21 Kasım 2015 Cumartesi

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

    Saat geç olmuş olmalıydı. Güneşin doğuşuna iki ya da üç saat kalmıştı. Şafak vakti yaklaşıyordu ve hava olabildiğince soğuktu. Rüzgar güçlüce esiyor ve pek çok insan kendilerini emniyete almış bir şekilde uyuyordu. Aralarından sadece biri ayaktaydı ve nöbet tutuyordu.
    İnsanlar etrafında uyuyordu. Kimi horulduyor, kimi uykusunda konuşuyor, kimi kendini ısıtmak için üzerindeki ince şilteye ya da pelerinine daha da sıkı sarılıyordu. Fain elindeki kılıca sarınmştı ve önünde güçsüzce yanan ateşe umutsuzca bakıyordu. Odunların üstünde isteksizce yanan alev rüzgar yüzünden bir o tarafa, bir bu tarafa dans ediyordu.
    Kuzeyli İnsanlar grili, yeşilli kıyafetlerinin arasında ormana uyum sağlamış bir şekilde uyuyorlardı. Doğuya doğru uzun bir yolculuğa çıkmış, başlarına geleceklerden korktukları için müttefik arayışına düşmüşlerdi. Onlar Kuzeyli Kolcular’dı. Halbarad’ın güneye inmesinden bu yana Dunadan Kolcuları’nın sayısı çok azdı. Kuzeyde yeni Kolcular toplanmıştı. Ancak sayıları elli kadardı yine de.
    Fain bir ses duyunca irkildi ve etrafına bakındı ama hiçbir şey görememişti. Tekrar aleve baktıysa da aklı duyduğu seste kaldı ve pür dikkat olmaya devam etti. Derken Kolcu dostlarından biri uyandı ve ona doğru baktı. “Fain.” dedi uykulu bir sesle. “Dostum korkunç bir rüya gördüm.”
    Onu ateşe doğru çağıran Fain hafifçe yana kaydı ve Galeb oturdu yanına. Kabusunu anlattı ve karanlığın yayıldığını iliklerine kadar hissettiğinden bahsetti. Zaten pek olumlu bir havada olmayan Fain’in yüreği iyice kararmıştı ve ters ters baktı Galeb’e. “İçimi aydınlattığın için teşekkürler dostum.”
    Galeb ona bakarak pişkin pişkin güldü. “Gece zaten karanlık Fain. Gün doğduğunda bile karanlık olmaya devam edecek.”
    “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
    “Elessar yedi bin adamıyla başaramadıysa biz nasıl başaralım? Rohirrim bile dağıldı Kara Kapı’nın önünde. Sadece dayanabileceğimiz kadar çok dayanmamız gerekiyor.”
    Fain başını iki yana salladı. “Umudunu kaybetme. Batıdan gelenler olur belki.”
    “Onlara peri masalı demeye dilim varmıyor ama o kadar emin olmazdım Fain. Üstelik geleceklerse bile bizim bunu görebileceğimizi çok sanmıyorum.”
    Galeb kalkarak yatağına döndü. “İki saat sonra beni kaldırmayı unutma. Nöbetime kadar biraz uyumam lazım.”
    Fain ona bir şey demedi ve Galeb tekrar hızlıca uykuya daldı. Kalbi kararmıştı ve sinirleri bir kez daha bozulmuştu. Nasıl çıkacaklardı bu işin içinden? İndikleri kuzeyde bir ordunun toplandığıyla ilgili söylentiler onların kulağına bile gitmişti ama korkuyorlardı. Ork pusuları yüzünden defalarca yön değiştirmek zorunda kaldılar ve çok yavaş ilerlediler. Bir şekilde orklardan hep kaçınsalar da artık zamanları azalıyormuş gibiydi. İlk amaçları Rivendell’e gitmekti ama oranın düştüğünü öğrenmişlerdi ve artık nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bazıları kuzeye dönmeleri gerektiğini, bazılarıysa güneye inerek Rohirrim’e ulaşmayı düşündüler. Ancak Rohan da düşmüştü ve kalanların kuzeye kaçtığı söyleniyordu. Umutlar tükeniyordu ve Kuzeyli Kolcular ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
    İki saat geçmek bilmedi ama en sonunda Galeb’in uyanma vakti geldi. Fain ayağa kalkıp onun yanına geldi ve omzundan dürtmeye başladı. Galeb çok mücadele etmeden uyandı ve kalkarak ateşin başına doğru yürüdü. “İyi uykular Fain.”
    “Sağ ol.” dedi Fain ona ve ısıttığı şiltenin üstüne kıvrılmak için yelten...
    ... bir ok sesi duyuldu ve Galeb acı içinde çığlık attı. O an herkes yataklarından fırladı ve karmaşa bir anda kampın ortasına çöreklendi. Kimi kalkanını kaldırdı, kimi kılıcını çekip anında kendini yere attı, birkaç ok sesi daha yükseldi ve vurulanlar oldu. Okların nerden geldiği anlaşılamıyordu, her taraftan geliyorlardı sanki. Kolcular kendilerini yere attılar ve bir ok salvosu daha gelse de boşa gitti ve vurulan olmadı.
    Bir anda çığlıklar yükselmeye başladı ve onlarca ork bir anda oldukları yere doğru akmaya başladı. Dumanlı Dağlar’ın dumanlı eteklerine bu kadar yakın yerde, ölümün sisi etraflarını sarıyordu sanki. Ama Kolcular usta savaşçılardı ve orkların cehennemi olmayı bir şekilde başardılar.
    Fain, uykusuz olmadığına şükrederken pek çok orku devirmişti. Önündeki bir tanesine kılıcını savurup kellesini kopardığında, yanında çarpışan dostlarından biri şöyle seslendi: “Bunlar Mordor orkları kadar güçlü değil!”
