23 Mayıs 2015 Cumartesi

Ñoldor'dan Hikayeler - Bölüm VI: Rivendell Lordu

Bölüm 6: Rivendell Lordu

Elrond sessizliğin ve huzurun içinde taşların üzerinde yürürken gözlerine takılan kızıl ağaç yaprakları bir bir rüzgarın etkisiyle etrafa savruldular. Güzel kokuların ve dingin sessizliğin arasında dolaşırken Rivendell’in lordu kendini yenileniyor gibi hissediyordu. Üçüncü Çağ’ın dört yüz ellinci yılıydı. Barış ve sükunetin Orta-Dünya’ya nispeten hakim olduğu dönemlerdi.
Basamaklardan inip geniş bir balkona geldiğinde vadinin güzellikleri karşısında derin bir nefes aldı ve pervaza ellerini koyarak uzaklardaki ufak çayların akışını dinledi. Aklını kurcalayan çok şey vardı hala. Kalbinin tam olarak huzura erişmesini enleyen pek çok şey, ancak düşüncelere tam olarak dalamadan Lindir’in sesini duydu. “Lord Elrond.”
Arkasına döndüğünde uzun boylu Lindir’i gördü ve selamını aldı. “Evet Lindir?”
“Efendim, keşif mangası orklarla karşılaşmış, iki yaralımız var, henüz geri döndüler.”
Elrond’un yüzü ekşidi ve Lindir’in telaşını anladığında hızla hareketlendi ve Lindir’le beraber ana kapıya doğru yöneldiler. “Yaraları ciddi mi?”
“Ölümcül değil lordum.” dedi Lindir. Bu güzel bir şeydi.
Hızla revire doğru gittiler, ana kapıya oldukça yakındı. Geniş merdivenleri tırmanıp iyileştirme salonlarına girdiklerinde Elrond iki askerin çevrelerinde şifacılarla sarıldığını gördü. Sarı zırhları, eskinin ihtişamını andırıyordu ve tozlarla kaplanmıştı, askerlerden birinin bacağı fena bir şekilde bir kılıçla çizilmişti, kolundan siyah ork kanları damlıyordu ve pis bir şekilde kokuyordu. Yüzünde acılı bir ifade yoktu ve şifacıların acısını çoktan azalttıklarını anladı.
Diğer asker sağ elini kaybetmişti, bileğinden kesilmiş olmalıydı. Yüzü acıyla bakıyordu. Elrond açılmalarını söyledi çevredekilere. “İyi misin Carnevaitë?” diye sordu.
“Kolum...” diyebildi asker. Uzun siyah saçları Ñoldo kanını haykırır bir koyulukta süzülüyordu omuzlarından aşağı. “Sakin ol.” dedi Elrond hemen ve, sardıkları yaranın üzerine koydu elini diz çökerek. İşte Lord Elrond’un meşhur iyileştirme tekniği böylelikle kendini gösterdi. Asker yavaşça yüzünde acıyı sildi ve kolundaki ağrının geçtiğini fark etti. “Teşekkürler Lordum.” derken Elrond bir anda kendini çocukluğunda buldu ve anılar denizinde kayboluverdi.
Çocukluğuna döndü. Karanlık bir döneme, herkesin, her şeyin korku içinde olduğu ve acı çektiği bir döneme. Şu andan dört yüz elli sene önce yendikleri Sauron’un, ondan daha karanlık ve kudretli efendisinin tüm gücüyle Orta-Dünya’da hüküm sürdüğü bir zamana. Soğuk ve rüzgarlı bir tepenin zirvesindelerdi, taştan duvarlarla sarılmıştı dört bir yanları. Sarı zırhlı elflerin gözleri umutsuzlukla kaplıydı genel olarak. Hüzünlüydü hepsi. Etrafları karanlıktı, tüm Orta-Dünya’nın olduğu gibi. Elrond mavi kıyafetlere bürünmüştü ve kendine tıpa tıp benzeyen kardeşi Elros’la birlikte dışardalardı. Rüzgarlıydı hava. Geniş avlunun içinde koşturuyorlardı. Küçük yaştalardı ne de olsa.
Bulutlar gökyüzünde toplanmaya başladığında, havanın yağmur bırakacağını anlamışlardı ve içeri girmeye karar verdiler. Çok fazla gülemiyorlardı o vakit. Ne de olsa karanlıktı her yer...
