanaatı belki de Yüzük’ü yok etmeye yeterdi, ancak Yüzük sadece Sauron’dan daha yetenekli ellerde veya yapıldığı yerde yok edilebilir. Kıyamet Dağı’nın sıcağı kadar sıcak bir yer de yok Orta-Dünya üzerinde.”
    Elphir başını salladı anladığını belli etmek için. İskeleye çarpan dalgaların düzensiz sesi kulaklarını tırmalamaya başlamıştı. Tekrar dalgaların düzensiz hareketine baktı ve Ossë’nin gerçekten de kuzeyde olduğunu idrak etti. Rüya görmüyordu. Gerçekten Ulmo tam karşısındaydı ve ona Arnor ve Gondor’un Birleşmiş Kralı olmasını öğütlüyordu.
    “Sana güveniyorum Elphir. İnsanları tek bir sancak altında birleştirmen icap ediyor. Onların önünde at sürmeli ve Sauron’un karanlığını Maiar’ımla ve Elflerle birlikte aydınlığın içinde boğup yok etmelisin.”
    Ulmo denize doğru gitmeye başladığında Elphir arkasından seslendi. “Bunu yapacağım.” dedi güven dolu bir sesle. “ÇOK YAŞA SULARIN EFENDİSİ! ÇOK YAŞA!”
    Suların Efendisi omzunun üzerinden baktı ona ve başıyla selam verirken Elphir yerlere kadar eğildi. Derken aklına bir şey gelmiş gibi başını kaldırıp seslendi: “Gördüğüm Elfler kimdi?” diye sordu yüksek sesle, uzaklaşan Vala’ya sesini duyurabilmek için.
    “Biri, zamanında unutulmuş ve çok hatalar yapmış bir Elf’ti, ancak artık affedildi. O Sauron’a olan savaşınızda ordularınızın en büyük kozlarından bir tanesi olacak. Onun yüreğindeki müziğe umut bağlayabilirsin. Bir kılıç verecek sana, onu kabul et. Diğer Elf’in kim olduğunu da senin bulman gerekiyor Elphir. Bunu sana ben söyleyemem.”
    “Çok güzeldi.” dedi Elphir ona gülümseyerek. “Bir Elf güzel olur evet ama...”
    “Her kralın bir kraliçeye ihtiyacı vardır. Gondor ve Arnor’a da öyle bir kraliçe yakışır.”
    “Saç rengini tam seçemedim.”
    “Tilion’ın parıltılarından bir farkı yok saç renginin. Gönlündeki bolluk ise Varda’nın yıldızları kadar derin. Onu arayıp bulduğunda, anlayacaksın onu gördüğün an ve gönlündeki ateşi dindireceksin vakti geldiği zaman. Ey Elphir, yolun açık olsun!” Bunu dedikten sonra Ulmo bir anda suya karıştı ve gözden kayboldu. Arkasına döndüğünde uzaktan üç kişi gördü Elphir ve şaşkınlıkları dile getirelemeyecek kadar büyüktü. Elphir onlara doğru yürüdü ve her şeyi duyduklarını sadece onlara bakarak anladı.
    Yanlarından geçerken kardeşlerine bakıp gülümsedi ve bir elini Amrathos’un omzuna koydu. “Vakit geliyor. Şövalyeleri hazırlayın. Halka haber verin. Askerler zırhlarını kuşansın. Gidiyoruz. Kıyıdaki yalnız ışık artık kuzeyde parlayacak.”
    Geçip gittiğinde kardeşlerinin gülümsediğini hissedebiliyordu. Hatta Lothiriel’in hafif kıkırtısını duymuştu. “Emredersiniz Majesteleri.”
    “ARNOR’A!” diye bağırdı Erchirion neşeyle ve iki kardeşi onu mutlulukla gülerek tekrar ettiler: “ARNOR’A! KUZEY KRALLIĞI’NA!”

Notlar:
*Narya’nın Gandalf’ta olduğu bilinmiyordu. Bu sebeple Cirdan’da olduğunun tahmin edildiğini düşündüm.
**Fornacálë: Kuzeydeki Işık/Kuzeyin Işığı manasına gelir (Forna: Northern, Cálë: Light) Elphir’in lakabı haline gelecektir ileride.

***Genel bir not olarak da, eğer Gondor & Arnor tahtında hak iddia edebilecek biri varsa bunun da Imrahil’in oğulları olduğuna karar verdik. Aragorn’un ölümünün ardından en mantıklısı Dol Amrothlular gibi duruyordu. Bu sebeple Elphir karakteri seçildi. Soyları Numenor’a dayanıyor ve Aragorn öldüğünden onlar ya da Faramir mantıklı görünüyordu. Faramir konusuna değineceğiz.