    “Goblinler!” dedi Fain yüksek sesle. “Lanet olası küçük şeytanlar!” Kolcular bir araya toplanmayı başardı ve orkları ormanın içlerine, Dumanlı Dağlar’a doğru sürmeye başladılar. Angmar topraklarını çoktan geçmişlerdi, Carn Dum batılarında kalıyordu ve bu kadar kuzeyde ne yaptıklarını aslında onlar da bilmiyordu.
    Orkları savaş naralarıyla beraber takip etmeye başladılar. Hiçbirini sağ bırakmamaları gerekiyordu. Uzun bir kovalamaca böylece başladı ve Fain’in elindeki kılıç ayışığının altında güçlüce parlayarak orkların kanına susadığını herkese haykırdı.
    Ormanın içinden geçerlerken okçular sık sık durarak ok atıyorlardı, orklardan düşen olsa da ana kafile durmuyordu. Küçük ve hızlı olduklarından Kolcular onlara yetişemese de sıcak takibi bırakmadılar ve en sonunda uzaktan daha büyük bir ordunun beklediğinin anlaşıldığı bir vadiye doğru yol almaya başladılar. “İleride çok fazla ork var gibi görünüyor!” diye seslendi Kolcuların başı, adamlarına. “Bir an önce onlara yetişmemiz gerekiyor!”
    “Yetişemeyiz!” diye karşılık verdi Fain. “Bir an önce saklanmazsak bu lanet olasılar, orduyu üzerimize yollarlar!” Koşmaya devam etseler de liderleri bir süre düşündü. Sonradan dur emrini verdi eliyle ve Kolcular hızlı bir şekilde ormana karıştılar. Vadi uzaktan daha net görünmeye başlamıştı ama orklar zinde Kolcuları öyle kolay kolay bulamazlardı artık. Ağaçların arasında kayboldular, bir kısmı ağaçlara çıktı ve etrafı kolaçan etmeye başladı. Gün doğana kadar beklemek zorundaydılar. Sıkıntılı bekleyiş uzun sürecek gibi görünüyordu.
    “Ya şimdi?” diye sordu Fain, el hareketleriyle.
    “Günün doğumuna az kaldı.” dedi Teron, Kolcuların lideri, yine aynı işaret dilini kullanarak. “Güneş doğar doğmaz batıya gideceğiz.” Fain de Teron da ağacın tepesindelerdi ve hepsi yaylarını çekmiş, tetikte bekliyorlardı. Bir an önce orkların geleceğini düşünüyordu hepsi. Kaçan goblinler illa ki bir arama grubu çıkarırdı. Onlara gözükmemeyi umuyorlardı. Başarabileceklerine emindi Fain. Kolcular böyle günler için vardı.
    Aradan bir saat geçmişti ki, bazı çığlıklar duymaya başladı Kolcular. Goblin çığlıkları. Üzerlerine akın akın goblin geliyor olmalıydı. Hepsi tetikte durdu ve belki nefes bile almadılar. İlk goblinler altlarından ve aralarından geçmeye başladığında ayak sesleri ve korkutucu çığlıkları her yanı sardı, ancak durmadan koşuyordu orklar. Ne yapıyorlardı acaba? Hiç de birilerini arıyor gibi görünmüyorlardı. Sanki bir şeyden kaçıyorlardı.
    Derken çığlıkların sayısı arttı ve bir anda dört nala koşan atların sesi duyulmaya başlandı. İşte şimdi Kolcular gerçekten şaşırmışlardı. Orklar sürü gibi yanlarından ve altlarından geçerken bir anda gür ve tok savaş naraları duymaya başladılar. Atların sesleri arttı hızla ve kişnemeler dahi duyulmaya başlandı. Pek çok atlı görünüre girdi ve orkları ezip geçmeye başladılar. Takibi hızla sürdürdüler. Fain o kadar şaşırmıştı ki sayılarından emin olamıyordu.
    Aradan çok geçmeden farklı naralar da duydular ve bir grup goblin bu kez de pek çok baltayla yere serilmeye başlandı. Kısa boylu pek çok adam goblinlere aman vermeyerek koşuyorlardı ve pek çoğu goblinlerin sonunun geldiğine kanaat getirerek orada durdular. Atlılar da geri gelmeye başladılar.
    “Durin’in sakalı! Bu şeyler ne kadar hızlılar böyle!” dedi kısa adamlardan bir tanesi. Cüce olduğu o kadar belliydi ki, aksanının duyulmasına ihtiyaç yoktu.
    Atlılardan biri atından indi ve ona doğru bakarak güldü. “Kuşkusuz ki Sauron’un en işe yaramaz yaratıkları bu Dumanlı Dağlar’ın orkları, hızlı olsalar ne yazar...”
    “Aye!* Haklısın dostum.” Kahkaha atmaya başladıklarında Teron artık kendilerini gösterme vakitlerinin geldiğini anladı ve seslendi onlara. “Ey cesur insanlar ve koca yürekli cüceler!” dedi güçlü ve dostça bir sesle. Bir anda şaşıran insan ve cüceler etraflarına bakındılar. Pek çok Kolcu ağaçtan atlayarak ve saklandıkları yerden çıkarak kendilerini gösterdi. Ellerini tehdit olmadıklarını göstermek istermişçesine kaldırmıştı pek çoğu. “Biz Kuzeyli Kolcularız.” dedi Teron gülümseyerek.
    İnsan da cüce de önce birbirlerine baktılar ama gülümsediler onlara. “Kuzeyli dostlarımızı görmek ne kadar da güzel!” dedi demin attan inen insan.
    “Eğer bana adınızı bahşederseniz, ben de size benimkini veririm.” dedi cüce. Baltası elinde sımsıkı bir şekilde kavranmıştı ve gözleri karanlıkta iyi görmek için genişçe açılmıştı.
    “Ben Teron. Kolcuların lideriyim.” dedi Teron, Fain’i işaret etti ardından. “Bu da Fain. Yardımcım olur.”
