10 Şubat 2016 Çarşamba

Gölge ve Dalgaların Savaşı - On Birinci Bölüm: Gümüş Yol

“Sauron birbiri ardına zaferler kazandı.” dedi mavi renkli pelerini rüzgarda savrulan Ecthelion. “Herkes onlardan bahsediyor ve Orta-Dünya’nın hiç olmadığı kadar karanlık olduğunu söylüyorlar.”

Güneye indiklerinden bu yana birkaç gün geçmişti. Ossë’nin ordusu güneye tam gücüyle inip Sauron’la karşılaşacaksa, neyin nerede olduğunun bilinmesi gerekiyordu. Bu yüzden Maglor, Ecthelion ve yirmi adamı keşif görevi için harekete geçmişlerdi. Ossë’nin ordusundaki en iyi savaşçılar bu yirmisiydi kuşkusuz. Maglor ve Ecthelion Birinci Çağ’ın Elfleri’ydi ve Maglor, Fëanor’un oğlu; Ecthelion ise Balrogların lordunun katiliydi. Yanlarındaki yirmi adam da Öfke Savaş’ından kurtulup gelenlerdi, o yüzden hepsi Ecthelion’ın dediklerine sırıttılar.

“Hiç olmadığı kadar demek.” dedi Maglor. “Bir de Sauron’un efendisini görselerdi ne düşünürlerdi acaba?” Yere tükürdü. “Yıldızların laneti üzerinde olsun Morgoth’un!”

“Öfke Savaşı’nın başlarında, Orta-Dünya kıyılarına indiğimizde görmeleri lazımdı buraları.” dedi askerlerden biri. Adı Celeblith’di. “Hayatım boyunca Valinor’da yaşamıştım. Güneş’in doğmasından yetmiş sene sonra doğdum ve beş yüzüme yaklaştığım sırada Eärendil geldi. Sizin nasıl şeyler yaşadığınızı tahmin edemem Lord Maglor, Lord Ecthelion. Kral Finarfin doğumumdan önce olan olayları babamla bir sohbetleri sırasında anlatmıştı. Daha küçüktüm. Siz en başından beri o karanlığın içinde yürüdünüz. Orta-Dünya’ya geldiğimizde Gondolin’in öyküleri hala dillerde dolanıyordu. Ñoldor karanlığın içinde yaşıyordu ve hayatımı Tirion’da geçiren biri olarak, elimdeki kılıca her ne kadar güvensem de kıyıya ilk ayak basışımı hala unutamam. Bulutları hatırlıyorum lordlarım. O karanlık bulutları, ejderhaların nefesini, gölgeyi ve umutsuzluğu hatırlıyorum. Kral Finarfin’in elini omzuma koyup bana güven verişini de öyle. Babamın keza kollarında ölüşünü de öyle.”

Ecthelion ve Maglor onun hikayesi için üzüldüler ve kederin sessizliği aralarına çöktü. Bir şey söylemenin anlamı yoktu, çünkü hepsi çok büyük acılar çekmişlerdi, zaten Celeblith de bunları teselli aradığından söylemiyordu. Çoktan altı bininci yaşını geçmiş bir Elf teselli aramazdı. Üstelik lordların yaşadıklarını kendi yaşadıklarıyla da kıyaslamıyordu.

“Şimdiki gölge, o zamankinin ufak bir yanılsaması sadece. Barad-dur, Angband’ın ancak soluk bir kopyası olabilir.”

“Angband’ı gördün değil mi?” diye sordu Maglor, anıları üzerine çökerken. “O şeytani yüzünü, bitmek bilmeyen duvarlarını ve etrafını saran karanlığını?”

Başını salladı Celeblith. “Eärendil, Ancalagon’u düşürdükten sonra Lord Eönwë’yle birlikte Angband’a ilk girenlerden biriydim. Kırk yıllık savaşın benim gibi hayatı günlük güneşlik geçen birinin üzerindeki etkilerini az çok tahmin edebilirsiniz sanırım. Teleri gemilerinden indiğimiz zaman hissettiğim şeylerle, Angband’ın kapıları önünde hissettiğim şeyler birbirinden o kadar farklıydı ki. Gördüğü ve hissettiği karanlık tarafından az daha yutulmak üzere olan basit bir askerden, Morgoth’un tüm kötülüklerini sadece kendi kılıcıyla silebileceğine inanan gerçek bir Ñoldo’ya dönüştüm. İnanın övünmeye çalışmıyorum ama Sirion geçidinde yaptığımız savaşlar kılıcımı da kalbimi de bilememi sağladı. Angband’ın kapılarından geçerken Kral Fingolfin gibi Morgoth’a tek başına meydan okuyabileceğimi hissediyordum, pek çok arkadaşım gibi. O gün hepimiz öyleydik.”