18 Ekim 2015 Pazar

Ñoldor'dan Hikayeler - Bölüm VII: Gece Çöküyor

Bölüm VII: Gece Çöküyor

    Formenos Varda’nın yıldızlarının güzelliğiyle aydınlanırdı her gece. Telperion’un gümüş ışıkları Formenos’un güçlü duvarlarına çarpar, Laurelin’in narin ve sıcak dokunuşlarını beklerdi. Devasa kale heybetli bir Vala misali kuzey tepelerinde uzanır, yüksek kuleleri ve duvarlarıyla göz kamaştırırdı. Yine öyle bir geceydi ve yaşlı kral avluya yürüyordu. Kalenin duvarları, rüzgarların soğuk esintisi arasında ve yavaş adımlarla ilerliyordu. Uzun siyah saçları, en yaşlı Elflerden biri olmanın asaletiyle omzundan aşağı dökülüyor, kırmızı-siyah geçişli kıyafetiyle soğuktan güzelce korunuyordu.
    Yaşlı Kral’ın kalbi huzursuzdu. Adımları sanki zar zor atıyor, tüm Formenos üzerine geliyordu. Nedenini bilmiyordu bunun. İlk uyanıp gökyüzündeki yıldızları gördüğünden beri böyle bir belirsizlik içersinde olmamıştı. Tata’yı hatırlıyordu ağaçların arasında yanlarında gelirken. Yıldızları izliyorlardı o sırada soğuk nehrin kıyısında. Hava serin olmasına rağmen mükemmeldi ve hiçbiri üşüdüğünü hissetmiyordu. Yıldızları izliyorlardı sessizce, etraflarındaki her şeyden daha ilginç gelmişti onlara, özellikle de Yaşlı Kral’a. Yıldızların şarkısını dinlemek o an yaptığı ve belki de bugüne kadar yaptığı en güzel şeydi. Narin mırıltıları ve suyun sakin akış sesinin arasında ilk uyananlar öylece beklemiş ve Tata gelince ona katılmışlardı.
    Koyun her yeri güzel çiçeklerle ve yemyeşil çimlerle doluydu. Yaşlı Kral o kokuyu iyi hatırlıyordu ve Nahar’ın toynaklarından çıkan sesleri de öyle. Kişnemesini daha sanki dün duymuş gibiydi. Yıldızların altında titreşen bembeyaz bir ışık gibi gelmişti Nahar ve Avcı. Yaşlı Kral onu görür görmez nasıl da bir aydınlıkla ve onları düşünen bir kalple geldiğini anlamıştı. O yüzden halkı tarafından seçilmiş olmak da ona ayrı bir gurur vermişti.
    Ağaçları ilk gördüğü zamanı da hatırlıyordu Yaşlı Kral. Batı’nın Efendileri’ni ilk gördüğü anı da. Yıldızların Kraliçesi’nin güzelliğini, Toprağın Kraliçesi’nin asaletini ve Rüzgarların Efendisi’nin duruşunu ilk defa gördüğü anı asla unutamayacaktı. Ağaçların ışığını gördüğü andan itibaren farklı biri olmuştu ve kutsanmış gibi hissetmişti.
    Hala daha kutsanmış gibi hissediyordu.
    Bir an yolculukları geldi aklına ve eski dostu Elwë’nin başına neler geldiğini tekrar merak etti. Onu geride bırakarak buralara kadar gelmesi hala kalbinde bir yaraydı Yaşlı Kral’ın.
    O uzun yolculuğun sonunda aradıkları mutluluk ve huzura erişmişlerdi ancak bugünlerde tekrar o huzuru kaybettiğini hissediyordu.
    Cuivienen’deki suların berrak seslerini ve rüzgarların o el değmemiş ağaçları arasındaki mırıltısını duymak, belki de ihtiyacı olan tek şeydi. Yüreğine nedense oraların özlemi düşmüştü.
    Avludan bir rüzgar esti ve Yaşlı Kral’ın dikkatini çekti. Bakışlarını oraya çevirdiğinde adımlarına son verdi ve iki kara saçlı Elf’in konuştuklarını fark etti. Bunlar iki torunuydu. Kanafinwë ve Morifinwë. En büyük oğlunun ikinci ve dördüncü çocukları. Curufinwë’nin tüm çocukları kendi ismini taşıyordu ve Yaşlı Kral onlara baktıkça gururlanıyor ve kanının devam ettiğini görmek onu mutlu ediyordu. Kendi varlılığın bir yansımasını görür gibiydi. Onların yanına doğru giderken kızıl saçlı, uzun boylu bir Elf belirdi avlunun doğu kapısından. Kardeşlerine doğru yaklaştı. Bu da Curufinwë’nin en büyük oğlu Nelyafinwë’ydi. Üçüncü Finwë. Kısaca Nelyo denirdi ona. Ñoldor’un kraliyet sırasında üçüncüydü ve annesinin saçlarını almış olsa da hatları aynı babasını ve Yaşlı Kral’ı andırıyordu. Saçları aynı Yaşlı Kral’ınkiler gibi kuzguni olsa da Kanafinwë annesine çok benziyordu. Bilge Nerdanel’e. Oğlunun başına gelen en iyi şeye.
    Üçü de Yaşlı Kral’ı görünce selam durdular ve Morifinwë’yle Kanafinwë’nin çıktığı avdan konuştular. Yaşlı Kral onları dinleyerek kalbindeki huzuru tamir etmeye çalıştı, biraz iyi gelse de huzursuzluk asla tam anlamıyla kaybolmadı.
    Sohbetleri derinleşirken bir ses duydular: “Atar. Nelyo.” diye seslendi zarif bir ses onlara. Nelyo ve Yaşlı Kral dönüp baktılar ve Bilge Nerdanel’i, bembeyaz kıyafetleri içinde avlunun batısındaki ağacın altında gördüler. Telperion’un gümüş ışıkları ve yıldızların soluk ışığı ağaç dallarının arasından Nerdanel’in kızıl saçlarına çarpıyordu. “Bir süre gelebilir misiniz? Bir ulak Valmar’dan bir mektup getirdi.”
    Yaşlı Kral, bizzat Nerdanel geldiğine göre durumun önemli olduğunu düşünerek Nelyafinwë ile birlikte Nerdanel’i takip ettiler. Curufinwë’nin çalışma odasına kadar geldiklerinde Yaşlı Kral, büyük oğlunu elinde bir mektupla ayakta beklerken buldu. Mektuba bakıyordu. “Sorun nedir Fëanáro?” Ona bu isimle seslendiğinde kalbinde bir dalgalanma hissetti Yaşlı Kral ve Miriel aklına düştü, bu ismi oğluna Miriel vermişti ama oğlunun konuşmaya başlaması tekrar kendini o ana vermesini sağladı: “Valar beni çağırıyor.” dedi Curufinwë. “Manwë bizzat gelmemi emrediyor.”
    Odanın geniş pencereleri rüzgarı içeri alıyordu ve oda serindi ama Yaşlı Kral zaten sıcağı sevmezdi. Yüzünü mektuptan aldı ve oğluna baktı. “Öyleyse gitmek zorundasın. Arda’nın Yüce Kralı emrediyorsa bize sadece uygulamak düşer.”
    “Siz de davet edilmişsiniz.” dedi Curufinwë.
    Mektubu ona uzattı ve Yaşlı Kral alarak okudu mektubu. Sadece Curufinwë’nin gelmesi emredilmişti. Diğerleri sadece davet edilmişti. Yaşlı Kral mektubu geri verip gülümsedi oğluna. “Ben gitmeyeceğim. Sürgünün devam ettikçe kendimi kral saymıyorum ve görüşmüyorum da halkımla.” Curufinwë baktı ona öylece ve diyecek bir şeyi olmadığını Yaşlı Kral çok iyi anlamıştı. “Sen gitmelisin. İsterlerse diğerleri de senle gelsinler.” Nerdanel’e bakmıştı Yaşlı Kral ilk önce. Kocasıyla aralarının çok iyi olmadığını, biraz uzaklaştıklarını biliyordu. Yine de gözlerindeki endişe kırıntısı ne kadar uzaklaşırlarsa uzaklaşsınlar hala bir yerlerde o evlendikleri çift olduğunu gösteriyordu. Nerdanel’in Curufinwë’nin sürgününe eşlik etmesi bile bunun anlaşılması için yeterliydi aslında.
    “Ben de gitmeyeceğim.” dedi Nerdanel, Ñoldor’un prensesi. “Çocuklarımın gideceğini sanmıyorum. Onları bırakamam. Haksız mıyım Nelyo?” Nerdanel en büyük oğluna baktığında gözler ona çevrildi. Hepsinden uzun boylu olan Elf önce annesine sonra dedesine baktı. “Arsa’thair haklı, sen de haklısın Amil. Babamın sürgünü devam ettikçe, ben de ayak atmam Valmar’a. Yaşlı Kral gülümsedi, torununun içinde babasında yanan alevi görebiliyordu. Nerdanel’e baktığında bir kez daha gurur duydu ona, oğluna böylesine güçlü kudretli yedi oğul verecek kadar kudretli bir kadındı. Belki de Ñoldor’un içinde en kudretlisi bile sayılabilirdi bu yüzden. Yaşlı Kral bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.
    “Kardeşlerim de bana katılacaktır.” diye ekledi Nelyo.
    “Seni o yüzden çağırdım zaten.” dedi annesi. “Kardeşlerin seni takip edecekleri için.”
    “Öyleyse karar verildi.” dedi Curufinwë. “İlk ışıkla yola çıkıyorum.”
    “Umalım da Laurelin’in ışıkları bize yol gösterir.” diye diledi Nerdanel gözleri kocasının omzunun üzerinden dışarı, uzaklara baktı.
   “Silmarilleri de burada bırakıyorum Atar.” dedi Curufinwë. “Demir bir sandıkta, burada güvende olacaklardır. Silmarillerimin ışığını görmelerini istemiyorum.”
    “Nasıl istersen oğlum.”
    Çok geçmeden dağıldılar ve Yaşlı Kral, Indis’i özlediğini düşünerek uykuya daldı ve şafağa az bir vakit kalana dek uyudu. Rüyasında yine ilk uyandığı koydaydı ve yıldızları seyrediyordu. Uyandığında yıldızların henüz gökyüzünü terk etmediklerini gördü. Laurelin henüz uyanmamıştı. Giyinip avluya doğru indiğinde bir atın hazırlandığını gördü. Oğlunun olmalıydı. Merdivenleri inerken Nerdanel’in gümüş kemerlerin altında kalenin kapısına doğru baktığını fark etti. Kollarını kavuşturmuştu ve endişe içindeydi. Yanına gitti Yaşlı Kral. Nerdanel onu görünce kederli surat ifadesini dağıtmaya çalıştı ama pek de başarılı olamadı.