    “Memnun oldum.” dedi efendi cüce. “Ben Thorin.” Fain ve Teron’un surat ifadesi yüzünden duraksamış ve gülümsemişti. “Thorin Taşmiğfer.”
    “Elbereth’in yıldızları!” dedi Fain. “Siz o musunuz cidden? Yoksa Dain Demirayak da mı buralarda?” Sesi neşeli çıkmıştı ama cüce ve insanların surat ifadesi çok farklı hikayeler anlatıyordu. “Yapmayın...” dedi Fain üzüntüyle.
    “Üzgünüm evlat.” dedi insan. “Dain Demirayak artık Mahal’ın yanında Durin’le beraber birasını içiyor.”
    Kısa süreli yas hali Teron’un sorusuyla bozulmuştu. “Siz kimsiniz?”
    “Ben Bard.” dedi adam da. “Dale’in kralı.”
    “Ulmo’nun sakalı aşkına!” dedi Teron. “Buraya kadar nasıl geldiniz?” Derken durakladı ve bir soru daha sordu: “Dale’in kralı mı? Kral Brand da mı...”
    Bard üzüntüyle başını salladı. “Babam cesurca öldü. Arda’nın duvarlarının ötesinde huzurla geziniyordur şimdi.”
    “Buraya gelmemiz kolay olmadı.” dedi Thorin üzüntüyle. “Çok şey kaybettik. Erebor, Doğu döllerinin saldırısıyla düştü. Sonuna kadar direnmeye çalıştık ancak kuşatmayı yarıp kaçmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Vatanımızı koruyamadık... Bir kez daha kaybettik...”
    “Ama geri alacağız!” dedi Bard elini onun omzuna vurdu. “Babalarımızın ittifakı ve daha önceki tüm fedakarlıklar adına! Vatanlarımızı geri alacağız Thorin. Kuşkun olmasın.”
    “Aye!” dedi Thorin bir kez daha.
    Kolcuları alarak ordugahlarını kurdukları yere götürdüler onları. Goblin birlikerini o vadide pusuya düşürmüşlerdi. Fain ve Teron o kadar şaşırmışlardı ki bu kadar büyük orduları olduğuna en başta inanamamışlardı. On bine Dale İnsanı ve on beş bin Ereborlu cüce olduğunu söyledi Bard’la Thorin onlara. Bard II de, Thorin III de iyi krallardı ve ordularını Sauron’un galibiyetinden beri batıya getiriyorlardı. Demir Tepeler’den geçmişlerdi ve bir şekilde Limanlar’a doğru gitmeyi amaçlıyorlardı, yolda da kendilerine müttefik bulabilmeyi ümit ediyorlardı. Ve bir şekilde Sauron’a kafa tutabilmeyi... Herkes bunu umut ediyordu aslında. Kalplerden umut hala silinmemişti ve Fain’in yüreğinde daha da bir harla yanıyordu şimdi.
    “Artık umutlarım artıyor.” dedi Fain onlara. “Artık karanlığa karşı koyabileceğimize eminim!”
    Çok geçmeden batıya doğru yol almaya başladılar tekrardan. Güneş artık doğmuştu ve ork tehditleri biraz olsun azalmıştı. Koca ordu tüm gücüyle günler boyu ilerlerdi ve kuzeyde toplandığı söylenen ordu gerçekten orada mı diye bakmak üzere Arnor topraklarına girdi.
    Fornost’a yaklaştıkları söylendiğinde büyük kalenin üzerinde tüten dumanlar görmüşlerdi. Gerçekten orada birileri vardı! Sevinç çığlıkları ve nidalar arasında ilerlemeye devam ettiler ve birkaç atlı tarafından karşılandılar. Gelenlerin ork ya da benzeri olmadığını gören Rohirrim atlıları da sevinçle bu haberi kaledekilere vermek üzere yola çıktı ve bazı Rohirrim de Dale & Erebor ordusuna eşlik etti. Fornost’ta coşkuyla karşılandılar ve Ossë en önde onları karşıladığında bu kadar büyük bir ordunun gelmesine cidden şaşırmıştı. Şaşkınlığı karşılıklıydı elbette. Tam önlerinde uzun boyu ve tüm asaletleriyle iki Maia duruyordu ve güçleri ta Yalnız Dağ’dan hissedilebilecek kadar çoktu.
    Cüceler Ñoldor’u görünce de şaşırdılar, bu kadar güçlü gözüken Elfler görmeye gözleri alışık değildi. Zırhları da asaletleri de Orman Elflerinden çok daha farklı görünüyordu. Özellikle de ordunun başındaki iki Elf gerçekten de nasıl bir ordu olduklarını haykırıyordu sanki.
    Liderler Ossë’nin salonlarında toplandılar ve bir plan üzerine düşünmenin gerçekten vaktinin geldiğini söylediler. Öncelikle Dale ve Erebor orduları dinlenecekti elbette. Fornost yıkık olsa da, çevreden yiyecek gibi ihtiyaçları sağlayabiliyorlardı. Üstüne üstlük her yandan insanlar akın ediyorlardı buraya ve her geçen gün Ossë’nin gücüne daha çok güç katılıyordu. Uinen mutlu görünüyor, umutlarının arttığını hissediyordu.
    Ossë’nin verdiği Batı’dan gelen ordu haberi hepsini heyecanlandırdı ve savaşma istekleri adeta yeniden döndü. Hatta Thorin Taşmiğfer, “Haydi o zaman şimdi yola koyulup Batı’nın Elflerine hiçbir şey bırakmadan tüm orkları yok edelim!” diye bağırmıştı. Herkes kahkaha atarken Ecthelion söze karışmıştı. “Üzgünüm efendi cüce, biz de Batı’dan geliyoruz, illa bize bir şeyler kalacaktır.”
    “Siz bir zamanlar da burdaydınız! Sizi buradan sayıyorum artık!”