“Ruhu Mandos’un yanında huzur bulsun.” dedi Maglor ileri bakarak. “Amcam bir Elf’in olabileceği en üst noktadaydı kuşkusuz.”

Bir ağaç dalına çarpmamak için onu bükerek yoluna devam eden Celeblith Maglor’a doğru baktı omzunun üstünden. “Onu görebilmeyi isterdim. Onun ve Kral Fingon’un hikayeleri savaşta bize katılan bir avuç Ñoldor tarafından sık sık anlatılırdı. Sürgünler’in arasında onun kadar güçlüsü olmadığını söylüyorlardı.”

Maglor başını salladı. Ani Alev Şavaşı’nı hatırladı bu kez de. Glaurung’un alevini tekrar teninde hissedince ürperdi. “Ringil’i savuruşu görülmeye değerdi. Beleriand’ın Baharı’nda büyük bir turnuva düzenlemiştik.” Maglor uzun zamandır bu anıları hatırlamıyordu. Gülümseyebildiğine şaşırdı. “Hithlum o sıralar savaşta gördüğünüz gibi değildi. Angband’ın yakınlarında olmasına rağmen o kadar yeşil ve güzeldi ki. Üstelik Ard-galen de henüz bozulmamıştı, Morgoth’un alev nehirleri daha üzerlerinden geçmemişti. O turnuvada ağabeyim de vardı. Ñoldor’un en güçlüleri orada savaştılar. Ben daha ilk turda Kral Fingolfin’le eşleşip elendim. Nelyo ise dostu Fingon’u yenip finalde Kral Fingolfin’le eşleşti. Ağabeyim gözümde hep en iyi kılıç kullanıcılarından biri olmuştu, o gün de bunu kanıtlamıştı ancak Kral’la dövüşleri uzun sürse de yenilmekten kurtulamamıştı. Ringil’in buz gibi görüntüsü ve masmavi parıltısını hala hatırlarım. Ağabeyimin Sercëníre’si o güne kadar dövülmüş en iyi kılıçlardan biriydi ama Ringil... işte o çok başkaydı Celeblith.” Bir an için durdu. “Sana neden Celeblith adını vermişler?”

Celeblith simsiyah saçlıydı, ancak adı “gümüş kül” anlamına geliyordu. Celeblith gülümseyerek lorda baktı. “Doğduğumda doğal olarak babamın adını taşıyordum ancak mutlu bir çocukken, bir gün etraftan kayboluvermişim. O sıralar Valmar’daymışız, açıkçası hatırlayacak yaşta değildim. Beni sonunda bulduklarında Ağaçlar’ın mezarında bekliyormuşum. Telperion’un külleri saçımdaymış, Laurelin’in küllerine bakıyormuşum. O zaman annem ağlayarak sarmış beni, babam da bu ismi seçmiş bana. Gümüş ağacın külleri saçımda olduğu için.”

“Güzel bir isim.” dedi Maglor. “Ağaçlar’ın ardından isimlendirilmek büyük bir onur olmalı.”

“Onları da görebilmeyi dilerdim.”

“Çok güzellerdi.” dedi Maglor. “Gerçekten çok güzellerdi.”

Maglor o kadar çok anının ağırlığı altında kalmıştı ki kendi bile sayamıyordu. Başını iki yana sallayıp önlerindeki tehdite döndü.

“Sauron en az efendisi kadar kötü ama hakkını yememek lazım.” dedi Ecthelion. “Zamanında Ñoldor’u da az uğraştırmadı.”

“O günlerinden çok daha güçlü, orası kesin.” diye belirtti Maglor. “Gerçekten yarattığı karanlık takdire şayan, efendisi Gece Kapısı’nın ötesinden buralara bakabiliyorsa onunla gurur duyuyor olmalı.”

“Onu yenmeye gücümüz yetecek mi?” Celeblith bunu sorduğunda açıklık bir alana geldiler ve Maglor bir parmağını kaldırıp sessiz olunmasını işaret etti. Keskin gözleri ileride pek çok karaltı görmüştü. Derhal ağaçların arasına geçme emri verdi ve sessizce kılıçların çekilmesi gerektiğini söyledi. İleride pek çok ork olmalıydı. Ağaçların arkasına geçtiler ve dinlediler. Gerçekten de ileride orklar vardı ve yaklaşıyorlardı. Maglor doğuda kalan yüksek yere doğru çekti adamlarını ve yükseltinin ardına gizlenip orkları izlemeye başladılar. Ayaklarının altında ezilen toprak, adeta her adımda feryat ederken hava iyice kararmaya başladı ancak etraf yine de güneş alıyordu ve orklar sorunsuz bir şekilde yürümeye devam ediyorlardı. “Kara uruklar.” dedi Maglor. “Gondorlu ve Rohanlı dostlarımızın bahsettiği yeni bir ork türü.”