    “Sanırım kalbin huzursuz kızım?”
    “Öyle, Atar.” dedi Nerdanel ona bakarak. Kayın babası olsa bile onu kendi babası gibi gördüğünü Yaşlı Kral iyi biliyordu. “Nedenini bilmiyorum.”
    “Fëanáro için mi endişeleniyorsun?” diye sordu Yaşlı Kral.
    Nerdanel başını salladı. “İçim rahat değil, kötü bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum.”
    “Meraklanma.” diye onu teskin etti Yaşlı Kral, elini omzuna koydu. O sırada oğlu da elinde eyeri ile avluda belirdi ve atına doğru yürümeye başladı. “İyi olacaktır. Ama en azından ona veda etmelisin.”
    Kızıl saçlı Elf tekrar salladı başını ve ona teşekkür ederek kocasına doğru yürüdü. Curufinwë onu fark ettiğinde uzun zamandır yüzünde görmediği bir şeyi fark etmişti. O da gerçekten eskiden Nerdanel’le olduğu halini içten içe özlüyor olmalıydı.
    Ama işte şimdi Ñoldor Krallığı’nın veliaht prensi tek başına Valmar’a doğru yol alıyordu.
    Nerdanel, ona yaklaşınca Curufinwë öylece bekledi yerinde, derken sardı karısını kollarıyla. O an, anlaşmazlıklarını bir kenara attılar ve Nerdanel en azından kalbini ferahlattı. “Ilúvatar’ın ışığı seninle olsun Fëanáro.” diye fısıldadı Nerdanel onun kulağına. “Bana tek parça olarak geri dön, olur mu?” Curufinwë onun mükemmel kokusunu içine çekti ve “Döneceğim.” dedi. “Ilúvatar şahidim ki ondan bile korkmuyorum, bana bir zarar gelmeyecek.”
    “O günden beri huzurlu olamadım asla.” dedi Nerdanel ona sarılmayı bıraktığında. Curufinwë onun belinden tuttu ve Nerdanel de kocasının güçlü omuzlarına elini koydu.
    “Ateşin Tini’ni istediği şeyden kimse alıkoyamaz biliyorsun melmënya. Geri döneceğim ve iyi olacağım.”
    Nerdanel başını salladı ve onu öperek veda etti. Ardından Curufinwë atına bindi ve Yaşlı Kral ona yaklaştı. Atının üzerinden ona bakan oğlu gülümsedi ve “Merak etme, Atar. Çabucak döneceğim. Her şey sana emanet. Onlar da.”
    “Merak etme oğlum. Üçü de güvende. Kendine dikkat et.”
    “Sen de öyle.”
    Curufinwë arkasına döndü ve açılan kale kapılarından dışarı çıkmaya başladı, çıkmadan son kez arkasına dönüp babasına başıyla veda ederek gülümsedi. Yıldızlar yavaşça kaybolmaya başladılar ve Laurelin tam olarak uyandığında Curufinwë gitmiş ve Yaşlı Kral’ın kalbine bir huzursuzluk tekrar çöreklenmişti.
    Akşam olana kadar zaman çabuk geçti ve karanlık üzerlerine çok geç olmadan çöktü. Yaşlı Kral bir anda dışarıda atılan çığlıklar ve tuhaf bağırışmalar duydu. Hızla dışarı fırladığında yedi torununu da gelinini de, kale burçlarında, rüzgarın ve karanlığın eşliğinde Valmar’a doğru bakarken buldu. O an Telperion’un gümüş ışıklarının gelmediğini ve Varda’nın göz bebeklerinin tek başlarına karanlıkla mücadele ettiklerini fark etti. Gözleri gökyüzüne, ardından da Ağaçların olduğu tarafa döndü. Burçların sonuna geldiğinde tüm asker ve halkın gözlerinin orada olduğunu fark etti ve Nerdanel’in gözyaşlarının kale duvarlarını ıslattığını. Şok etkisi hepsini sardı ve neler olduğunu anlayamadılar. “Işık nasıl olur da gider?” diye sordu Nerdanel. Bir yandan da kocasını düşünüyordu. Nelyo derhal askerlerden bir bölük ayarlarak Valmar’a yolladı ve neler olduğunu öğrenmelerini istedi. Yaşlı Kral o sırada o gördüğü ışıkların nasıl olup da gittiklerini düşünüyordu ve kalbindeki kedere bir dur demeye çalışıyordu.
    Nasıl giderdi Telperion’un gümüş ışıkları, nasıl olur da Laurelin artık altın ışıklarını saçmazdı etrafa?
    Herkes keder ve şok içinde bekleşirken Yaşlı Kral evine döndü ve yiten ışıklarla beraber kederini içine attı.
    Kapısı çalındığında başını kaldırdı Yaşlı Kral ve kapıya doğru baktı. Ayağa kalmak istemiyordu nedense ama kendini zorladı ve kapıya doğru yürüdü. Her adımını zorlukla atmıştı sanki. O an niyeyse oğlunun onun için dövdüğü kılıç çarptı gözüne, kapının hemen yanındaydı. Hemen beline takıverdi ve bekletmeden kapıyı açtı.
    Bir anda karşısında kapkaranlık bir şekil belirdi. Simsiyah saçlar, simsiyah kıyafetler ve dehşet saçan bir yüz. Az önce nasıl bir karanlığa ve gölgeye battığı tahmin edilemeyen bir yaratık bakıyordu ona doğru. Elinde kanlı bir kılıç tutuyordu. Adeta dumanlar tütüyordu üstünden. Gölge bir anda Yaşlı Kral’ın kalbine çöreklendi ve Karanlık Olan’ın sesi beyninde yankılandı. “İyi akşamlar Yüce Kral.” diyerek selamladı onu Melkor Bauglir. Sahte nezaketi, varlığına dair geri kalan her şeyiyle yalanlanıyordu.
    Yaşlı Kral’ın eli kılıcına gitti ve karanlığın gözlerinin içine baktı. “Ne istiyorsun? Geldiğin yere çek git!” diye bağırdı.
    “Gideceğim.” dedi Melkor soğuk bir ifadeyle. “Ancak istediğim bir-iki şey var.” Boştaki elini havaya kaldırmış ve parmaklarından ikisini kaldırmıştı, sanki bir şeyi tutuyordu. Sanki bir mücevheri...
    Yaşlı Kral anında kılıcını çekti. Cesurca. O an hiçbir şeyden korkmuyordu, karşısındaki Arda’nın üzerinde yürüyen en kudretli canlı olsa da korkmayacaktı. Onun yüreğinde de bir alev yangın yeri gibi yanıyordu.
    “Hayır, istediğini alamazsın!” diye bağırdı Yaşlı Kral. “Her nereden geldiysen oraya çek git seni korkak! Ancak kaçmayı bilirsin!”
    Melkor kılıcını kaldırdığında Yaşlı Kral için her şey bitmişti. Kılıcın havayı yararkenki tınlaması havayı yarmış ve Yaşlı Kral için bir anda etraftaki her türlü rüzgar ve her türlü ses kesilmişti. Ne ayaklarının altındaki taş zemini hissediyor, ne kıyafetlerinin tenine değişini fark ediyor, ne de elinden uçup giden kılıcının sesini duyabiliyordu. Sadece soğuk vardı. Öylelikle yere doğru diz çöktü ve karnında biriken kırmızılığa baktı. Nasıl da kıyafetiyle uyum sağlamıştı öyle... Elini oraya götürdü ama hiçbir acı hissetmiyordu. Aklına birden Indis düştü. Onun altın saçlarını bir daha göremeyeceğini fark etti. Kederlendi. Oğullarını da göremeyecekti. Asil Fingolfin’i ya da bilge Finarfin’i. Torunlarıyla iyi vakit geçiremeyecekti. Valinor’un toprakları üzerinde gezinemeyecekti. Ölüm ne demek biliyordu biricik Miriel’ini kaybettiğinden bu yana ama kendi başına gelebileceğini düşünmemişti. O oğlu için yaşamayı seçmişti ne de olsa.
    Kafasını çevirebildiğinde Melkor’un elinde demir bir kasa tuttuğunu fark etmişti. Silmarilleri ele geçirmişti. Curufinwë kim bilir ne kadar öfkelenecekti.
    Melkor elinde demir sandıkla birlikte çıktı Yaşlı Kral’ın evinden ve bir gölge gibi, hızlıca kayboldu. O kadar hızlı kaybolmasına anlam verememişti Yaşlı Kral ama onun yüzündeki acıyı görebilmişti. Silmariller elini yakıyor olmalıydı, hem de deliler gibi...
    İşte o sırada dengesini kaybetti, gücü dizlerinden de çekildi ve yere uzandı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama çok geçmeden kulakları bir ses işitti. Yağmur yağıyordu. Gözleri akan damlaları gördü gökyüzünden. Ama hissetmiyordu. Sadece soğuk vardı.
    Çok geçmeden bir ses daha duydu Yaşlı Kral. Oğlunun acı içinde haykırışını. Onun ölmeye başlayan bedenini tuttuğunu ve acılar içinde ağladığını gördü. Curufinwë yürekleri dağlayan bir haykırışla ağlıyordu. Geri kalan Ñoldor da etrafında toplanmaya başladılar ve Curufinwë’nin yakarışlarına kulak kesildiler. Yaşlı Kral için son gelmişti artık.
    ‘Ölmek böyle bir şeymiş demek. Affet beni oğlum. Seni yalnız bırakmak istemezdim...’
    Gökyüzü Ñoldor’un biriciği için gözyaşı dökerken, Formenos’a karanlık çöktü ve yeni kral diz çöktüğü yerden uzun bir süre kalkamadı ve gözyaşları uzun bir süre onu terk etmedi...
    Kutlu topraklarda ilk kan dökülmüştü böylece, Yaşlı Kral katledildiğinde...
    Artık gece çökmüştü. Bir dehşet yerinden uyanmış ve Curufinwë artık ayağa kalkıp etrafına baktığında öfkeden kimse yüzünü tanıyamaz olmuştu. Babasının ölü bedenin başında durmuş sadece tek bir şeyi tekrar etmişti. “Onu yok edeceğim, Atar. İntikamını alacağım. Sana söz veriyorum.”