    Herkesin neşesi yerindeyken yeni gelenlerin olduğu söylendi. Hem de batıdan... Ossë heyecanla dışarı çıktığında gelenlerin sayısının beş bine yakın olduğunun tahmin edildiğini söyledi subaylardan biri. Fain, kudretli Maia’nın arkasından, Teron’la beraber avluya çıktı ve talim gören İnsanların arasından geçerek batı kapısına vardılar.
    Gelenler cücelerdi! Nasıl olup da batıdan cüce geldiğini merak ediyordu hepsi.
    Beş bini aşkın cüce kapıların önünde durdular ve aralarından siyah-gümüş sakallı bir tanesi öne çıktı. Liderleri gibi duruyordu. “Selam olsun Lord Ossë’ye! Kuzeyin Savaşçısı’na!”
    Aralarında Ossë’ye bu ismi vermiş oldukları anlaşılıyordu.
    Ossë öne çıktı ve onları selamladı. “Selam olsun cesur cücelere! Nereden geliyorsunuz böyle?”
    “Biz Belegost’tan geliyoruz!” dedi cüce. “Ben Belegost cücelerinin lorduyum!”
    “Hoş geldiniz!” diye seslendi Ossë onlara. “İnanın ki sizi görmek bizi ne kadar mutlu etti anlatamam!”
    “Belegost mu?” dedi Maglor öne doğru çıkarak. “Doğru mu duydum?”
    “Doğrudur beyim.” dedi cüce ona selam vererek. Maglor’un asaletinden dolayı olsa gerek, ne kadar önemli biri olduğunu hemen anlamıştı.
    “Oldukça tanıdık geliyorsun.” dedi Maglor ona. “Bu pek başıma gelen bir şey değildir.”
    “Beni atalarıma benzetirler. Özellikle adını aldığım cesur bir cüceye.”
    “Kim o?” diye sordu Maglor. “Kardeşimle beraber yıllarca Belegostlu cücelerle omuz omuza çarpıştık ve aranızdan pek çoğunun sayesinde hala hayattayım.”
    “Nasıl yani?” diye sordu cüce. “Yoksa siz?”
    “Ben Maglor.” dedi Elf selam vererek. “Adımı verdim, şimdi sıra sizde.”
    “Ben de Azaghâl.” dedi cüce gururla dolarak. Maglor başını salladı ve hüzünle gözleri doldu. Gülümsüyordu bir yandan da.
    “İşte şimdi kime benzediğin anlaşıldı. Onun bir kopyasısın adeta...”
    “Sizinle tanışmak bir onurdur beyim! Atalarım Ñoldor’un yanında balta savurmaktan asla gocunmadılar ve Sayısız Gözyaşı’nda olanları daima hatırladık!”
    “Hayatımı o savaşta size borçlandım.” Eliyle kaleyi işaret etti Maglor yan dönerek. “Gelin, o borcu ödemeye size şarap ve bira ikram ederek ödemeye başlayayım, daha uzun bir yolumuz var.”

    Azaghâl sevinçle içeri doğru yönelmeye başladı ve Maglor’la güçlüce el sıkıştılar. Thorin’le de tanışan Azaghâl içeri buyur edildi ve Fornost bir kez daha bayram yerine döndü. Dale ve Yalnız Dağlılar için hazırlanan şölene bir yenisi daha eklendi. Maglor ve Thorin’le yürüyen Azaghâl şölen masasını görünce kahkahalarına hakim olamadı ve yanında duran oğluyla beraber masaya doğru yürümeye başladı. Masaya oturmadan ağzından şunlar döküldü ve Ossë bile kahkaha atmaya başladı. “Ah! Baruk khazad! Khazad ai menu! Çekilin yolumdan, cücelerin baltaları geliyor gerçekten de! Bir kurt gibi açım!”


18 Kasım 2015 Çarşamba

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Dokuzuncu Bölüm: Kıyıdaki Yalnız Işık

Dokuzuncu Bölüm: Kıyıdaki Yalnız Işık

    Güneşin ilk ışıkları doğudan yükselirken şehrin güzel duvarları denizin üstünde bir gölge bırakmaya başlamıştı. Gözüne uyku girmeyen otuzlu yaşlarında bir adam, şehrin içinde devam eden karmaşanın seslerini dinliyor ve kafasının içindeki gölgelerle savaşıyordu. Kararsızlıkla, korkuyla ve umutsuzlukla sınanıyordu adeta. Süren hazırlığın sesi kulaklarına geliyor, siyah saçları odasının içindeki koyu gölgelerde kayboluyordu.
    Artık “Prens” Elphir olmuştu. Babasının ölüm haberi tez ulaşmıştı ona ve Sauron’un karanlığı Orta-Dünya’nın üzerine çöreklenirken Prens Elphir ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Babası Imrahil’le birlikte Minas Tirith’e gidememişti. Bunun için hep üzülürdü ama babası kalması gerektiğini söylemişti ona. Babasına her zaman kızmıştı, geride küçük kardeşlerinden biri kalabilirdi ama babası onu ikna etmeyi başarmıştı ve Elphir geride kalıp asker toplama işine girişmişti.
    Prens Imrahil yedi yüz Kuğu Şövalyesi götürmüştü Minas Tirith’e. Dol Amroth’ta ise şu an beş yüz Kuğu Şövalyesi yeni prensin emrini bekliyordu. Babasının daha çok asker almasını diledi bir an. Belki o zaman bir şeyler değişebilirdi... Ya da... Değişir miydi? Sauron’un gücünü yenilgiye uğratabilirler miydi?