“Güneşte yürüyebiliyorlar değil mi?” diye sordu Celeblith.

“Aynen öyle.” diye cevapladı Maglor. Orklar iyice görünüre girmeye başladığında Maglor dikkatle, kendini göstermeden kafasını çıkardı tepeden ve orklara baktı. Bir anda kanının donduğunu hissetti ve başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Gözlerinin bir çeşit büyüyle aldatıldığına emin gibiydi.

Ork güruhunun önünde ork olmadığını bas bas bağıran biri yürüyordu.

Masmavi gözleri Ringil kadar soğuk bakıyordu. Kötücül havası tüm ormanın içine işliyor, toprak dahi onun varlığını reddediyordu. Belinde mükemmel bir kılıç asılıydı ama o bile Sauron’un karanlığıyla lekelenmitşi. Yüzü, ölü mü diri mi belli değildi, bir hayalet gibiydi ancak tam olarak ölememişti sanki. Bir eli kılıç kabzasının üstündeydi ve işaret parmağında masmavi bir şey parlıyordu. Maglor onun çok güzel bir yüzük olduğunu fark etti ama mavi parıltısı bile karanlıktı sanki...

Ecthelion da başını kaldırıp baktı ve Maglor ona döndüğünde, Ecthelion’un donup kaldığını gördü. Göz bebekleri büyümüş, dili tutulmuştu. “Bu nasıl mümkün olabilir?”

Karanlık adam orkların önünde yürümeye devam ederken Maglor ona baktı. “Hayal görüyor olamayız değil mi? Sabah içtiğimiz sudan olabilir mi?”

Ecthelion tepki vermedi ve adama bakmayı sürdürdü. “Bu gerçekten olamaz. O... Glorfindel mi?”

“Öyle görünüyor.” dedi Maglor hüzünle. “Parmağındaki de Elrond’un bahsettiği Yüzük olmalı. Ah Elbereth’in yıldızları!”

“Glorfindel bir Yüzüktayfı mı olmuş yani?” diye sordu Elflerden biri.

Ecthelion hareketlenecekti ki, Maglor omzundan tuttu. “Hayır lordum. Onun ne kadar güçlü olduğunu bilmiyoruz. Elrond’un bana anlattığı kadarıyla, Glorfindel çok daha güçlü olarak dönmüş, senin gibi. Kendine bir bak, yaptığın fedakarlığın nasıl da yüzüne yansıdığını, bir Maia kadar parlak ve güçlü olduğunu gör. Glorfindel de aynı şekilde geri gönderilmişti.” Ecthelion durdu ve öylece bakındı. En sonunda başını salladı onaylar bir şekilde bu sefer geriye, kuzeye doğru döndü. “O zaman dönüp diğerlerini uyarmak zorundayız. Yeterince güneydeyiz zaten.”

Maglor işaret etti ve dönüp gitmek üzerelerken bir ıslık duyuldu. Tam arkasına dönmüş olan Maglor tepeden aşağı baktığında orkların etraflarına bakıştığını gördü, tam ortalarına ucu tüten bir ok düştü. İşte o tam o anda tüm orklar oraya odaklanmışken ağaçların aralarından onlarca adam belirdi, hepsi dikleşip ellerindeki kaliteli yayları orklara doğru tuttular ve aradan bir saniye bile geçmeden ok yağmuru tüm orkları delik deşik etti. Okların tiz sesleri ormanda yankılandı.

Glorfindel de delik deşik edilmişti ama hala ayaktaydı. Elini göğsüne saplayan bir oku diğer eliyle çıkarıp kırdı. Canı yanmışa benzemiyordu. O an ona kimse yaklaşamadı. Okçular ona korkmadan ok atabilmişlerdi ama her an giderek artan soğuk ona yaklaşmayı imkansız kılıyordu. Tayf yavaşça geri çekilmeye başladı. İşte o anda Ecthelion yerinden fırlayıp bağırdı: “GLORFINDEL!”