    Kuşkusuz ki Ateşin Ruhu bu sözü verdiğinde gece tamamen çökmüş ve yıldızlar bir ağıt yakmışlardı gökyüzünde.


25 Eylül 2015 Cuma

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Sekizinci Bölüm: Gölgelerdeki Parıltı

    Zindanlar soğuk ve sessizdi. Mordor’un bu kadar soğuk olabilmesi bile şaşırtıcıydı. Soğuk her tarafa okyanusun tabanı misali işliyor, havanın boğuculuğu karanlığın soğuğuyla birleşiyordu adeta. Karanlık ve soğuğun beraberce mırıldandığı bir melodi sarıyordu her yeri. Ölümün ve yok oluşun şarkısı. Umutsuzluğun ve çöken kasvetin ezgisi. Sayısız gölgenin zaferinin her yana dağılan korkutucu sesleri taştan duvarlara bir bir çarpıp dağılıyor gibiydi. Her taşın arasına Karanlıklar Efendisi’nin yazgısının ince ayrıntıları dokunmuş, ilk Düşman’ın karanlığını bulma arayışını anlatıyordu sanki. Hiçbir yerden ışık gelmiyordu ama çığlıklar duyulabiliyordu. Şarkının arkasındaki enstürmanlar gibiydi çığlıklar. Dehşete ve umutsuzluğa daha iyi ne eşlik edebilirdi ki? Farklı güçlerde ve farklı ırklara ait olduğu belli olan pek çok çığlık geliyordu kulağa.
    Ah çığlıkları dinlemek her zaman en kötüsü olmuştu. Elrohir son zamanlarda ne kadar çığlık duyduğunu sayamayacağını fark etti. Binlerce duymuştu belki de. Herbiri canını yakıyordu.
    Sessizlik içinde vakit asla bitmeyecekmiş gibi görünüyordu, esir edildiğinden beri ne bir işkence görmüş ne de kötü bir şey gelmişti başına. Bu yüzden daha da korkuyordu aslında. Sonu ne olacaktı? Sauron onunla ne yapacaktı? Nasıl kötülükler planladığını ancak Eru Ilúvatar bilirdi.
    Elrohir iyice karanlığa alıştığını düşünürken ve kendisini sessizliğin şarkısı içinde kaybetmişken zindanın kapıları gıcırdayarak açıldı ve hava daha da soğudu sanki. Amon Amarth’ın bu kadar yakınında sıcaktan erimeleri gerekirken Elrohir üzerine bir palto daha alsa daha iyi olabileceğini düşünüyordu.
    Devasa bir çift ayak girdi içeri, Elrohir yede bağdaş kurmuş oturuyordu ve karanlık üzerine ay tutulması misali çöreklendi. Bir anda Sauron’u karşısında bulmayı beklemiyordu Elrohir. İçindeki tüm mutluluk ve umudun çekildiğini hissediyordu iliklerine kadar. Bir anda aklına kardeşi düştü, Arwen de esir edilmişti... Acaba ne durumdaydı?
    “Elrohir.” dedi miğfersiz çıkagelen Sauron kızılımsı saçlarını sergileyerek. Sesi kayıtsızdı.
    Elrohir ona cevap vermedi. Ne demesi gerektiğini o an düşünemiyordu. “Hemen konuya gireceğim. Sana bir teklifim olacak Elrond’un oğlu.”
    “Teklif mi?” diyebildi Elrohir. Kendini o kadar güçsüz hissetmeye başlamıştı ki sanki sözcükler ağzından zorlukla dökülüyor gibiydi.
    “Evet.” dedi Sauron neşeyle, gözlerindeki karanlığın gölgesi altında kavrulan bir neşeyle. “Hayal edemeyeceğin kadar güçlü yapacağım seni. Bunu ister miydin?”
    Elrond’un oğlu cevap veremedi ve Sauron’a bakakaldı. Sauron devam etti: “Sana bir iyilik yapacağım, sen de bunun karşılığında bana bir iyilik yapacaksın.” Sauron’un tek bir el hareketiyle kapıların ardında bir hareketlilik oldu ve bir ork arkasındaki kardeşi Arwen’i sürükleyerek getirdi ve Elrohir’in karşısına oturttu. “ARWEN!”
    “ELROHIR!”
    Sauron o an kardeşlerin sarılıp az da olsa umut ve mutluluk beslemelerine izin verdi. Birazdan içlerindeki tüm mutlulukla beraber, Eru’nun oraya yerleştirdiği bir Elf’e dair ne varsa hepsini yok edecekti. Umut kırıntısından, ışığa dair olan her şeyi. Sevgiyi, merhameti... ne varsa toza dönüştürecekti.
    Ork, Sauron’un bir bakışı üzerine kardeşleri ayırdı ve Arwen zindanın öbür ucuna kadar sürüklendi. Sauron bir elini yumruk yapmış bekliyordu, Elrohir bunu ancak şimdi fark edebilmişti. Elinde bir şey tutuyordu. Elrond’un oğlu ne olduğunu öğrenmek istemediğini fark etti. Arwen’in yıkılmış gözlerine baktı. Kıyafetleri oldukça kirliydi, saçlarındaki parıltı kaybolmuş, gözlerindeki yaşama sevinci sona ermişti sanki.
    “Ne istiyorsun?” diye sordu Elrohir. Kardeşinin yüzünü görmek bile ona henüz savaşının bitmediğini haykırıyordu. Artık aklı biraz daha başına gelmişti.
    Sauron parmaklarını açtı ve avcunun içi bembeyaz bir güzellik belirdi. Karanlığın ortasında açan bir çiçek gibiydi. Öylesine parlıyordu ki bir an Elrohir onu Sauron’un düşmanı sanmıştı. Bu Nenya’ydı. Düşmüş leydi Galadriel’in yüzüğü...
    “Bunu almanı.” dedi Sauron basitçe, dudakları hafifçe kıvrılmışken. Adeta avını kafese çağıran bir avcının edasıyla bakıyordu. “Ve parmağına takmanı.”
    Zindana soğuk daha da işlerken Elrohir çatılmış kaşlarla ve endişeli bir ifadeyle Sauron’a bakakaldı, ne istediğini anlamıştı ve korkmuştu. Oturduğu yerde kendini biraz geri çekmeye çalıştı. Sauron gülümsedi ve kardeşini gösterdi Elrohir’in. “Onun ölmesini istemiyorsan Nenya’yı alıp kullanmanı istiyorum.” Karanlıklar Efendisi ileri doğru bir adım attı ve başını eğerek Elrohir’e iyice yaklaştı. “Yoksa kardeşin orkların akşam yemeği olur ve sen de canını kurtaramazsın ama onun herbir organının teker teker sökülüşüne tanık olursun... Bilmem anlatabiliyor muyum?”
    Elrohir o an derin derin nefes almaya başladı ve Sauron’un kara gözlerine bakamaz hale geldi. O sırada ork Sauron’un emriyle beraber Arwen’e kötü davranmya başladı. Arwen konuşacak halde değildi, dili bile hareket etmiyordu sanki. Ork ona vurduğunda yana savruldu ve Elrohir bağırarak ileri atılmaya kalktı ama Sauron’un ayağını tek bir defa yana atışı bile onu durdurmaya yetmişti.
    “Onu kurtarmak istiyorsan bunun gücüne muhtaçsın Elrohir.” Derin gölgelerin arasındaki o parıltı bu kez daha güçlüydü. Elrohir yüzüğü alırsa başına neler geleceğini biliyordu. Alsa da almasa da kardeşini kurtaramayacağını biliyordu. Ama ya mücadele edebilirse? Ya Sauron’un zaferden emin olduğu bir an onu yenebilirse? Bu düşünceler her tarafını sararken Arwen bir çığlık daha attı ve ork bu defa bıçağını çektiğinde Elrohir dayanamadığını fark etti. Eğer o yüzüğü almazsa Sauron alacak birini illa bulacaktı. Belki Arwen’i kurtarmanın bir yolunu bir şekilde bulabilirdi.
    Elrond’un oğlu ayağa kalktı ve elini uzattı. Sauron başını dikleştirip geniş bir zafer gülümsemesiyle yüzüğü uzattığında Elrohir Nenya’nın parıltıları arasında kayboldu ve avcunun içinde biriken gücü hissetti. Yüzüğü almasına rağmen ork durmamıştı. Elrohir derhal parmağına geçirdi Nenya’yı ve gözlerini kapatıp içine dolan gücün onu ele geçirmesine izin verdi. O an mükemmel hissetmişti. Leydi Galadriel’in yüzüğü Elrohir’in ruhunu arındırmış, gücüne güç katmıştı hala. Açlığı, yorgunluğu, her şeyi kaybolmuştu.