    Elphir’in bir karar vermesi gerekiyordu. Ya Dol Amroth’ta kalacaktı ve şehri korumaya çalışırken ölecekti ya da kuzeyde toplandığı sanılan orduya katılacaktı. Kuzeyde bir şeyler dönüyordu cidden ama bu hikayelerin ne kadarı doğruydu acaba? Boş bir hayalet avına çıkabilirlerdi eğer şehri terk ederlerse. Elphir korkuyordu. Yanlış bir karar vermek istemiyordu. Ölüm ya da karanlık korkutmuyordu onu. O an seslerini dinlediği insanları için korkuyordu. Askerlerine yükleri daha hızlı taşımaları için bağıran komutan için korkuyordu. Kılıçların daha iyi bilenmesi için çıraklarını azarlayan demirci için korkuyordu. Ok talimi sırasında hedef yerine, hedefin arkasında kalan bir kapıyı vurduğu için eğitmeninden özür dileyen okçu için korkuyordu. Kızarmış et ve şarap kokuları arasında karınlarını doyuran ve yarınlarının yaşam dolu olup olmadığını bilmediği için endişeli gözlerle gökyüzünü ve denizi seyreden Dol Amrothlular için korkuyordu.
    Halkını korumak istiyordu. Kuzeydeki hikayelerde gerçeklik payı varsa en azından tek başlarına ölmeyeceklerdi ve karanlığa karşı sonuna kadar savaşacaklardı.
    Elphir en sonunda ne yapması gerektiği konusunda hala kararsızken dışarı çıktı ve savaş hazırlıklarını teftiş etmeye başladı. Beş yüz Kuğu Şövalyesi’nin yanısıra pek çok okçu, mızraklı ve piyade eğitilmişti. Onların sayısı da iki bini buluyordu.
    Dol Amroth’un savunması bu kadardı işte... İki bin beş yüz asker...
    Kalabalık arasında kız kardeşini buldu Elphir. O seslerin ve karmaşanın arasında kız kardeşi oldukça dikkat çekiyordu aslında. Süslü ve soylu kıyafetler giymemişti, halktan birinin giyebileceği şeylere bürünmüştü. Gri ve uzun bir elbisesi vardı. Kollarını sıvamış ve simsiyah saçlarını toplamıştı. Bazı insanların şehrin iç kısımlarına doğru taşınmasına yardımcı oluyor, düzeni sağlıyordu. 20 yaşındaydı Lothiriel. Artık bir kadın olmuştu. Bir prenses gibi görünüyordu ve asaleti bir kraliçeyi andırıyordu. Kraliçe olmak için yaratılmışa benziyordu aslında.
    “Lothiriel!” diye seslendi Elphir ona. Lothiriel önünden geçen insanlara verdiği dikkatini ağabeyine yöneltti. Ağabeyi mervidenlerden aşağı inerken pek çok insan onu selamlamaya başladı. Elphir bir el işaretiyle herkesin işine dönmesini söyledi. “Hazırlıklar ne alemde?”
    “Her şey yolunda lordum.” dedi Lothiriel. “Ne yapacağımıza dair bir kararınız var mı?”
    Kız kardeşinin sesindeki resmiyet yerine küçükken olduğu gibi konuşmasını özlediğini fark etti Elphir. Ama onlara doğrusunun bu olduğunu öğretmeye çalışmışlardı.
    “Hayır, yok. Aslında bunun için seni buldum. Benimle gelebilir misin?” Kalabalığı yararak merdivenlere gelen Lothiriel, siyah saçlarını aşağı saldı ve güneşin ilk ışıkları kara telleri arasında yayıldı. Ağabeyine eşlik ederek yukarı çıktı. Şafağın ışıkları Dol Amroth’u avcu içine alırken Lothiriel ve Elphir, diğer kardeşlerini buldular. Elphir hepsine bakıp gurur duydu. Kardeşleri uzun boylu ve güçlü delikanlılardı. Herbirinin cesur bir yüreği vardı ve kalplerinde amansız bir ateş yanardı.
    “Kardeşlerim.” dedi Elphir onlara, batı burcunda denizi selamlayan bir terasa çıktıklarında. Denizden göz kırpan hayaletler sessiz sedasız gölgelerine çekiliyorlardı. Dalgalar biraz huzursuzdu. Sanki yönlerini ve amaçlarını kaybetmişlerdi. Elphir Ossë’nin huzursuz olduğunu tahmin ediyordu. Dalgalar o yüzden böyle başıboş akıyor olmalıydı. Hayaletler belki de bu yüzden böyle huzursuzdu.
    “Bir karar vermemiz gerekiyor. Babamızın zamansız gidişinden beri düşünüyorum bunu. Karanlık üzerimize çöktü ve bizim acilen bir şey yapmamız gerekiyor. Ya burada kalmalı ya da kuzeye doğru yürüyüşe geçmeliyiz.”
    “Dol Amroth’un Prensi olarak karar sizin ağabeyim.” dedi Amrothos. “Sen ne dersen o olur.”
    Elphir ona yarım bir gülümsemeyle baktı. “Ama Dol Amroth prensi ne yapması gerektiğini bilmiyor Amrothos. Kardeşlerinin yardımına ihtiyaç duyuyor.”
    “Burada kalırsak ne yapabiliriz ki?” dedi Erchirion. Denizi işaret etti eliyle. “Arkamızda deniz, önümüzde Sauron, kaçacak bir yer yok. Savunacak bir kalemiz var ama ne kadar dayanabiliriz? Lórien’in dahi düştüğünü söylüyorlar. Dol Amroth, böylesine güçlü bir tehdide karşı ne yapabilir?”
    “İşte benim aklımı kurcalayan da o.”
    “O zaman kuzeye gitmeliyiz.” dedi Lothiriel. “Kuzeyde bir ordunun toplandığı söyleniyor. Kim ya da kimler tarafından bilemiyorum ama bir şekilde oraya ulaşmamız gerekiyor. Savaşacaksak hep beraber olmak zorundayız.”
    “Bir hayalet avına dönüşmesinden korkuyorum onun da. Ya hepsi sadece dedikodudan ibaretse? Ya da Sauron’un bizi kalemizden çıkarmak için tezgahladığı bir oyunsa? O zaman ne olacak? Halkımı tehlikeye atmak istemiyorum.” diye karşılık verdi Elphir. İki elini masaya dayadı ve derin bir nefes aldı. Kardeşleri de düşünceli ifadelere büründüler ve bir çıkış yolu aradılar.