Ses orman boyunca yankılandı. Okçular bile dönüp o tarafa baktılar. Tayf da olduğu yerde durdu ve sesin geldiği yere baktı. Masmavi, ölüm saçan gözleri Ecthelion’u tanımıştı. Ama pek umursamadığı belliydi. İlerideki atların yanına gitti Tayf ve kimse ona yaklaşamadığından, Ecthelion ona doğru koşsa da, hızlıca atın birine dönüp oradan uzaklaşıverdi. Pınar’ın lordu arkasından seslense de sonuç alamadı ve bağırarak lanetler savurdu. Derin birkaç nefes alıp sakinleştiğinde, “Altın Çiçek Hanedanı’nın lordu gidiyor böylece...” dedi, ardından bakarak.

Maglor ve adamları yanına indiler ve okçular da dışarı çıktı. Hepsi İnsan’a benziyordu ama cidden çok kalabalıklardı. Liderleri olduğu anlaşılan bir tanesi onlara selam verdi. “Buralarda Elf görmeyi pek beklemiyorduk!” Siyah saçlıydı ve asil duruşluydu. Maglor onda Elros’un duruşunun çok ufak bir kırıntısını görmüştü. Kollarını kavuşturması ve gözlerinin aldığı şekil, Numenor soyundan gelen pek çoğu gibi, onu andırıyordu ister istemez. Maglor, Elros’un soyundan birini ne zaman görse tanırdı.

“Biz de bu kadar kalabalık insanı bir arada görmeyi beklemiyorduk!” diye karşılık verdi Maglor. “Kimsiniz?”

“Ben Elphir.” dedi adam, birkaç askeriyle yanlarına gelirlerken. “Dol Amroth prensi. Kara Kapı’da kaybettiğimiz Prens Imrahil’in en büyük oğluyum.” Prens Elphir kardeşlerini de tanıttı. Kuzey’e gitme amacı güttüklerini söyledi, ancak Elphir Ulmo’yla konuşmasından ve kral olma niyeti olduğundan bahsetmedi. O olaydan sadece kardeşlerinin haberi vardı ve Elphir bu durumu aynen devam ettirmek istiyordu.

“Sanırım daha şanslı olamazdık.” dedi Celeblith memnuniyetle. “Kaç kişisiniz?”

“Ordumuz buranın biraz kuzeybatısında kamp kurmuş vaziyette, olabildiğince gözlerden uzak ve dağınıklar. Tabii tek bir boruyla aynen kuzeye olan yolculuğumuza devam edecekler. İki bin beş yüz kişiyiz.”

Çok geçmeden yirmi iki Elf ve Dol Amroth ordusu kuzeye yürümeye başlamıştı. Bir gün boyunca sorunsuz bir şekilde yürüdüler. Ecthelion, Maglor, Celeblith ve Elphir iyice birbirlerine alıştı ve kaynaştılar. Ossë’nin ordusunda komutan olacaklarsa birbirlerini tanımaları gerektiğini biliyorlardı. Karanlık Güçler’e karşı verilecek savaşta, Özgür Halklar tek yumruk olmalıydı.

Dumanlı Dağlar’a yakın bir yolda ilerledikleri sırada, Maglor bir kez daha orkları fark etti, öncü olarak önden gittiklerinden otuz-kırk kişiydiler ve Elphir de onlarlaydı. “Yine mi orklar?” diye şikayet etti Maglor. “Himring’teki günlerimizde bile orklarla bu kadar sık karşılaşmıyorduk.”

Ecthelion güldü ve kılıcını çekti. “Güneye iniyor gibiler, sanırım onlarla çarpışmaktan başka seçeneğimiz yok.” Valinor’da dövülmüş yepyeni kılıcı hoş bir tınıyla kınından çıktı ve hafifçe titreşti. Ñoldor’un hala yetenekli demircileri vardı ve kılıcın çeliğindeki güzellik bile Maglor’u eski günlere götürmeye yetti. Hala Ağaçların Işığı’nın parladığı dönemlere.

“Öyleyse onlara güzel bir tuzak hazırlayalım lordlarım, ne dersiniz?” diye teklifte bulundu Elphir gülümseyerek. İleride ağaçların sıklaştığı yeri gösterdi. Ağaçlar tırmanmaya uygundu. Pusu için mükemmel olabilirdi. Maglor ve Ecthelion Elf gözleriyle orkları incelerken yanlarında esirler olduğunu fark ettiler. “Esirleri var.” diye belirtti Maglor. “İki kişi. İnsan ya da Elf. Bu yüzden daha da dikkatli olmamız gerekiyor.”

