21 Kasım 2015 Cumartesi

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

Onuncu Bölüm: Demircinin Çocukları

    Saat geç olmuş olmalıydı. Güneşin doğuşuna iki ya da üç saat kalmıştı. Şafak vakti yaklaşıyordu ve hava olabildiğince soğuktu. Rüzgar güçlüce esiyor ve pek çok insan kendilerini emniyete almış bir şekilde uyuyordu. Aralarından sadece biri ayaktaydı ve nöbet tutuyordu.
    İnsanlar etrafında uyuyordu. Kimi horulduyor, kimi uykusunda konuşuyor, kimi kendini ısıtmak için üzerindeki ince şilteye ya da pelerinine daha da sıkı sarılıyordu. Fain elindeki kılıca sarınmştı ve önünde güçsüzce yanan ateşe umutsuzca bakıyordu. Odunların üstünde isteksizce yanan alev rüzgar yüzünden bir o tarafa, bir bu tarafa dans ediyordu.
    Kuzeyli İnsanlar grili, yeşilli kıyafetlerinin arasında ormana uyum sağlamış bir şekilde uyuyorlardı. Doğuya doğru uzun bir yolculuğa çıkmış, başlarına geleceklerden korktukları için müttefik arayışına düşmüşlerdi. Onlar Kuzeyli Kolcular’dı. Halbarad’ın güneye inmesinden bu yana Dunadan Kolcuları’nın sayısı çok azdı. Kuzeyde yeni Kolcular toplanmıştı. Ancak sayıları elli kadardı yine de.
    Fain bir ses duyunca irkildi ve etrafına bakındı ama hiçbir şey görememişti. Tekrar aleve baktıysa da aklı duyduğu seste kaldı ve pür dikkat olmaya devam etti. Derken Kolcu dostlarından biri uyandı ve ona doğru baktı. “Fain.” dedi uykulu bir sesle. “Dostum korkunç bir rüya gördüm.”
    Onu ateşe doğru çağıran Fain hafifçe yana kaydı ve Galeb oturdu yanına. Kabusunu anlattı ve karanlığın yayıldığını iliklerine kadar hissettiğinden bahsetti. Zaten pek olumlu bir havada olmayan Fain’in yüreği iyice kararmıştı ve ters ters baktı Galeb’e. “İçimi aydınlattığın için teşekkürler dostum.”
    Galeb ona bakarak pişkin pişkin güldü. “Gece zaten karanlık Fain. Gün doğduğunda bile karanlık olmaya devam edecek.”
    “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
    “Elessar yedi bin adamıyla başaramadıysa biz nasıl başaralım? Rohirrim bile dağıldı Kara Kapı’nın önünde. Sadece dayanabileceğimiz kadar çok dayanmamız gerekiyor.”
    Fain başını iki yana salladı. “Umudunu kaybetme. Batıdan gelenler olur belki.”
    “Onlara peri masalı demeye dilim varmıyor ama o kadar emin olmazdım Fain. Üstelik geleceklerse bile bizim bunu görebileceğimizi çok sanmıyorum.”
    Galeb kalkarak yatağına döndü. “İki saat sonra beni kaldırmayı unutma. Nöbetime kadar biraz uyumam lazım.”
    Fain ona bir şey demedi ve Galeb tekrar hızlıca uykuya daldı. Kalbi kararmıştı ve sinirleri bir kez daha bozulmuştu. Nasıl çıkacaklardı bu işin içinden? İndikleri kuzeyde bir ordunun toplandığıyla ilgili söylentiler onların kulağına bile gitmişti ama korkuyorlardı. Ork pusuları yüzünden defalarca yön değiştirmek zorunda kaldılar ve çok yavaş ilerlediler. Bir şekilde orklardan hep kaçınsalar da artık zamanları azalıyormuş gibiydi. İlk amaçları Rivendell’e gitmekti ama oranın düştüğünü öğrenmişlerdi ve artık nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bazıları kuzeye dönmeleri gerektiğini, bazılarıysa güneye inerek Rohirrim’e ulaşmayı düşündüler. Ancak Rohan da düşmüştü ve kalanların kuzeye kaçtığı söyleniyordu. Umutlar tükeniyordu ve Kuzeyli Kolcular ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
    İki saat geçmek bilmedi ama en sonunda Galeb’in uyanma vakti geldi. Fain ayağa kalkıp onun yanına geldi ve omzundan dürtmeye başladı. Galeb çok mücadele etmeden uyandı ve kalkarak ateşin başına doğru yürüdü. “İyi uykular Fain.”