    Hemen düşünceleri kardeşine odaklandı ve orkun üzerine atılıverdi. Sauron öylece kenara çekilmişti, yüzündeki gülümseme asla solmamıştı. Elrohir orkun boynunu kırıverdi ve kardeşinin elinden tuttu. “İyi misin?”
    Bir anda başına ağrılar saplandı. Sanki binlerce kılıç zihnine doğru emsalsiz bir fırtına gibi yükleniyor, ruhu Udun’un alevleriyle kavruluyordu. Elrohir bağırmaya başladı ve Arwen korkarak geri geri gitmeye başladı. Elrond’un oğlu ellerini başına götürdü ve zar zor arkasına dönebildiğinde Sauron’un elinin havada olduğunu ve Tek Yüzük’ün altın parıltısıyla göz kamaştırdığını gördü. Arien’in yol gösterdiği güneş kadar parlaktı sanki. Bu acısını daha da arttırdı. Diz çöktü olduğu yerde. Başı hala deliler gibi acımaya devam ediyordu.
    Fakat bir anda her şey durdu.
    Elrohir ayağa kalktığında Sauron’un gülümsemesi daha da genişledi. Yüzüğü taktığı elini kapatarak bir yumruk haline getirdi ve Elrohir’e doğru yaklaşmaya başladı. “Kalk, Elrohir... Elf Yüzük-tayfı!” diye sevinçle haykırdı Sauron. İşte o sırada tekrar elini kaldırdı ve Elrohir’in ruhu çevresinde simsiyah bir haleyle beraber parlamaya başladı. O sırada zindanı korkunç fısıltılar sardı ve Arwen olduğu yere sessizce sindi. Parlak bir ışık Elrohir’in içinden yansırken mor bir hale etrafını sarıyor, karanlığa bulanarak zindanın tavanına kadar yükeliyordu. Elrohir zaman zama çığlık atsa da karanlığın içinde kayboluyor ve ruhu gölgeler diyarına adımını atıyordu. Sauron’un eli havadaydı. Tek Yüzük’ü inanılmaz bir güçle parlıyor, karşısındaki ışığı saran karanlıkla mükemmel bir uyumla dans ediyordu. Elrohir’in ruhunun Yüzük’üne aktığını hissediyordu Karanlıklar Efendisi. Bedeni gittikçe silikleşiyor, ruhu tamamen onun oluyor ve Nenya onun parmağıyla bütünleşirken Galadriel’in yüzüğünün tüm gücü Tek Yüzük’ün gücüne boyun eğerken gölgeleri bile korkutacak kadar dehşetle çığlık atıyordu. Hepsine hükmedecek Tek Yüzük karanlıkta Nenya’yı kendine bağlıyor. Onu bulmuş, getirmiş ve sahabetine alıyordu.
    Karanlık yuttu Elrohir’i. Ruhu artık Sauron’undu. Nenya karanlık bir hale bürünmüş, karanlıklar içinde çığlık atıyordu etrafına. Üzerindeki kristali sanki sönmüştü. Karanlıkla leylak bir ışığın birleşimi gibi yanıyordu Elrohir’in parmağında.
    Elrohir ayağa kalktığında siyah saçları daha da karanlıktı, artık neredeyse olmayan bedeni bir karanlığa gömülmüştü. Gözleri mosmor parlıyordu ve akları yoktu. Yüzü silikti, vücudu da öyle. Kıyafetleri ve zırhı sanki yüzyıllardır üzerindeymiş gibi görünüyordu ama onları da karanlık olay ufkuna kadar almıştı. Gölgelerin izni olmadan hiçbir ışık geçemiyordu Elrohir’den bu yana. Geçen ışıklar da göz korkutuyor, sinsi bir tıslamayla cevap veriyordu.
    Zindanlar daha soğuktu ve Nenya’nın gölgeli fısıltıları dışında çıt çıkmıyordu. Sauron yaptığı işe bakarak gurur duydu ve Elrohir’in İnsan Yüzük-tayflarından çok daha iyi göründüğünü düşünerek mutlu oldu. Tam bir dehşetin habercisiydi. Vahşet getirmek için bekliyordu sanki. Gözleri boş bakıyor, elleri sanki bir kılıç arıyordu.
    “Şimdi...” dedi Sauron. “Onu öldür.” Arwen’e bakarak konuşmuştu ve Elrohir başını kaldırıp Sauron’a baktı. Sauron her ne kadar onun tamamen kendisine ait olduğunu ve iradesinin kölesi olduğunu bilse de kardeşe kardeşi öldürtmek ona derin bir haz verecekti. Elrohir’in içinde kalan parçalarının acı çekeceğini biliyordu, öfkeyle kuduracağını ama çaresizlik içinde debeleneceğini biliyordu. En ufak parçasına kadar yenecekti lanet olası Elrond’un oğlunu. İntikamını böyle alacaktı. Zamanında efendisi Morgoth’un elflere yaptığı işkencelere benzeyecekti bu. Elrohir kalbinde efendisinden nefret edecek ama iradesinin kölesi olmaya devam edecekti.
    Elrohir düşmüş orkun kılıcını eline aldı. Tereddüt etmemişti.
    Rivendell leydisi Arwen ona bakakalmış ve donuk gözlerle olanı seyretmişti. Zaten ölü gibiydi. Çığlık bile atmadı ve kılıç kalbini geçerken sadece çeliğin ete saplanan sesi duyuldu ve Nenya öfke içinde çığlık attı.
    “Onun başını kes.” diye emretti bu kez Sauron.
    “Efendim nasıl isterse.” Sesi buğuluydu ve sanki pek çok sesin birleşiminden oluşuyordu Elrohir’in. İçindeki gerçek kendisi ve köle olan ruhu birlikte konuşuyormuş gibiydi. Elrohir yine tereddüt etmedi ve kardeşinin başını bedeninden ayırdı. “Şimdi benimle gel.”
    Elrohir kardeşinin başını da yanına aldı ve zindanlardan çıktılar. Barad-dur’un karanlığı ve boğucu koridorları arasında gezindiler. Orklar bir bir selam duruyordu efendilerine ve yeni hizmetkarına gözucuyla bakıp onun ne olduğunu merak ediyorlardı.
    Bir grup esirin tutulduğu bir yere geldiler ve Sauron’un emriyle Leydi Arwen’in başı önlerine atıldığında bazısı çığlıklar içinde kıvrandı ve kimisi de kaskatı kesilip olduğu yerde kaldı. Sauron kalplerindeki umutları birer birer kırmaya uğraşırken yeni hizmetkarının kimliğini yine de saklı tuttu. Onun varlığı Ossë’ye de ordusuna da büyük bir sürpriz olacaktı.
    Aradan çok geçmeden iki farklı kapıdan iki yeni kişi girdi. Sağdan gelen uzun boylu ve sakallıydı. Bir insana göre fazla uzun bile sayılabilirdi. Bembeyaz saçları omzundan aşağı dökülüyordu ve karanlık tarafından yutulmuştu o da. Belinde güçlü ve karanlık bir kılıç asılıydı. Elf büyülerinin zehirlendiği ve Sauron’un kara büyüsüyle birleştiği net bir şekilde belli oluyordu. Kıpkırmızı gözleri dehşetle baksa da, aslında boştu ve silik bedeni arkasından salınan simsiyah bir pelerinle tamamlanmıştı ve zamanında bilge olan yüzü Sauron’un büyüsü ve karanlığıyla kirlenmişti.
    Soldan gelen de uzun boyluydu ve gözleri masmavi bir karanlıkla bakıyordu. Silik bedeni, ardından uzanan koyu mavi bir pelerinle tamamlanmıştı onun da ve etrafında karanlık mavi bir hale dönüp duruyordu.
    Birinin parmağında kıpkırmızı bir karanlıkla parlayan Narya, diğerinin parmağında ise mavi rengin tüm karanlık tonlarını taşıyan ve parlak ışığını karanlığın içinde kaybeden Vilya vardı.
    Sauron onlarla birlikte taht odasına doğru yürümeye başladığında, seslerin artık kimse tarafından duyulamayacağı bir yere geldiklerinde onlara şöyle seslendi:
    “Lord Círdan ve Lord Glorfindel, sizi yeni dostunuzla tanıştırayım. Lord Elrohir de artık sizden biri.”
    Onlara gülerek baktı ve intikam saatinin yaklaştığını düşünerek mutlu oldu.
    “Elf Yüzük-tayflarım... Siz Ossë ve ordusunun cehennemi olacaksınız!”