Hepsi kısa sürede yerlerini aldı ve gürültü etmeden sessizce beklemeye başladılar. Hepsi dikkatle etraflarına bakınıyordu. Elphir, Tayf’ın çevresinde uygulanan taktiği önerdi, bu yüzden herkes yay kuşandı. Birkaç kişinin ise yayı olmadığından iyice ileri uca giderek orkları takip altında tutacaklardı. Ayrıca ok atışından sağ kalan olursa orkları arkadan da sarmış olacaklardı.

Orklar iyice yaklaştığında Maglor emri verdi. Yaylar gerildi ve dikkatle nişan alındı. Esirlerin kaflinenin arkasında elleri bağlı olarak getirildiklerinden vurulma ihtimalleri yoktu, başlarına kumaş gibi bir şey geçirildiğinden yüzleri gözükmüyordu. Maglor son kez emir verdiğinde gerilen yaylar serbest kaldı ve orkların hepsi aynı anda yere düştü. Elphir taktiğin bir kez daha işe yaradığını görünce gülümseyerek üstünde durduğu daldan aşağı atladı. Derhal bir askeriyle beraber esirlere doğru koştular, diğerleri de yavaş yavaş yaklaştılar ve Maglor, orklara ait olmadığı belli olan eşyaları ayırmaya başladı askerleriyle birlikte. Elphir esirlere seslendi. “Merak etmeyin iyi olacaksınız.”

“Elbereth’in parlak yıldızlarına şükürler olsun!” diye karşılık verdi esirlerden biri mutlulukla. Bir kadına aitti ses ve oldukça güzeldi. Elphir ve askeri iki esirin başındaki kumaşları çıkarttılar.

İkisi de Elf’ti. Elphir’in çözdüğü elf siyah saçlı bir erkekti ve uzun boylu, asil duruşlu bir adamdı. Elphir’den de kalıplıydı. Askerinin çözdüğü Elf ise kadın olandı ve gümüş mü gümüş saçları vardı. Dol Amroth’un kıyılarında uzanan denizler kadar da maviydi gözleri. Elphir ona baktığı an kör olmuş gibi hissetti, başka bir hiçbir şey göremediğini düşünüyordu ve kadın minnettar gözlerle önce askerine sonra da Elphir’e bakarken zaman yavaşlamış gibi geliyordu Elphir’e. “Size ne kadar teşekkür etsem az.” dedi.

“Gerçekten, çok teşekkür ederiz.” dedi adam da ona. Elphir gülümseyerek başını salladı, dili tutulmuş gibi geliyordu. “Ben Elphir.” diyerek tanıttı kendini. “Dol Amroth’un prensi.”

Kadın acıyan bileklerini ovuştururken Elphir’e minnettar gözlerle baktı bir daha. Hüzünlü bir gülümsemesi vardı yüzünde. “Ben Celeblir.” dedi kadın. “Tekrar teşekkür ediyorum, size hayatımızı borçluyuz.”

Elphir ona bakakalmıştı ve o masmavi gözlerin hayallerinde gördüğü gözler olduğuna emindi. Ulmo ne demişti: “Tilion’ın parıltılarından bir farkı yok saç renginin...” İşte gümüş saçlar ve aynısı olduğundan adı kadar emin olduğu o güzel yüz ve o gözler... Bu kadın birlikte Fornost’ta taç giyerken merdivenlere yürüdüğü ve kalbini fetheden kadındı. Elphir beyninden vurulmuşa benziyordu ama kibarlık gereği adama dönmesi gerektiğini biliyordu. O da adını söyleyecekti. Tam kafasını çeviremeden arkasından bir ses işitti:

“Celebrimbor? Bu sen misin?” Maglor’un sesi yüksekçe ve şaşkınlık içinde çıkmıştı. Adam ondan da şaşkın gözükürken Elphir bir anda hayallerinde gördüğü kadını da unuttu, kral olacağı Fornost merdivenlerini de öyle. Celebrimbor mutlulukla gülümsedi ve ona doğru gitti: “Ey babamın kardeşi! Ey, Maglor Geçidi’nin lordu! Ey Güçlü sesli!” diye seslendi Celebrimbor ona. Güç Yüzükleri’nin yapımcısı ve İkinci Çağ’daki Fëanor Hanesi’nin lordu Gümüş Elli Celebrimbor, amcası Maglor’a sarıldı ve herkes şaşkınlıkla onlara bakakaldı.

“Ey Eregion lordu! Eğer Elf Yüzükleri’nin yapıcısı! Ey kardeşimin oğlu! Mandos’tan dönmene sevindim!"