    “Sağ ol.” dedi Fain ona ve ısıttığı şiltenin üstüne kıvrılmak için yelten...
    ... bir ok sesi duyuldu ve Galeb acı içinde çığlık attı. O an herkes yataklarından fırladı ve karmaşa bir anda kampın ortasına çöreklendi. Kimi kalkanını kaldırdı, kimi kılıcını çekip anında kendini yere attı, birkaç ok sesi daha yükseldi ve vurulanlar oldu. Okların nerden geldiği anlaşılamıyordu, her taraftan geliyorlardı sanki. Kolcular kendilerini yere attılar ve bir ok salvosu daha gelse de boşa gitti ve vurulan olmadı.
    Bir anda çığlıklar yükselmeye başladı ve onlarca ork bir anda oldukları yere doğru akmaya başladı. Dumanlı Dağlar’ın dumanlı eteklerine bu kadar yakın yerde, ölümün sisi etraflarını sarıyordu sanki. Ama Kolcular usta savaşçılardı ve orkların cehennemi olmayı bir şekilde başardılar.
    Fain, uykusuz olmadığına şükrederken pek çok orku devirmişti. Önündeki bir tanesine kılıcını savurup kellesini kopardığında, yanında çarpışan dostlarından biri şöyle seslendi: “Bunlar Mordor orkları kadar güçlü değil!”
    “Goblinler!” dedi Fain yüksek sesle. “Lanet olası küçük şeytanlar!” Kolcular bir araya toplanmayı başardı ve orkları ormanın içlerine, Dumanlı Dağlar’a doğru sürmeye başladılar. Angmar topraklarını çoktan geçmişlerdi, Carn Dum batılarında kalıyordu ve bu kadar kuzeyde ne yaptıklarını aslında onlar da bilmiyordu.
    Orkları savaş naralarıyla beraber takip etmeye başladılar. Hiçbirini sağ bırakmamaları gerekiyordu. Uzun bir kovalamaca böylece başladı ve Fain’in elindeki kılıç ayışığının altında güçlüce parlayarak orkların kanına susadığını herkese haykırdı.
    Ormanın içinden geçerlerken okçular sık sık durarak ok atıyorlardı, orklardan düşen olsa da ana kafile durmuyordu. Küçük ve hızlı olduklarından Kolcular onlara yetişemese de sıcak takibi bırakmadılar ve en sonunda uzaktan daha büyük bir ordunun beklediğinin anlaşıldığı bir vadiye doğru yol almaya başladılar. “İleride çok fazla ork var gibi görünüyor!” diye seslendi Kolcuların başı, adamlarına. “Bir an önce onlara yetişmemiz gerekiyor!”
    “Yetişemeyiz!” diye karşılık verdi Fain. “Bir an önce saklanmazsak bu lanet olasılar, orduyu üzerimize yollarlar!” Koşmaya devam etseler de liderleri bir süre düşündü. Sonradan dur emrini verdi eliyle ve Kolcular hızlı bir şekilde ormana karıştılar. Vadi uzaktan daha net görünmeye başlamıştı ama orklar zinde Kolcuları öyle kolay kolay bulamazlardı artık. Ağaçların arasında kayboldular, bir kısmı ağaçlara çıktı ve etrafı kolaçan etmeye başladı. Gün doğana kadar beklemek zorundaydılar. Sıkıntılı bekleyiş uzun sürecek gibi görünüyordu.
    “Ya şimdi?” diye sordu Fain, el hareketleriyle.
    “Günün doğumuna az kaldı.” dedi Teron, Kolcuların lideri, yine aynı işaret dilini kullanarak. “Güneş doğar doğmaz batıya gideceğiz.” Fain de Teron da ağacın tepesindelerdi ve hepsi yaylarını çekmiş, tetikte bekliyorlardı. Bir an önce orkların geleceğini düşünüyordu hepsi. Kaçan goblinler illa ki bir arama grubu çıkarırdı. Onlara gözükmemeyi umuyorlardı. Başarabileceklerine emindi Fain. Kolcular böyle günler için vardı.
