Bölüm 6: Rivendell
Lordu
Elrond
sessizliğin ve huzurun içinde taşların üzerinde yürürken gözlerine takılan
kızıl ağaç yaprakları bir bir rüzgarın etkisiyle etrafa savruldular. Güzel
kokuların ve dingin sessizliğin arasında dolaşırken Rivendell’in lordu kendini
yenileniyor gibi hissediyordu. Üçüncü Çağ’ın dört yüz ellinci yılıydı. Barış ve
sükunetin Orta-Dünya’ya nispeten hakim olduğu dönemlerdi.
Basamaklardan
inip geniş bir balkona geldiğinde vadinin güzellikleri karşısında derin bir
nefes aldı ve pervaza ellerini koyarak uzaklardaki ufak çayların akışını
dinledi. Aklını kurcalayan çok şey vardı hala. Kalbinin tam olarak huzura
erişmesini enleyen pek çok şey, ancak düşüncelere tam olarak dalamadan
Lindir’in sesini duydu. “Lord Elrond.”
Arkasına
döndüğünde uzun boylu Lindir’i gördü ve selamını aldı. “Evet Lindir?”
“Efendim,
keşif mangası orklarla karşılaşmış, iki yaralımız var, henüz geri döndüler.”
Elrond’un
yüzü ekşidi ve Lindir’in telaşını anladığında hızla hareketlendi ve Lindir’le
beraber ana kapıya doğru yöneldiler. “Yaraları ciddi mi?”
“Ölümcül
değil lordum.” dedi Lindir. Bu güzel bir şeydi.
Hızla
revire doğru gittiler, ana kapıya oldukça yakındı. Geniş merdivenleri tırmanıp
iyileştirme salonlarına girdiklerinde Elrond iki askerin çevrelerinde
şifacılarla sarıldığını gördü. Sarı zırhları, eskinin ihtişamını andırıyordu ve
tozlarla kaplanmıştı, askerlerden birinin bacağı fena bir şekilde bir kılıçla
çizilmişti, kolundan siyah ork kanları damlıyordu ve pis bir şekilde kokuyordu.
Yüzünde acılı bir ifade yoktu ve şifacıların acısını çoktan azalttıklarını
anladı.
Diğer asker
sağ elini kaybetmişti, bileğinden kesilmiş olmalıydı. Yüzü acıyla bakıyordu.
Elrond açılmalarını söyledi çevredekilere. “İyi misin Carnevaitë?” diye sordu.
“Kolum...”
diyebildi asker. Uzun siyah saçları Ñoldo kanını haykırır bir koyulukta
süzülüyordu omuzlarından aşağı. “Sakin ol.” dedi Elrond hemen ve, sardıkları
yaranın üzerine koydu elini diz çökerek. İşte Lord Elrond’un meşhur iyileştirme
tekniği böylelikle kendini gösterdi. Asker yavaşça yüzünde acıyı sildi ve
kolundaki ağrının geçtiğini fark etti. “Teşekkürler Lordum.” derken Elrond bir
anda kendini çocukluğunda buldu ve anılar denizinde kayboluverdi.
Çocukluğuna
döndü. Karanlık bir döneme, herkesin, her şeyin korku içinde olduğu ve acı
çektiği bir döneme. Şu andan dört yüz elli sene önce yendikleri Sauron’un, ondan
daha karanlık ve kudretli efendisinin tüm gücüyle Orta-Dünya’da hüküm sürdüğü
bir zamana. Soğuk ve rüzgarlı bir tepenin zirvesindelerdi, taştan duvarlarla
sarılmıştı dört bir yanları. Sarı zırhlı elflerin gözleri umutsuzlukla kaplıydı
genel olarak. Hüzünlüydü hepsi. Etrafları karanlıktı, tüm Orta-Dünya’nın olduğu
gibi. Elrond mavi kıyafetlere bürünmüştü ve kendine tıpa tıp benzeyen kardeşi
Elros’la birlikte dışardalardı. Rüzgarlıydı hava. Geniş avlunun içinde
koşturuyorlardı. Küçük yaştalardı ne de olsa.
Bulutlar
gökyüzünde toplanmaya başladığında, havanın yağmur bırakacağını anlamışlardı ve
içeri girmeye karar verdiler. Çok fazla gülemiyorlardı o vakit. Ne de olsa
karanlıktı her yer...
Kalenin üst
katlarına doğru çıkıp odalarına doğru gittikleri vakitte Lord Nelyafinwë’nin
odasından çıkan kardeşini gördüler. Lord Kanafinwë, ya da dieğr adıyla Lord
Maglor. İlk karşılaştıkları günü düşünmek istemedi Elrond. O günün anıları hala
çok tazeydi ama iki lord da kendisine ve kardeşine çok iyi davrandıkları gibi,
çok önemli şeyler de öğretiyorlardı. Elrond, Lord Nelyafinwë’nin sağ eli
olmamasına rağmen sol eliyle kılıç tutuşuna ve amansızca dövüşüne hayrandı.