Kalenin üst katlarına doğru çıkıp odalarına doğru gittikleri vakitte Lord Nelyafinwë’nin odasından çıkan kardeşini gördüler. Lord Kanafinwë, ya da dieğr adıyla Lord Maglor. İlk karşılaştıkları günü düşünmek istemedi Elrond. O günün anıları hala çok tazeydi ama iki lord da kendisine ve kardeşine çok iyi davrandıkları gibi, çok önemli şeyler de öğretiyorlardı. Elrond, Lord Nelyafinwë’nin sağ eli olmamasına rağmen sol eliyle kılıç tutuşuna ve amansızca dövüşüne hayrandı. Lord Kanafinwë’nin de yetenekleri ondan aşağı değildi ve yürekleri her ne kadar ettikleri yeminin karanlığıyla dolu olsa da Elrond derinlerde başka şeyler de seziyordu. Belki efsanelerini duyduğu Kral Fingolfin ya da Kral Fingon gibi birer kahraman olmasalar da kendi mücadeleleri için sonuna kadar savaşırlardı.
Kara saçlı lordun kapıdaki askere “Şifacılara haber verin, kardeşimin kolundaki ağrıları nüksetti.” dediğini duydu Elrond. Lord Nelyafinwë için üzüldü bir an. Thangorodrim’de nasıl acılar çektiğini anlatılan hikayelerden biliyordu çünkü. Maglor onlardan tarafa doğru geldi ve ufaklıkları odalarına girmeden evvel gördü. Zaten Elrond da onu bekliyormuş gibi görünüyordu.
Fëanor’un en büyük ikinci oğlu Maglor Kanafinwë uzun boyu, kuzguni siyah saçları ve yüzündeki asaletiyle heybetli bir kule gibi durdu ikizlerin önünde. “Bir sorun mu var Elrond?”
“Lord Nelyafinwë için üzüldüm lordum. Biliyorsunuz, şifacıların gelmesi uzun sürecektir, belki de ben ona yardım edebilirim?” Maglor’un gülümsediğin gördü Elrond. Bu pek sık olmazdı. Lord diz çöktü Elrond’un önünde ve saçlarını karıştırdı. “Hünerlerini göster bakalım, görelim gerçekten Finwë’nin kanını taşıyor musun?” Elrond da ona gülümsedi ve kendi gibi mavilere bürünmüş Maglor’u arkada bırakarak Lord Nelyafinwë’nin odasının önüne geldi. Ona Maedhros diye hitap etmeyi seviyordu aslında. Lordun kendisi de o ismi benimsemiş gibiydi. Sindarin’de olsa da onu çok güzel yansıtıyordu.
Elrond biraz çekinerek de olsa kapıyı tıklattı. Güçlü ve zarif bir ses, “Minno.” dedi.
Kapıyı açtı Elrond ve girdikten sonra arkasından kapattı. “Lord Maedhros.”
Maedhros onu görünce hafifçe gülümsedi. “Ah, Elrond. Gel bakalım.” Elrond ona yaklaştı. Oda mum ışıklarıyla aydınlanıyor gibiydi, perdelerin tamamı kapalı olmasa da içeri çok ışık girmiyordu, üstüne üstlük havada bulutlar toplanıyor, Arien’in taşıyıcılığını yaptığı güzel güneşin ışıkları odaya giremiyordu. Lord Maedhros kahverengi bir üst giyiyordu, siyah bir de pantolonu vardı. Sağ kolu sargılıydı ve elbette eli yoktu. Zırhı yatağın bir ucunda durmuş sarı sarı parlıyordu azıcık ışığa rağmen, kırmızı pelerini de onun yanında mükemmel bir uyum sergiliyordu.
“Sorun nedir?” dedi Maedhros, Elrond’un yüzündeki endişeyi görünce.
“Kolunuzun iyi olmadığını duydum lordum.” dedi Elrond dudaklarını bükerek.
“Ah, meraklanma.” dedi Maedhros. “Sadece biraz acıyor. Bu acıların daha büyüklerine katlandım zamanında. Bunlar bir şey değil.”
“Biliyorum, lordum ancak size yardımcı olabileceğimi düşündüğüm için geldim. En azından acınız için.”
Maedhros’un kaşları yukarı kalktı. “Şifa eğitimin o kadar ilerledi mi?”
“Açıkçaı bilmiyorum lordum ama iyiye gittiğimi söylüyorlar. Hem onları güneydeki bir köye yolladığınızı duymuştum. Gelmeleri uzun sürecektir.”
Başını salladı Fëanor Hanesi’nin lordu ve yaklaşmasını işaret etti. Yatağında oturuyordu. Elrond yanına kadar gitti. Eli kesik kolunu uzattı Maedhros. Elrond da minik ellerini uzattı ve sargılardan hafifçe uzakt tuttu. Öğrendiği şeyleri düşünerek odaklandı. En azından lordun acısını dindirebileceğini düşünüyordu. Gözlerini açıp lordun gülümseyen yüzünü gördüğünde başarılı olduğunu düşündü. Çok geçmeden bir rahatlama belirtisi görüldü. “Evet, acımın azaldığını hissedebiliyorum. Gerçekten çok yetenekli bir şifacı olacaksın Elrond.”