    “Halkımız ve ordumuz tamamen hazır olana kadar bekleyelim o zaman.” dedi Lothiriel. “Belki bir çözüm yolu buluruz.”
    “Eğer kuzeyde bir ordu varsa, yakın zamanda gerçekten var olup olmadıklar anlaşılacaktır.” dedi Amrothos düşünceli bir ifadeyle. Parmakları sakalında gezdi ve gözleri ufkun ötesine takıldı. “Ama Sauron’un bize saldırmak için çok bekleyeceğini sanmıyorum. Mordor’un orduları yakında kapımızda olacaklardır.”
    Pervaza doğru yürüyen Erchirion’un sesi endişeli çıkıyordu. “Üç Yüzük’ü de almış olmalı Sauron. Rotası o yöndeydi. Gri Limanlar’a da*, Lothlórien’e de, Rivendell’e de saldırdı. Şimdi gücünü tekrar topluyor olmalı. Oralarda olan ordular az olsa bile girmek için çok büyük bir güç harcamaktan başka seçeneceği yoktu. Zafer kazanmış olsa da, bu ona pahalıya patlaşmıştır.”
    “Sadece ork sayısı azalmıştır.” dedi Elphir umutsuz bir ifadeyle. Kardeşlerinin yüzü gölgelendi. “Sauron’un kötülüklerinin sınırı yok maalesef. Her geçen gün yeni ve karanlık şeyler çıkarıyor karşımıza.”
    “Şimdi zaferi de tamamlandı...” dedi Lothiriel, titreyen bir sesle. Gözleri korku ve nefretle bakıyordu. “Tek Yüzük onda tekrar ve biz ne yapabileceğimizi bilmiyoruz.”
    Karanlık düşünceler içinde dağıldı Imrahil’in çocukları ve herkes hazırlıklara geri döndü. Elphir Kuğu Şövalyeleri’ne talim yaptırdı ve gece tekrar çökmeye başlarken ancak odasına giden yolu tutmuştu. Hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu ve Dol Amroth için karanlık saatler yaklaşıyordu.
    Elphir rüzgarlar eşliğinde pelerini savrulurken kıyıdan, şehrin içine doğru yürüyor, pervazı olmayan iskeleden yavaş adımlarla geçiyordu. Adeta önünü bile görmüyordu, tek yapabildiği şey her olasılığı düşünmekti. İşte böyle karamsar bir havayla yürürken bir anda dengesini kaybetti ve derin sulara doğru düşmeye başladı. Kendini suda bulduğunda gülmeye başladı ve ıslanan zırhına baktı. Güneş tamamen batmıştı ve Tilion’un taşıdığı Ay’ın ışığında kahkahalarına devam etti. Kendi haline gülüyordu ve dikkatsizliğine özellikle.
    İskeleye doğru yüzmeye başladığında bir anda ileri gidemediğini fark etti. Ne kadar çabalarsa çabalasın, yüzemiyordu ve bir anda batmaya başladı. Her çırpınışında kendini daha aşağıda buldu ve sessizlik etrafını sardı. Çığlık atamıyordu. Su izin vermiyordu. Yukarı doğru yüzemiyordu. Deniz müsaade etmiyordu. Derken havası iyice azalmaya başladı ve tam kendinden geçecekken bir anda başka bir yerde buldu kendini.
    Etrafı yeşillikti ve binlerce adamla birlikte batan güneşi sol taraflarına almış yürüyorlardı. Herkeste bir umut ve bir heyecan vardı. İleride yıkık bir kale görse de kalenin önünde iki uzun ve güçlü şekil onları bekliyordu. “Ossë ve Uinen bizi bekliyor olmalı.” dedi yanındaki kız kardeşi Lothiriel. Bu sanki Elphir için çok normalmiş gibi gülümsedi kız kardeşine ve bir anda kuzeye vardılar, coşkuyla karşılandılar.
    Elphir’in etrafı tekrar karardı ve kendini bir kez daha başka bir yerde buldu. Bu kez ork cesetlerinin üzerinde kan ter içinde duruyordu ve askerleri etrafında toplanmaya başlamışlardı. Burası Rohan Geçidi’ne benziyordu ve her yer orkların cesediyle kaplanmıştı. Güneş doğu ufkundan az yüksekte parlıyor, yeni doğan gün zaferin habercisi gibi parlıyordu uzaklarda. Askerlerin yüzlerinden yorgunluk ve mutluluğun karışımı bir ifade eksik olmuyordu. Her ne kadar yakınlarda Ossë’nin güçlü zırhı göz kamaştırsa da insanlar Elphir’in etrafında toplanıyorlardı. Aralarında birkaç Elf bile vardı. Ossë dahi yüzünü ona dönmüştü. Ossë’yi hiç görmemiş olsa da bir şekilde onu tanıyordu.
    Tanıdık Kuğu Şövalyeleri’nden bir tanesi atından inip kılıcını çekti ve Elphir’in yanına kadar yürüdü. Diğer herkes de oracıkta toplaştılar ve hep bir ağızdan haykırdılar: “KRAL ELPHIR FORNACÁLË!**”
    Elphir yaşananların şokunu atlatamadan evvel yine kendini başka bir yerde buldu. Bu kez yıkıntılara dönmüştü, burası Fornost olmalıydı. Arnor’un güçlü kalesi. Bir zamanlar yıkık olan bu kalenin büyük kısmı onarılmışa benziyordu. Çalışmalar bir yandan devam ediyormuş gibiydi. Elphir, yanında güzeller güzeli bir Elf’le yürüyor, arkasından kardeşleri ve iki Maia geliyorlardı. Fornost’un iç kalesinin devasa merdivenlerinde onları kara saçlı, uzun boylu bir Elf bekliyordu, elinde ise bir taç vardı. Yanında, elini tutan güzeller güzeli bir Elf’le beraber yürümeye devam ettiler. Elphir onun sadece güzeller güzeli yüzünü ve gözlerini görebiliyordu. O yeşil gözler nasıl olduysa onu sarhoş etmişti adeta. Başka bir şeye bakmak istemiyordu. Ancak önüne dönüp baktı ve kara saçlı Elf’i tekrar gördü. Elphir bir anda kendini orada, Elf’in önünde eğilmişken buldu ve taç başına konduğunda kalabalık yine haykırmaya başladı ve Elf’in son sözlerini hayal meyal işitebildi Elphir: “Arnor ve Gondor’un Kralı Elphir Fornacálë! Çok yaşa kral Elphir!”