Lord Kanafinwë’nin de yetenekleri ondan aşağı değildi ve yürekleri her ne kadar
ettikleri yeminin karanlığıyla dolu olsa da Elrond derinlerde başka şeyler de
seziyordu. Belki efsanelerini duyduğu Kral Fingolfin ya da Kral Fingon gibi
birer kahraman olmasalar da kendi mücadeleleri için sonuna kadar savaşırlardı.
Kara saçlı
lordun kapıdaki askere “Şifacılara haber verin, kardeşimin kolundaki ağrıları
nüksetti.” dediğini duydu Elrond. Lord Nelyafinwë için üzüldü bir an.
Thangorodrim’de nasıl acılar çektiğini anlatılan hikayelerden biliyordu çünkü. Maglor
onlardan tarafa doğru geldi ve ufaklıkları odalarına girmeden evvel gördü.
Zaten Elrond da onu bekliyormuş gibi görünüyordu.
Fëanor’un
en büyük ikinci oğlu Maglor Kanafinwë uzun boyu, kuzguni siyah saçları ve
yüzündeki asaletiyle heybetli bir kule gibi durdu ikizlerin önünde. “Bir sorun
mu var Elrond?”
“Lord
Nelyafinwë için üzüldüm lordum. Biliyorsunuz, şifacıların gelmesi uzun
sürecektir, belki de ben ona yardım edebilirim?” Maglor’un gülümsediğin gördü
Elrond. Bu pek sık olmazdı. Lord diz çöktü Elrond’un önünde ve saçlarını
karıştırdı. “Hünerlerini göster bakalım, görelim gerçekten Finwë’nin kanını
taşıyor musun?” Elrond da ona gülümsedi ve kendi gibi mavilere bürünmüş
Maglor’u arkada bırakarak Lord Nelyafinwë’nin odasının önüne geldi. Ona
Maedhros diye hitap etmeyi seviyordu aslında. Lordun kendisi de o ismi
benimsemiş gibiydi. Sindarin’de olsa da onu çok güzel yansıtıyordu.
Elrond
biraz çekinerek de olsa kapıyı tıklattı. Güçlü ve zarif bir ses, “Minno.” dedi.
Kapıyı açtı
Elrond ve girdikten sonra arkasından kapattı. “Lord Maedhros.”
Maedhros
onu görünce hafifçe gülümsedi. “Ah, Elrond. Gel bakalım.” Elrond ona yaklaştı.
Oda mum ışıklarıyla aydınlanıyor gibiydi, perdelerin tamamı kapalı olmasa da
içeri çok ışık girmiyordu, üstüne üstlük havada bulutlar toplanıyor, Arien’in
taşıyıcılığını yaptığı güzel güneşin ışıkları odaya giremiyordu. Lord Maedhros kahverengi
bir üst giyiyordu, siyah bir de pantolonu vardı. Sağ kolu sargılıydı ve elbette
eli yoktu. Zırhı yatağın bir ucunda durmuş sarı sarı parlıyordu azıcık ışığa
rağmen, kırmızı pelerini de onun yanında mükemmel bir uyum sergiliyordu.
“Sorun
nedir?” dedi Maedhros, Elrond’un yüzündeki endişeyi görünce.
“Kolunuzun
iyi olmadığını duydum lordum.” dedi Elrond dudaklarını bükerek.
“Ah,
meraklanma.” dedi Maedhros. “Sadece biraz acıyor. Bu acıların daha büyüklerine
katlandım zamanında. Bunlar bir şey değil.”
“Biliyorum,
lordum ancak size yardımcı olabileceğimi düşündüğüm için geldim. En azından
acınız için.”
Maedhros’un
kaşları yukarı kalktı. “Şifa eğitimin o kadar ilerledi mi?”
“Açıkçaı
bilmiyorum lordum ama iyiye gittiğimi söylüyorlar. Hem onları güneydeki bir
köye yolladığınızı duymuştum. Gelmeleri uzun sürecektir.”
Başını
salladı Fëanor Hanesi’nin lordu ve yaklaşmasını işaret etti. Yatağında
oturuyordu. Elrond yanına kadar gitti. Eli kesik kolunu uzattı Maedhros. Elrond
da minik ellerini uzattı ve sargılardan hafifçe uzakt tuttu. Öğrendiği şeyleri
düşünerek odaklandı. En azından lordun acısını dindirebileceğini düşünüyordu.
Gözlerini açıp lordun gülümseyen yüzünü gördüğünde başarılı olduğunu düşündü.