    Barad-dur’un karanlığı bir anda arkalarından çıkıp onlara katılan diğer sekiz Nazgul, yeni üç Nazgul ve Karanlıklar Efendisi’nin kara tahtına olan yürüyüşüyle daha da karardı. Boğucu koridorlar ve ateşin her yanda cirit attığı yollar Sauron’un kahkahaları ve Tayfların ayak sesleriyle yankılandı.


21 Ağustos 2015 Cuma

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Yedinci Bölüm: Sahibine Dönen Kılıç

Yedinci Bölüm: Sahibine Dönen Kılıç

    “SELAM OLSUN PRENS MAGLOR’A!” çığlıklarıyla inledi Gri Limanlar. Askerler defalarca bağırdı ve Uinen bile şaşkınlıkla kalakaldı. Çığlık tufanı sona erdiğinde ve en önde diz çöken asker konuştuğunda her yer sessizleşti: “Birinci Çağ’ın karanlığında ve Morgoth’un zulmü sırasında, ben Kral Finrod’un sancağı altında çarpışmıştım. Dagor Alcarin* sırasında da Prens Maedhros ve Prens Maglor’un atlarının ardında at sürme onuruna eriştim ve zaferlerine tanık oldum. Kuşkusuz ki Maglor Geçidi’ni savunan ve Morgoth’a karşı en önde savaşan bir lordun burada olması beni oldukça şaşırttı efendim.”
    “Adın ne?” diye sordu Maglor ona. Sanki sesi uzun zamandır çıkmıyordu. Zorlukla konuşmuş gibiydi. Ama sesi o kadar gür ve güzeldi ki Elladan tarif edecek kelime bulamıyordu. Askerin önünde bir kule gibi uzanmış bekliyor, yöneltilen övgülerden pek de memnun görünmüyordu. Övgü almak istemiyordu. Alacağı hiçbir övgü onun kalbindeki yaraya merhem olamazdı.
    “Luinil** prensim.” diye cevap verdi adam dik durarak ve ona gururla bakarak.
    “Beni iyi hatırlamana şaşırdım.” dedi Maglor. Sesi bu defa da kederli çıkmıştı. Kederliden ziyade ruhunu kaybetmiş bir adamın şevki ve pişmanlığın gölgesiyle.
       “Öldüğünüzü duymuştuk.”
    “Sanırım herkes öyle sanıyor. Yalan da değil Luinil. Bir ölüden farkım yok. Ruhumu çoktan kaybettim. Mandos’un Salonları’ndaki acıdan daha fazlasını çekiyorum.”
    Sessizlik çöktü o anda aralarına. Luinil üzülmüştü. Prens’in bu halde olması yüreğini yaralamıştı. “Bir ölüden farkınız olmasa prensim, az önce pek çok Elf’i kurtarmış olmazdınız.”
    Maglor o an diğerlerinin farkında varmış gibi oldu ve eliyle Luinil’e kalkmasını işaret etti. “Ben artık hiçbir yerin prensi değilim.” O sırada Uinen ve Ecthelion’la göz göze geldi. “Leydim. Lordum.” diyerek onları selamladı. “Denizlerin leydisini ve Gothmog’un Felaketi’ni buralarda görmeyi beklemezdim.”
    Uinen Luinil’in yanına kadar geldi. “Haberleri duymuş olmalısın Kanafinwë.”
    “Orta-Dünya’ya gölgenin düştüğünü biliyorum. Gri Limanlar’ın durumunu merak ettiğim için gelmiştim ve çok uzaklardan yanan ateşi görmüştüm. Hislerim beni yanıltmamış.”
    “Morgoth pençelerini ona o kadar derin geçirdi ki...” dedi Uinen.
    “Sauron asla ondan daha az kötü olmadı.” diye onu tamamladı Ecthelion. “Ama kuşkusuz ki hala umut varmış Orta-Dünya için. Eğer bir Ñoldorin prens buracıkta karşımıza çıkıyorsa, Hizmetkar’ın korkacak çok fazla şeyi var demektir. Eärendil’in oğlunun da hala yaşadığını hesaba katarsak...” dedi Ecthelion. Maglor arkasına döndü o sırada ve Elladan gülümsediğine şaşırdı. Ondan şu an bir gülümseme beklemiyordu. “Elrond.” dedi Maglor, sakince.
    Elrond da gülümseyişe karşılık verdi ve çok eski bir dostu görmüş misali yaklaştı Maglor’a. “Kanafinwë.” dedi Elrond ve iki Elf güçlüce kucaklaştılar. “Sizi özledim lordum.”
    “Ben de seni Elrond.” dedi Maglor ona. Elini omzuna koydu. “Seni en son gördüğümde kardeşinle beraber Valar’ın Ordusu’na katılmak üzere ayrılıyordunuz yanımızdan.”
    Biraz söyleştiler öylece. Özlemle ve kederle. Elrond, cidden onları son gördüğünde kendi “esirlik” hayatından ayrılıyor ve yanında kardeşi Elros’la beraber Valar’ın Ordusu’na katılmak üzere gidiyordu. Maglor da kardeşi Maedhros’la beraber onların gidişini seyrediyordu. En başta esirleri olsalar da ikisiyle de bir bağ kurmuştu Elrond ve Elros ve en sonunda yanından ayrılmak istediklerinde, Maedhros, Elrond’a ikinci kılıcını vermişi, Elros da Maglor’un kılıcını hediye olarak beline takmıştı.
    “Sizi görmek gerçekten güzel.” dedi Ecthelion Maglor’a.
    “Sizi de öyle. Sayısız Gözyaşı’nda gelişinizi hala unutmuş değilim.”
    “Yapmamız gerekeni yaptık.”
    Maglor tekrar selam verdi onlara. “Görevim sona erdiğine göre artık ıssız yaşamıma ve şarkılarıma geri dönebilirim sanırım. Hepinizi görmek çok güzeldi.” Arkasına dönüp adım atmaya başladığında hepsi şaşkın şaşkın ona baktılar ve Elrond anında seslendi ona doğru. “Nereye lordum?”
      “Orta-Dünya’nın atmosferine kendimi tekrar kaptıramam Elrond.”
    “Ama size ihtiyacımız var.” diye seslendi ona Uinen. “Eönwë gelene dek Sauron’u oyalamak zorundayız. Bu savaş siz yanımızdayken bile zor Prens Maglor. Sizsiz ne hale düşeriz bir düşünün.” Güzel gözleri endişeyle baktı ona doğru, ardında umut kırıntılarıyla. Maglor yarı arkasını dönük bir şekilde kaldı ve Denizlerin Leydisi’nin bakışlarındaki endişe kalbine kadar işledi.
    “Sizin kadar iyi bir kumandana sahip değiliz lordum.” diyerek onu destekledi Ecthelion. En az Maglor’unki kadar siyah saçları rüzgara uyum sağlarken sarı zırhı güneşle beraber parlıyordu. “Sayenizde neler başarabileceğimizi bir düşünün.”
    Maglor başını yukarı kaldırdı hafifçe ve ona derin bir bakış fırlattı. “Bir karanlık lordu yenmekte başarısız olduk. Yeminimizi tutamadık. Silmarilleri kaybettik. Gerçekten elinizdeki en iyisi ben miyim? Üç defa akrabalarını katleden ben?”
       Uinen ona doğru yürüdü. “Valar affedicir. Affedilmeyecek suç yoktur.”
       “Mesele benim kendimi affetmem.” diye karşılık verdi Maglor.
    “Dagor Aglareb’deki zaferiniz ya da Morgoth’un güçlerine karşı defalarca savunma yapmanız mühim şeyler değil mi lordum?” diye sordu Ecthelion ona. Maglor bir şey diyemedi. Kalbindeki keder her ne kadar yoğun olsa da Sauron’a karşı verilecek savaşta Orta-Dünya’nın Özgür Halkları’na büyük yardımda bulunabilirdi.
    Bu defa rüzgar öyle bir kuvvetlendi ki herkesin dikkatini çekti. Bulutlar toplandı gökyüzünde, rüzgar uğuldadı tüm gücüyle ve bir anda Gri Limanlar’ın üzerinde büyük bir dalga belirdi. Dalga bir anda şekillenerek önlerinde devasa bir kule misali dikiliverdi. Birinci Çağ’da dikildiği gibi Orta-Dünya’nın kıyılarına çıkmıştı bir kez daha Ulmo. Uzun bir zamanın ardından bizzat gelmişti.
    “Ey Fëanor oğlu Maglor!” diye seslendi ona. Ñoldor onu daha yeni gördüklerinden bu defa o kadar şaşkınlık geçirmediler ve eğilerek selam verdiler, ancak Elrond ve adamları şaşkındılar. Özellikle Maglor hayalet görmüş gibi bakıyordu. Bir Vala görmeyeli altı bin yıldan fazla zaman olmuş olmalıydı. “Orta-Dünya’nın yeteneklerine ihtiyacı varken çekip gidecek misin? Sizin için gerçek umut Batı’da uzanıyor, daha önce de olduğu gibi. Ama artık lanetli bir soy değilsiniz. Sen de lanetli değilsin. Üstelik cezanı çektin. Çekmedin mi? Hala çekmeye devam etmek mi istiyorsun? Hayatına devam etmenin vakti gelmedi mi?”
    Maglor önünde diz çöktü Ulmo’nun. Gözyaşlarını görebiliyordu Elladan. Kalbi onun için hüzünle doldu. Maglor diyecek bir şey bulamamıştı ve kalmayı kabul etti. “Lanetimiz yüzünden olsa gerek Sayısız Gözyaşı’nda ihanete uğradık ve bu yüzden Ñoldor’un kaderi çok acı oldu. Bu defa aynısı olmayacağına güveniyorum. Üstelik Sauron Ñoldor’un gücünü iyi bilir. Ona tekrar göstermek gerek.”
    Ulmo gülümseyerek başını salladı ve arkasına dönmeye başladı. “Uinen. Burası sana emanet. Ve Varda’nın yıldızları sizinle olsun ey Ñoldor! Sauron’a, efendisiyle kaderinin aynı olacağını gösterin.” Bulutlar dağıldı, rüzgar kesildi ve Denizlerin Efendisi suya döndü. Böylelikle Ñoldor tekrar bir başlarına kaldılar. Ecthelion yaklaştı Maglor’a. Elini uzattı. Eli tutan Maglor ayağa kalktı ve Ecthelion gülümseyerek ona baktı. “Ñoldor ordusu artık sizin prensim.”
    Böylece Ñoldor’un yolculuğu başladı ve Prens Maglor ordunun başına geçerek onları doğuya doğru yürütmeye başladı. Elrond’un aldığı bilgilerin ışığında hareket ederek Ossë’nin Bree’den Fornost’un yıkıntılarına doğru gittiğini düşündüler. Arnor’un bir zamanlar en güçlü kalesi olan Fornost’a doğru yol aldılar. Pelennor’da yok edilen Angmar’ın Cadı-kral’ı tarafından yerlebir edilmiş kalıntılardan ibaretti Fornost. Kale harabe olsa da duvarları hala yüksekti ve küçük bir orduyu tutmak için yeterliydi. Ossë’nin yanında her kim varsa mantıklı kararlar verebildiği kuşkusuzdu. Önce Bree’ye giderek ordularına katılabilecek insanlar aramış olmaları muhtemeldi. Son görenler onun kuzeye döndüğünü söylemişlerdi, demek ki Fornost’a gidiyorlardı.
    Yol çok uzun değildi ve zorlu geçmedi. Bölgedeki ork miktarı yok denecek kadar azdı ve bu da onların yararınaydı. Fornost’a geldiklerinde yüksek duvarlarına rağmen yıkık dökük bir kaleyle karşılaştılar ve borularını öttürdüklerinde tanınacaklarını umut ettiler. Kale kapıları kırıktı ama biraz onarılmışa benziyordu. Elrond kalenin yıkık olmasına rağmen sahip olduğu ihtişamı izlerken pek çok atlı çıkıverdi kapılardan ve Rivendell’in düşmüş lordu Rohirrim atlılarının öttürdüğü borunun tanıdık tınısıyla rahatladı. Erkenbrand’la beraber yol alan beş bin Rohirrim’in Ossë’yi bulmuş olmasına sevinmişti ve anlaşılan ya güçlerini birleştirmişlerdi ya da buraya sığınmışlardı. Dalgaların lordunun da burada olmasını diledi Elrond.
    Atlılar onlara kaleye kadar eşlik etti ve birkaç tanesi büyük bir coşku ve sevinçle önden dörtnala at sürerek borularını öttürdüler. Coşkulu boru rüzgarla beraber kale duvarlarını yaladı geçti ve gökyüzüne doğru ulaştı. Fornost bir anda bayram yerine dönmüştü.
    İçeri girdiklerinde büyük bir coşku ve sevinçle karşılaştılar. Yüzlerce insan vardı kalede. Silahlanmaya çalışan kuzeyli insanlarla doluydu her yer. Rohirrim’in atları şehrin başka bir tarafında toplanmıştı ve Rohirrim de oraya sığınmıştı. Şehrin ortalarına doğru Gri Limanlı Elflerle karşılaştılar ve akrabaların buluşması coşkulu ve duygu dolu oldu.
    Kuşkusuz en çok şaşıranlardan biri Ossë oldu ve karısına tüm gücüyle sarılarak gelenleri karşıladı. Fornost bir anda gücünü artırmış ve bir Maia daha aralarına katılmıştı. Üstüne üstlük gelen ordu da silahlı ve zırhlı Ñoldor ordusuydu. Başında da Maglor ve Ecthelion bulunuyordu.
    Ossë onları mutlulukla buyur etti ve Bree’de aralarına birkaç yüz insan katıldığını söyledi. Binden fazla kişiydiler. Birkaç yüz Elf de Gri Limanlar ve çevresinden gelmişti. Beş bin Rohirrim atlısı ve dört bin Ñoldor... İşte bu ciddi bir güç olarak görülebilirdi.
    Uinen, Elrond, Elladan, Maglor ve Ecthelion askerler kamp kurarken merdivenleri tırmanmaya başlamış ve Ossë’nin karargah olarak kullandığı yıkık taht odasına doğru gitmeye başlamışlardı. Ossë onlara başlarına gelenleri anlatırken, beş bin Rohirrim atlısı için Elrond’a teşekkür etmeyi de ihmal etmedi. Tam Maglor’la ilgili bir şeyler sorduğu sırada Rohirrim’in borusu bir kez daha çalmaya başladı. Ossë kaşlarını çatarak arkasına baktı. “Gelenler var.”
    Merdivenleri inmek zorunda kaldılar ve birkaç yaralının onlara doğru getirildiğini gördüler. Aerseron adlı Elf yaklaşarak selam verdi. “Lordum, kapılarımıza yaklaşan yaralılar bulduk ve Gondorlu olduklarını gördüğümüzde derhal içeri aldık. Morannon Savaşı’ndan sağ kurtulanlar olduklarını söylüyorlar.”