    Aradan bir saat geçmişti ki, bazı çığlıklar duymaya başladı Kolcular. Goblin çığlıkları. Üzerlerine akın akın goblin geliyor olmalıydı. Hepsi tetikte durdu ve belki nefes bile almadılar. İlk goblinler altlarından ve aralarından geçmeye başladığında ayak sesleri ve korkutucu çığlıkları her yanı sardı, ancak durmadan koşuyordu orklar. Ne yapıyorlardı acaba? Hiç de birilerini arıyor gibi görünmüyorlardı. Sanki bir şeyden kaçıyorlardı.
    Derken çığlıkların sayısı arttı ve bir anda dört nala koşan atların sesi duyulmaya başlandı. İşte şimdi Kolcular gerçekten şaşırmışlardı. Orklar sürü gibi yanlarından ve altlarından geçerken bir anda gür ve tok savaş naraları duymaya başladılar. Atların sesleri arttı hızla ve kişnemeler dahi duyulmaya başlandı. Pek çok atlı görünüre girdi ve orkları ezip geçmeye başladılar. Takibi hızla sürdürdüler. Fain o kadar şaşırmıştı ki sayılarından emin olamıyordu.
    Aradan çok geçmeden farklı naralar da duydular ve bir grup goblin bu kez de pek çok baltayla yere serilmeye başlandı. Kısa boylu pek çok adam goblinlere aman vermeyerek koşuyorlardı ve pek çoğu goblinlerin sonunun geldiğine kanaat getirerek orada durdular. Atlılar da geri gelmeye başladılar.
    “Durin’in sakalı! Bu şeyler ne kadar hızlılar böyle!” dedi kısa adamlardan bir tanesi. Cüce olduğu o kadar belliydi ki, aksanının duyulmasına ihtiyaç yoktu.
    Atlılardan biri atından indi ve ona doğru bakarak güldü. “Kuşkusuz ki Sauron’un en işe yaramaz yaratıkları bu Dumanlı Dağlar’ın orkları, hızlı olsalar ne yazar...”
    “Aye!* Haklısın dostum.” Kahkaha atmaya başladıklarında Teron artık kendilerini gösterme vakitlerinin geldiğini anladı ve seslendi onlara. “Ey cesur insanlar ve koca yürekli cüceler!” dedi güçlü ve dostça bir sesle. Bir anda şaşıran insan ve cüceler etraflarına bakındılar. Pek çok Kolcu ağaçtan atlayarak ve saklandıkları yerden çıkarak kendilerini gösterdi. Ellerini tehdit olmadıklarını göstermek istermişçesine kaldırmıştı pek çoğu. “Biz Kuzeyli Kolcularız.” dedi Teron gülümseyerek.
    İnsan da cüce de önce birbirlerine baktılar ama gülümsediler onlara. “Kuzeyli dostlarımızı görmek ne kadar da güzel!” dedi demin attan inen insan.
    “Eğer bana adınızı bahşederseniz, ben de size benimkini veririm.” dedi cüce. Baltası elinde sımsıkı bir şekilde kavranmıştı ve gözleri karanlıkta iyi görmek için genişçe açılmıştı.
    “Ben Teron. Kolcuların lideriyim.” dedi Teron, Fain’i işaret etti ardından. “Bu da Fain. Yardımcım olur.”
    “Memnun oldum.” dedi efendi cüce. “Ben Thorin.” Fain ve Teron’un surat ifadesi yüzünden duraksamış ve gülümsemişti. “Thorin Taşmiğfer.”
    “Elbereth’in yıldızları!” dedi Fain. “Siz o musunuz cidden? Yoksa Dain Demirayak da mı buralarda?” Sesi neşeli çıkmıştı ama cüce ve insanların surat ifadesi çok farklı hikayeler anlatıyordu. “Yapmayın...” dedi Fain üzüntüyle.
    “Üzgünüm evlat.” dedi insan. “Dain Demirayak artık Mahal’ın yanında Durin’le beraber birasını içiyor.”
    Kısa süreli yas hali Teron’un sorusuyla bozulmuştu. “Siz kimsiniz?”
    “Ben Bard.” dedi adam da. “Dale’in kralı.”
    “Ulmo’nun sakalı aşkına!” dedi Teron. “Buraya kadar nasıl geldiniz?” Derken durakladı ve bir soru daha sordu: “Dale’in kralı mı? Kral Brand da mı...”