Çok geçmeden bir rahatlama belirtisi görüldü. “Evet, acımın azaldığını
hissedebiliyorum. Gerçekten çok yetenekli bir şifacı olacaksın Elrond.”
“Teşekkür
ederim lordum, işe yaradığıma sevindim.”
Maedhros
sağlam eliyle saçlarını karıştırdı. “Daha çok işe yaracayacaksın küçük dostum.
Finwë’nin kanını taşıyorsun. Kardeşin de öyle. Siz ve soyunuzun büyük işler
yapacağına eminim.” Elrond gülümsedi gururla. Sözler gururunu okşamıştı.
“Umarım bir gün siz ve Lord Maglor kadar iyi dövüşebilirim.”
Maedhros
ayağa kalktığında gerindi ve etrafına bakındı. “Neden bunu gerçekleştirmek için
çalışmalara devam etmiyoruz?” dediğinde Elrond’un gözleri parladı. Cidden
bizzat onlara eğitim mi verecekti? Çalışma masasının yanında duran kızıl-siyah
kabzalı kılıca baktı. Yanına gidip kılıcı kaldırdı ve masanın üzerindeki kını
beline bağladı. Güzeller güzeli Sercënírë’yi de kınına sokarken narin sesi tüm
odayı kapladı.
Sercënírë,
Kan Gözyaşı demekti. Maedhros’un kılıcının adıydı. Valinor’dan buraya getirdiği
kılıcı Rúnya yani Kızıl Alev, esir edildiğinde kaybolmuştu ve bu kılıcı daha
sonra dövülmüştü. Gene dinlediği hikayelerden bildiği kadarıyla Maedhros
kılıcın ismi sorulduğunda, “Esir alındığımda çok fazla şey değişti, Kızıl Alev
gibi bir silahım vardı, ancak eski Maedhros değilim artık. Kan gözyaşları
döktüm günlerce, artık silahım onlar. Kılıcım da o döktüğüm gözyaşlarının
anısına Kan Gözyaşı olarak bilinecek bundan sonra. Morgoth’un tüm
hizmetkarlarına benim yaşadığım acıları yaşatacak.” cevabını vermişti. Elrond
bunu duyduğunda kılıcı görmek için sabırsızlanmıştı ama zaten kılıcı Maedhros
ve Maglor onları ilk bulduğunda görmüştü, kanla kaplıydı her yeri... İlk
zamanlarda aralarında herhangi bir sevgi yoktu doğal olarak. Ancak Lord
Maglor’un onlarla ilgilenişi ikizlerin bakışını ister istemez değiştirmişti.
Maglor sayesinde kardeşi Maedhros da ikizleri sevmeye başlamıştı. Böylece
aralarında güçlü bir bağ kurulmuştu. En başta esir olsalar da artık esir
olmadıklarını ikisi de biliyordu.
Dışarı çıkıp
eğitim alanına girdiklerinde Maedhros sol elindeki kılıcıyla ihtişamlı
görünüyordu ve karşısındaki Lord Maglor da asaletiyle göz kamaştırıyordu.
Fırtına gibi dövüşleri devam ederken Elrond da Elros da dövüşlerinden gözlerini
alamadılar.
“Bir günü
bugünü beraber hatırlayacağız kardeşim.” dedi yanında duran Elros ona. Elrond
gülümsedi ikizine. “Umarım. Yollarımız bizi ayırsa bile bugünü güzel bir
şekilde hatırlayacağım.”
“Ben de
öyle. Yollarımız nereye götürür bizi bilmiyorum ama bilgelerin de dediği gibi,
çocukluk gibisi bir daha gelmezmiş.” Tekrar gözlerini iki Fëanor oğlunun
dövüşüne verip alev fırtınasının kılıçlarının etrafında dönüşüne daldılar.
O an Elrond
tekrar Üçüncü Çağ’ın dört yüz ellinci yılına döndü ve karşısında Himring’in
Lordu yerine kendi askerini buldu ve anılar denizinden ayrılırken, askerin iyi
olduğunu görüp sevindi. “İyi dinlen.” dedikten sonra başından ayrıldı ve
Maedhros’un sözlerini düşündü. Valar ona ve kardeşine seçim şansı verirken
nasıl da Maedhros ve Maglor’la ilgili anıların gözünün önüne geldiğini
anımsadı. Eğer şu an Elf’se ve Sauron’un karanlık güçlerine karşı savaştıysa ve
o karanlık tekrar toplanıyorsa, bunu Fëanor’un iki büyük oğluna borçluydu belki
de, işledikleri günahlar ne olursa olsun.
Bahçeye
döndüğü sırada güneşin batışını izlerken düşünebildiği tek bir şey vardı: Ah keşke Kan Gözyaşı buralarda bir yerde
olsaydı. O kadar güzel bir kılıç hiç görmemiştim.