    Etraf karardığında, Elphir bir kez daha gözlerini açtı ve yıldızlarla dolu geceyi gördü. İskelenin üzerinde uzanmış ve sırılsıklam bir şekilde yatıyordu. Ayışığı gözlerini almaya başladığında kafasını kaldırdı ve gördüklerinin şokunu daha atlatamadan karşısında dikilen devasa bir şekil gördü. İşte şimdi gerçekten de delirdiğini düşünüyordu.
    Korkuyla geri çekildi. Devasa boylarda biri vardı yanıbaşında. Devasa bir zırhı, sağ yanından sarkan dev bir boru ve bir tanrıya ait olabilecek inanılmaz bir asalet. ‘Bir tanrıya ait olabilecek...’ Eğer Elphir delirmediyse şu an karşısında duran ya bir Maia, ya da bir Vala’nın kendisi olmak zorundaydı. Gözlerini kırpıştırdı ve kafasına hafifçe vurdu. Gözlerini kapatıp uzun süre kapalı tutup açtığında bile şekil hala oradaydı. Arkası dönüktü.
    Gelen sesleri duyunca arkasına döndü şekil ve yüzü belirdi. Elphir bir kez daha şaşkınlıkla inceledi onu. En derin okyanuslar kadar mavi gözleri vardı. Zamanı yıllarla ölçülemeyecek bir derinlik vardı yüzünde. Böyle bir bilgeliğin kimsede olamayacağına emindi Elphir. Sakalları beyaz ve uzundu şeklin. Ama sadece orada ayakta duruşu bile Elphir’in kalbine korku salmaktan çok umut vermişti sanki.
    “Uyanabilmene sevindim.” dedi kalın, tok ve okyanuslar kadar derin sesiyle. “Boğulma tehlikesi yaşattığım için üzgünüm Elphir ama bazı şeyleri sana söylemektense göstermeyi tercih ettim. Zaman kazanmak adına.” Dev şekil ona bakarak gülümsedi ve hafifçe güldü. “Benim adım Ulmo.”
    Elphir’in gözleri, Sauron’un gözü misali açıldı ve ayağa kalkıverdi o anın şokuyla. Yerlere kadar eğildi ve selam verdi. “Selam olsun Suların Efendisi’ne!”
    “Selam olsun Dol Amroth’un prensine!” diye karşılık verdi Ulmo. “Gösterdiklerimden sonra ne yapacağınla ilgili kuşkun kalmamıştır umarım.”
    Elphir olanları hazmetmeye çalışıyordu. “Onlar... gelecek miydi efendim?”
    “Temenni diyelim.” dedi Ulmo. “Kuzeye gitmek zorundasın Elphir. Orta-Dünya’nın Özgür Halkları, Karanlık Güçler’e karşı birleşiyorlar. Bu bir gerçek. Senin de yardımına ihtiyaçları var.”
    “Yani burada kalmamalıyız.”
    “Kalırsanız, ölürsünüz. Üstelik İnsanlar, kendilerine yol gösterecek bir kral arıyorlar. Bunu yapabilecek sadece sen varsın.”
    “Ama Kral Elessar Kara Kapı’da öldü!” dedi Elphir. “Kral olması gereken o değil miydi?”
    “Oydu.” diye onayladı Ulmo. “Ancak ruhu şimdi Her Şeyin Babası’nın yanına gitti Arda’nın duvarlarını aşarak. Akıbetini biz dahi bilmiyoruz. İnsanların yeni bir öndere ihtiyaçları var. Bu kana sahip olanlardan biri sensin, o tahtta hak iddia edebilecek bir sen ve kardeşlerin kaldı.”
    Havadan bir rüzgar alıp başını Ulmo’nun sakalları boyunca hareket ederken Elphir yutkundu ve gözleri boş bakmaya başladı. “Anladığım kadarıyla güçlü müttefiklerimiz var.” diye tespit etti.
    “O müttefiklerden biri olmayı isterdim, Elphir ama yapabileceğim müdahale bu kadar. Üzgünüm.”
    “Güçler Savaşı’yla ilgili az da olsa bir şeyler biliyoruz efendim, bu kadarı bile yetecektir. Üstelik iki kişi daha gördüm görüntülerimde.”
    Ulmo başını salladı. “Benim Maiar’ım evet.” dedi neşeyle. “Ossë ve Uinen, bu savaşta sizin yanınızda olacaklar. Sauron’a denk bir düşman Ossë. Uinen de onun öfkesini dizginleyecek.”
    “Şükürler olsun Elbereth ve Sulimo’ya!” diye haykırdı Elphir mutlulukla. Kuzeyde birilerinin gerçekten toplandığı öğrenmek onu çok mutlu etmişti. Üstelik ordunun başlarında güçlü mü güçlü iki Maia vardı. Daha ne istiyebilirlerdi ki?
    “Ossë, Valar’ın emriyle hareket etmedi.” dedi Ulmo. “Çok büyük bir ordu daha yolda, başlarında yine Eönwë olacak. Gerçekten muazzam bir ordu. Ancak onları bekleme lüksünüz yok Elphir. Onlar gelinceye kadar Sauron’un zaferi kesin olabilir. Karşısında durmak zorundasınız. Onu yok etmek zorundasınız!”