    “Savaştan sağ kurtulanlar mı var?” diye sordu Elrond şaşkınlıkla. O bunları söylerken yaralılar yanlarına kadar getirilmişlerdi. Ağır yaralı olanlar hemen revire taşındılar. Aralarında hafif yaralı olan bir tanesi soruyu duymuştu ve selam vererek Elrond’a seslendi. “Biz kurtulduk lordum. Kara Kapı’da büyük bir yenilgiye uğrasak da Sauron ve orkları hızlıca Gondor’a saldırabilmek uğruna Mordor’da çok az bir kuvvet bırakıp derhal Minas Tirith’e yürüdüler. Biz şanslı olanlardık. Kendimizi ordan hemen çıkartıp kuzeye yöneldik. Rivendell’in düştüğünü yolda öğrendik ve Rohirrim’in kuzeye gittiği söylendi bize. Biz de buraya kadar geldik.”
    Hepsi şaşkındı ve derhal Gondorlu askeri de alarak içeri girdiler. Kalanlar yaralılarla ilgilendi. Çok geçmeden Erkenbrand da onlara katıldı. Gri Limanlı Elflerin birkaç temsilcisi de beraberinde gelmişti.
    Adam Maiar’ı görünce şaşırmıştı elbette ve neler olduğunu anlaması biraz zor oldu. Ancak açıklandığında oldukça sevindi ve Sauron kadar güçlü birilerinin karşısında oturduğunu anladı. Uzun siyah saçları ve kahverengi gözlere sahip, uzun bir adamdı. Elinde beze sarılmış uzun bir şey tutuyordu ve bir kılıcı andırıyordu.
    “Elinizdeki ne?” diye sordu Ecthelion ona. “Bir kılıca benziyor ve çok sıkıca sarılmışsınız ona.”
    Adam gerçekten de elinden düşürmemişti kılıcı ve vücuduna yapışık tutuyordu sürekli.
    “Bunu savaş kalıntılarının arasında buldum. Toprak ve kirin içinde.” dedi adam ve kılıcı koydu masanın üzerine. Bezi etrafından çıkarttığında müthiş bir kılıç çıktı karşılarına. Gözleri kamaştırıyordu ve çeliği ışıl ışık parlıyordu. Üzerinde şu sözler yazıyordu: "Anar. Nányë Andúril I né Narsil i macil Elendilo. Lercuvantan i móli Mordórëo. Isil."(Güneş. Ben bir zamanlar Elendil’in kılıcı Narsil olan Andúril’im. Mordor’un köleleri benden kaçacaklar. Ay.)
    Bizzat karşılarında Kral Aragorn’un kılıcı uzanıyordu.
    Adam şaşkın bakışları bir soru olarak algıladı ve konuştu: “Evet, Andúril. Kral Aragorn’un kılıcı. Elendil’in kılıcı olan Narsil’in yeniden dövülmüş hali. Kralın bedeninin yanından aldım kılıcı. Onu orada bırakmaya içim elvermedi.” Adamın gözyaşları yanaklarına hücum etmişti, son cümleyi söylemekte bile zorlanmıştı.
    Masaya doğru yaklaşan Maglor, kabzasına elini gezdirdi ve soğukluğunu hissetti. Bir anda tüm gözler ona döndü çünkü çok yakından incelemişti kılıcı ve birazdan eline alacak gibi duruyordu.
    “Narsil... ” dedi kendi kendine. “Bu kadar zaman sonra onu görebileceğimi hiç düşünmemiştim.”
    “Nasıl yani?” diye sordu Erkenbrand. “Bu kılıcı görmüş müydünüz?”
    “Narsil, Nogrod’da, Birinci Çağ’ın 101.yılında kılıç ustası Telchar tarafından dövülmüştü.” Sesi sanki bir an için güçlenmiş ve belki de coşkuyla şarkılar söyleyebildiği bir zamana dönmüştü. “Kardeşim Curufin de onun tarafından yapılmış bir bıçak kullanıyordu. Angrist. Beren Erchamion’un babamın Silmarillerinden birini Morgoth’un tacından kesmek için kullandığı kılıç. Kuşkusuz kardeşimin ellerinden daha iyi hizmet etti ona. Narsil de Telchar tarafından yapıldı.”
    Maglor bakışlarını hala ayırmamıştı ve her detayını inceliyor gibi gözüküyordu. “Ağabeyim ve kardeşlerimle onları Nogrod’da ziyaret etmiştik. Belegostlu cüceler de vardı. Güzel zamanlar olduğunu söyleyebilirim. Narsil’i ilk o zaman gördük. Curufin Angrist’i o zaman aldı, ağabeyim Maedhros Kan Gözyaşı’nı o zaman kuşandı.”
    Elleri kabzasını kavradı Narsil’in ve gülümseyen gözlerle havaya kaldırdı. “Ah güzel kılıcım. Ellerime döneceğini hiç tahmin etmezdim ama bu eller seni cidden özlemiş.”
    Şaşkın bakışlar toplandı üzerinde Maglor’un. Gondorlu adam, Erkenbrand ve diğerleri şaşırmıştı. Elbette Elrond, Maiar ve Ecthelion bunu paylaşmıyorlardı.
    “Bu kılıç sizin miydi?” diye sordu Gondorlu adam.
    Maglor başını salladı. “Evet. Gazap Savaşı’nın ilk yılında Elrond ve Elros yanımızdan ayrılmıştı. Bu kılıç Elros’a hediyemdi ve ona nesilden nesile aktarmasını öğütlemiştim. Öğüdümü tutmuş.” Hala yüzü gülmemişti ama gözlerinin içi kesinlikle gülüyordu. Güçlü-sesli Finwë böylelikle uzun zamandır dokunmadığı kılıcına kavuşmuştu. “Bakın, dinleyin.” dedi diğerlerine. “Sahibine gerçekten bağlıymış kılıç ve şu an yas tutuyor.” Gondorlu adamın ağladığını görmek için sesini duymaya ya da şişmiş gözlerini görmeye ihtiyacı yoktu Maglor’un. Adam kendini topladığında Maglor’dan kılıcı Kral Aragorn’un intikamı adına kullanması için söz istedi. “Size yalvarıyorum lordum.” dedi adam. “Şu güne kadar gördüğüm en kudretli varlıklar karşımda oturuyor. Üstelik kılıç da gerçek sahibine dönmüş vaziyette. Size yalvarıyorum, onun adını yaşatın ve intikamını alın.”
    Fëanor’un yaşayan tek oğlu Andúril’i kabzasına koyduktan sonra adama yaklaştı ve elini omzuna koyarak ona söz verdi. Kalbi ferah bir şekilde yanlarından ayrılan adam Ossë’nin ordusunun komutanlarını böylelikle baş başa bıraktı ama Maglor’un düşünebildiği tek şey “intikam” sözcüğüydü. İntikam... Kral Aragorn’un intikamı... Adamın söylediği sözler kulaklarında yankılanmaya devam ederken Ossë savaş planlarından ve pek çok başka şeyden bahsetmeye başladı ama Maglor başka bir şey düşünemiyordu. ‘Daha önce başka bir kralın intikamı için çıktık yola ama yenilgimiz ağır oldu.’ diye geçti içinden. ‘Ah arsa’thair... Ah Atar... Ah hanno... Beni neden yapayalnız bıraktınız burada? İntikamlarınızı alamadım, beni affedin...’

    Gece üzerlerine çöktüğünde ve güneş uzaktan Arien’in yardımlarıyla batmaya başladığında Fëanor’un yaşayan son oğlu Maglor Kanafinwë kederi, yeni kılıcı ve önlerinde uzanan devasa bir savaşla baş başa kalmıştı.

***

Notlar:

*Alcarin: Quenya'da "Şanlı" demektir. Dagor Alcarin dolayısıyla Dagor Aglareb olarak bilinen Beleriand Savaşları'nın üçüncüsünün Quenyadaki söyleniş halidir.

**Luinil: Quenyada Mavi Yıldız demektir

Arsa'thair: Büyükbaba demektir. Finwë kastedilmiştir.

Atar: Quenyada baba demektir. Fëanor kastedilmiştir.

Hanno: Quenyada erkek kardeş demektir. Maedhros kastedilmiştir.