    Bard üzüntüyle başını salladı. “Babam cesurca öldü. Arda’nın duvarlarının ötesinde huzurla geziniyordur şimdi.”
    “Buraya gelmemiz kolay olmadı.” dedi Thorin üzüntüyle. “Çok şey kaybettik. Erebor, Doğu döllerinin saldırısıyla düştü. Sonuna kadar direnmeye çalıştık ancak kuşatmayı yarıp kaçmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Vatanımızı koruyamadık... Bir kez daha kaybettik...”
    “Ama geri alacağız!” dedi Bard elini onun omzuna vurdu. “Babalarımızın ittifakı ve daha önceki tüm fedakarlıklar adına! Vatanlarımızı geri alacağız Thorin. Kuşkun olmasın.”
    “Aye!” dedi Thorin bir kez daha.
    Kolcuları alarak ordugahlarını kurdukları yere götürdüler onları. Goblin birlikerini o vadide pusuya düşürmüşlerdi. Fain ve Teron o kadar şaşırmışlardı ki bu kadar büyük orduları olduğuna en başta inanamamışlardı. On bine Dale İnsanı ve on beş bin Ereborlu cüce olduğunu söyledi Bard’la Thorin onlara. Bard II de, Thorin III de iyi krallardı ve ordularını Sauron’un galibiyetinden beri batıya getiriyorlardı. Demir Tepeler’den geçmişlerdi ve bir şekilde Limanlar’a doğru gitmeyi amaçlıyorlardı, yolda da kendilerine müttefik bulabilmeyi ümit ediyorlardı. Ve bir şekilde Sauron’a kafa tutabilmeyi... Herkes bunu umut ediyordu aslında. Kalplerden umut hala silinmemişti ve Fain’in yüreğinde daha da bir harla yanıyordu şimdi.
    “Artık umutlarım artıyor.” dedi Fain onlara. “Artık karanlığa karşı koyabileceğimize eminim!”
    Çok geçmeden batıya doğru yol almaya başladılar tekrardan. Güneş artık doğmuştu ve ork tehditleri biraz olsun azalmıştı. Koca ordu tüm gücüyle günler boyu ilerlerdi ve kuzeyde toplandığı söylenen ordu gerçekten orada mı diye bakmak üzere Arnor topraklarına girdi.
    Fornost’a yaklaştıkları söylendiğinde büyük kalenin üzerinde tüten dumanlar görmüşlerdi. Gerçekten orada birileri vardı! Sevinç çığlıkları ve nidalar arasında ilerlemeye devam ettiler ve birkaç atlı tarafından karşılandılar. Gelenlerin ork ya da benzeri olmadığını gören Rohirrim atlıları da sevinçle bu haberi kaledekilere vermek üzere yola çıktı ve bazı Rohirrim de Dale & Erebor ordusuna eşlik etti. Fornost’ta coşkuyla karşılandılar ve Ossë en önde onları karşıladığında bu kadar büyük bir ordunun gelmesine cidden şaşırmıştı. Şaşkınlığı karşılıklıydı elbette. Tam önlerinde uzun boyu ve tüm asaletleriyle iki Maia duruyordu ve güçleri ta Yalnız Dağ’dan hissedilebilecek kadar çoktu.
    Cüceler Ñoldor’u görünce de şaşırdılar, bu kadar güçlü gözüken Elfler görmeye gözleri alışık değildi. Zırhları da asaletleri de Orman Elflerinden çok daha farklı görünüyordu. Özellikle de ordunun başındaki iki Elf gerçekten de nasıl bir ordu olduklarını haykırıyordu sanki.
    Liderler Ossë’nin salonlarında toplandılar ve bir plan üzerine düşünmenin gerçekten vaktinin geldiğini söylediler. Öncelikle Dale ve Erebor orduları dinlenecekti elbette. Fornost yıkık olsa da, çevreden yiyecek gibi ihtiyaçları sağlayabiliyorlardı. Üstüne üstlük her yandan insanlar akın ediyorlardı buraya ve her geçen gün Ossë’nin gücüne daha çok güç katılıyordu. Uinen mutlu görünüyor, umutlarının arttığını hissediyordu.