    “Bunu nasıl başaracağız? Onun parmağından Yüzük’ü sökmek işe yaramıyor. Kral Isildur’un bunu yapmasına rağmen Karanlıklar Efendisi bir kez daha güçlendi.” dedi Elphir endişe kokan gözlerle. Gözleri Ulmo’ya yalvarır gibi bakıyordu sanki.
    “Yüzük’ü, onu yok edebilecek bir yere götürmeniz gerekiyor. Zaten bu denendi ve başarısız olundu, ama tekrar denenmek zorunda. Sauron’un parmağından yüzüğü kopardığınızda gücünü tekrar kaybedecek ve Kıyamet Dağı’nın alevlerine yüzüğü attığınızda onu tamamen yok edebilirsiniz.”
    “Kıyamet Dağı mı?” diye sordu Elphir şaşkınlıkla.
    “Yüzük, yapıldığı yerde yok edilebilir sadece. Ne yazık ki çağınızda Sauron’dan yetenekli bir demirci yok. Yüzük’ü alıp Aulë’ye götürmek isterdim ancak bunu yapamam. İşinize daha fazla karışamayız. Ya da Fëanor veya Celebrimbor’u yanınıza gönderebilmeyi isterdim, onların zanaatı belki de Yüzük’ü yok etmeye yeterdi, ancak Yüzük sadece Sauron’dan daha yetenekli ellerde veya yapıldığı yerde yok edilebilir. Kıyamet Dağı’nın sıcağı kadar sıcak bir yer de yok Orta-Dünya üzerinde.”
    Elphir başını salladı anladığını belli etmek için. İskeleye çarpan dalgaların düzensiz sesi kulaklarını tırmalamaya başlamıştı. Tekrar dalgaların düzensiz hareketine baktı ve Ossë’nin gerçekten de kuzeyde olduğunu idrak etti. Rüya görmüyordu. Gerçekten Ulmo tam karşısındaydı ve ona Arnor ve Gondor’un Birleşmiş Kralı olmasını öğütlüyordu.
    “Sana güveniyorum Elphir. İnsanları tek bir sancak altında birleştirmen icap ediyor. Onların önünde at sürmeli ve Sauron’un karanlığını Maiar’ımla ve Elflerle birlikte aydınlığın içinde boğup yok etmelisin.”
    Ulmo denize doğru gitmeye başladığında Elphir arkasından seslendi. “Bunu yapacağım.” dedi güven dolu bir sesle. “ÇOK YAŞA SULARIN EFENDİSİ! ÇOK YAŞA!”
    Suların Efendisi omzunun üzerinden baktı ona ve başıyla selam verirken Elphir yerlere kadar eğildi. Derken aklına bir şey gelmiş gibi başını kaldırıp seslendi: “Gördüğüm Elfler kimdi?” diye sordu yüksek sesle, uzaklaşan Vala’ya sesini duyurabilmek için.
    “Biri, zamanında unutulmuş ve çok hatalar yapmış bir Elf’ti, ancak artık affedildi. O Sauron’a olan savaşınızda ordularınızın en büyük kozlarından bir tanesi olacak. Onun yüreğindeki müziğe umut bağlayabilirsin. Bir kılıç verecek sana, onu kabul et. Diğer Elf’in kim olduğunu da senin bulman gerekiyor Elphir. Bunu sana ben söyleyemem.”
    “Çok güzeldi.” dedi Elphir ona gülümseyerek. “Bir Elf güzel olur evet ama...”
    “Her kralın bir kraliçeye ihtiyacı vardır. Gondor ve Arnor’a da öyle bir kraliçe yakışır.”
    “Saç rengini tam seçemedim.”
    “Tilion’ın parıltılarından bir farkı yok saç renginin. Gönlündeki bolluk ise Varda’nın yıldızları kadar derin. Onu arayıp bulduğunda, anlayacaksın onu gördüğün an ve gönlündeki ateşi dindireceksin vakti geldiği zaman. Ey Elphir, yolun açık olsun!” Bunu dedikten sonra Ulmo bir anda suya karıştı ve gözden kayboldu. Arkasına döndüğünde uzaktan üç kişi gördü Elphir ve şaşkınlıkları dile getirelemeyecek kadar büyüktü. Elphir onlara doğru yürüdü ve her şeyi duyduklarını sadece onlara bakarak anladı.
    Yanlarından geçerken kardeşlerine bakıp gülümsedi ve bir elini Amrathos’un omzuna koydu. “Vakit geliyor. Şövalyeleri hazırlayın. Halka haber verin. Askerler zırhlarını kuşansın. Gidiyoruz. Kıyıdaki yalnız ışık artık kuzeyde parlayacak.”
    Geçip gittiğinde kardeşlerinin gülümsediğini hissedebiliyordu. Hatta Lothiriel’in hafif kıkırtısını duymuştu. “Emredersiniz Majesteleri.”
    “ARNOR’A!” diye bağırdı Erchirion neşeyle ve iki kardeşi onu mutlulukla gülerek tekrar ettiler: “ARNOR’A! KUZEY KRALLIĞI’NA!”

Notlar:
*Narya’nın Gandalf’ta olduğu bilinmiyordu. Bu sebeple Cirdan’da olduğunun tahmin edildiğini düşündüm.
**Fornacálë: Kuzeydeki Işık/Kuzeyin Işığı manasına gelir (Forna: Northern, Cálë: Light) Elphir’in lakabı haline gelecektir ileride.

***Genel bir not olarak da, eğer Gondor & Arnor tahtında hak iddia edebilecek biri varsa bunun da Imrahil’in oğulları olduğuna karar verdik. Aragorn’un ölümünün ardından en mantıklısı Dol Amrothlular gibi duruyordu. Bu sebeple Elphir karakteri seçildi. Soyları Numenor’a dayanıyor ve Aragorn öldüğünden onlar ya da Faramir mantıklı görünüyordu. Faramir konusuna değineceğiz.