“Teşekkür ederim lordum, işe yaradığıma sevindim.”
Maedhros sağlam eliyle saçlarını karıştırdı. “Daha çok işe yaracayacaksın küçük dostum. Finwë’nin kanını taşıyorsun. Kardeşin de öyle. Siz ve soyunuzun büyük işler yapacağına eminim.” Elrond gülümsedi gururla. Sözler gururunu okşamıştı. “Umarım bir gün siz ve Lord Maglor kadar iyi dövüşebilirim.”
Maedhros ayağa kalktığında gerindi ve etrafına bakındı. “Neden bunu gerçekleştirmek için çalışmalara devam etmiyoruz?” dediğinde Elrond’un gözleri parladı. Cidden bizzat onlara eğitim mi verecekti? Çalışma masasının yanında duran kızıl-siyah kabzalı kılıca baktı. Yanına gidip kılıcı kaldırdı ve masanın üzerindeki kını beline bağladı. Güzeller güzeli Sercënírë’yi de kınına sokarken narin sesi tüm odayı kapladı.
Sercënírë, Kan Gözyaşı demekti. Maedhros’un kılıcının adıydı. Valinor’dan buraya getirdiği kılıcı Rúnya yani Kızıl Alev, esir edildiğinde kaybolmuştu ve bu kılıcı daha sonra dövülmüştü. Gene dinlediği hikayelerden bildiği kadarıyla Maedhros kılıcın ismi sorulduğunda, “Esir alındığımda çok fazla şey değişti, Kızıl Alev gibi bir silahım vardı, ancak eski Maedhros değilim artık. Kan gözyaşları döktüm günlerce, artık silahım onlar. Kılıcım da o döktüğüm gözyaşlarının anısına Kan Gözyaşı olarak bilinecek bundan sonra. Morgoth’un tüm hizmetkarlarına benim yaşadığım acıları yaşatacak.” cevabını vermişti. Elrond bunu duyduğunda kılıcı görmek için sabırsızlanmıştı ama zaten kılıcı Maedhros ve Maglor onları ilk bulduğunda görmüştü, kanla kaplıydı her yeri... İlk zamanlarda aralarında herhangi bir sevgi yoktu doğal olarak. Ancak Lord Maglor’un onlarla ilgilenişi ikizlerin bakışını ister istemez değiştirmişti. Maglor sayesinde kardeşi Maedhros da ikizleri sevmeye başlamıştı. Böylece aralarında güçlü bir bağ kurulmuştu. En başta esir olsalar da artık esir olmadıklarını ikisi de biliyordu.
Dışarı çıkıp eğitim alanına girdiklerinde Maedhros sol elindeki kılıcıyla ihtişamlı görünüyordu ve karşısındaki Lord Maglor da asaletiyle göz kamaştırıyordu. Fırtına gibi dövüşleri devam ederken Elrond da Elros da dövüşlerinden gözlerini alamadılar.
“Bir günü bugünü beraber hatırlayacağız kardeşim.” dedi yanında duran Elros ona. Elrond gülümsedi ikizine. “Umarım. Yollarımız bizi ayırsa bile bugünü güzel bir şekilde hatırlayacağım.”
“Ben de öyle. Yollarımız nereye götürür bizi bilmiyorum ama bilgelerin de dediği gibi, çocukluk gibisi bir daha gelmezmiş.” Tekrar gözlerini iki Fëanor oğlunun dövüşüne verip alev fırtınasının kılıçlarının etrafında dönüşüne daldılar.
O an Elrond tekrar Üçüncü Çağ’ın dört yüz ellinci yılına döndü ve karşısında Himring’in Lordu yerine kendi askerini buldu ve anılar denizinden ayrılırken, askerin iyi olduğunu görüp sevindi. “İyi dinlen.” dedikten sonra başından ayrıldı ve Maedhros’un sözlerini düşündü. Valar ona ve kardeşine seçim şansı verirken nasıl da Maedhros ve Maglor’la ilgili anıların gözünün önüne geldiğini anımsadı. Eğer şu an Elf’se ve Sauron’un karanlık güçlerine karşı savaştıysa ve o karanlık tekrar toplanıyorsa, bunu Fëanor’un iki büyük oğluna borçluydu belki de, işledikleri günahlar ne olursa olsun.

Bahçeye döndüğü sırada güneşin batışını izlerken düşünebildiği tek bir şey vardı: Ah keşke Kan Gözyaşı buralarda bir yerde olsaydı. O kadar güzel bir kılıç hiç görmemiştim.