    Ossë’nin verdiği Batı’dan gelen ordu haberi hepsini heyecanlandırdı ve savaşma istekleri adeta yeniden döndü. Hatta Thorin Taşmiğfer, “Haydi o zaman şimdi yola koyulup Batı’nın Elflerine hiçbir şey bırakmadan tüm orkları yok edelim!” diye bağırmıştı. Herkes kahkaha atarken Ecthelion söze karışmıştı. “Üzgünüm efendi cüce, biz de Batı’dan geliyoruz, illa bize bir şeyler kalacaktır.”
    “Siz bir zamanlar da burdaydınız! Sizi buradan sayıyorum artık!”
    Herkesin neşesi yerindeyken yeni gelenlerin olduğu söylendi. Hem de batıdan... Ossë heyecanla dışarı çıktığında gelenlerin sayısının beş bine yakın olduğunun tahmin edildiğini söyledi subaylardan biri. Fain, kudretli Maia’nın arkasından, Teron’la beraber avluya çıktı ve talim gören İnsanların arasından geçerek batı kapısına vardılar.
    Gelenler cücelerdi! Nasıl olup da batıdan cüce geldiğini merak ediyordu hepsi.
    Beş bini aşkın cüce kapıların önünde durdular ve aralarından siyah-gümüş sakallı bir tanesi öne çıktı. Liderleri gibi duruyordu. “Selam olsun Lord Ossë’ye! Kuzeyin Savaşçısı’na!”
    Aralarında Ossë’ye bu ismi vermiş oldukları anlaşılıyordu.
    Ossë öne çıktı ve onları selamladı. “Selam olsun cesur cücelere! Nereden geliyorsunuz böyle?”
    “Biz Belegost’tan geliyoruz!” dedi cüce. “Ben Belegost cücelerinin lorduyum!”
    “Hoş geldiniz!” diye seslendi Ossë onlara. “İnanın ki sizi görmek bizi ne kadar mutlu etti anlatamam!”
    “Belegost mu?” dedi Maglor öne doğru çıkarak. “Doğru mu duydum?”
    “Doğrudur beyim.” dedi cüce ona selam vererek. Maglor’un asaletinden dolayı olsa gerek, ne kadar önemli biri olduğunu hemen anlamıştı.
    “Oldukça tanıdık geliyorsun.” dedi Maglor ona. “Bu pek başıma gelen bir şey değildir.”
    “Beni atalarıma benzetirler. Özellikle adını aldığım cesur bir cüceye.”
    “Kim o?” diye sordu Maglor. “Kardeşimle beraber yıllarca Belegostlu cücelerle omuz omuza çarpıştık ve aranızdan pek çoğunun sayesinde hala hayattayım.”
    “Nasıl yani?” diye sordu cüce. “Yoksa siz?”
    “Ben Maglor.” dedi Elf selam vererek. “Adımı verdim, şimdi sıra sizde.”
    “Ben de Azaghâl.” dedi cüce gururla dolarak. Maglor başını salladı ve hüzünle gözleri doldu. Gülümsüyordu bir yandan da.
    “İşte şimdi kime benzediğin anlaşıldı. Onun bir kopyasısın adeta...”
    “Sizinle tanışmak bir onurdur beyim! Atalarım Ñoldor’un yanında balta savurmaktan asla gocunmadılar ve Sayısız Gözyaşı’nda olanları daima hatırladık!”
    “Hayatımı o savaşta size borçlandım.” Eliyle kaleyi işaret etti Maglor yan dönerek. “Gelin, o borcu ödemeye size şarap ve bira ikram ederek ödemeye başlayayım, daha uzun bir yolumuz var.”

    Azaghâl sevinçle içeri doğru yönelmeye başladı ve Maglor’la güçlüce el sıkıştılar. Thorin’le de tanışan Azaghâl içeri buyur edildi ve Fornost bir kez daha bayram yerine döndü. Dale ve Yalnız Dağlılar için hazırlanan şölene bir yenisi daha eklendi. Maglor ve Thorin’le yürüyen Azaghâl şölen masasını görünce kahkahalarına hakim olamadı ve yanında duran oğluyla beraber masaya doğru yürümeye başladı. Masaya oturmadan ağzından şunlar döküldü ve Ossë bile kahkaha atmaya başladı. “Ah! Baruk khazad! Khazad ai menu! Çekilin yolumdan, cücelerin baltaları geliyor gerçekten de! Bir kurt gibi açım!”


1 yorum: