Her şey sisler içindeydi. Aynı yıldızları
gözlerden saklayan gökyüzü gibi. Hava, bulutların ardından parlayan güneşle
beraber turuncu bir renge bürünüyordu, sarı ışıklar sisin içerisinde dağılıp
güçsüzleşiyordu. Etrafta sanki sadece sis vardı da başka bir şey asla var
olamamış gibiydi. Sessizlik göğün de yerin de kaderi olmuş, uzay boşluğunun
dinginliği gibi ses geçirmiyordu sanki. Boşluk ve sessizliğin içinde, adeta
sessizlikle bütünmüş gibi bir vızıltı duyuluyordu. Metalik bir vızıltı. Sürekli
ve artmayan bir sesti. Azalmıyordu da. Adeta rahatlatıcı bile denilebilirdi.
Sanki gürültüyle sessizliğin arasındaki dengeyi anımsıtıyordu, ne gürültülü bir
ortam yaratıyordu ne de sessizliği bozuyordu. Bir ses, sessizlikle ancak böyle
bütünleşebilirdi. Güneşin ışığına benzer bir parıltı yayılıyordu ama bu parıltı
gökyüzünden gelmiyordu. Vızıltının kaynağından geliyordu. Sarı bir ışın bir
metre boyunca yayılıyor, bir akarsunun güneşle buluştuğu yer gibi güzellikle
parlıyordu. Işın kaynağında metal bir şey vardı ve o metal şeyi de narin bir
elin üzerine geçirilmiş bir eldiven tutuyordu. Eldiven siyahtı ve kaliteliydi.
Güneşin ve vızıltının kaynağının ışığıyla hafifçe renk değiştirmişti.
Sessizlikteki dengenin kaynağı sesini asla değiştirmedi ve elin sahibinin
gözleri onu dikkatle inceledi. Ela gözleri sarı ışığa bakarken zorlanıyormuş
gibi görünmüyordu. Ses de görüntü de o gözlere ve sahibine yabancı değildi.
Elinde tuttuğu şey, kalbinin bir parçasıydı. Bir silahtan çok daha fazlasıydı.
Sarı rengi bile ona pek çok şey anlatıyordu ve sesi, kulaklarındaki pası aldığı
gibi zihnindeki dinginliği de sağlıyordu.
Sisler dağılmaya başlarken siyah eldivenli
diğer el de metalik şeyi sarmaladı ve ela gözlü kadın bakışlarını gökyüzüne
çevirdi. Yıldızları tekrar görebilmenin umuduyla yukarı baktı. Bulutlar hala
oradaydı ve umursamazca uçsuz buçaksız şehri selamlamaya devam ediyorlardı. Bir
anda vızıltı kesildi ve sarı ışık kaynağı ortadan kayboldu. Sessizlik
kazanmıştı ve gürültü o seferlik yenilmişti.
Ela gözlü kız başını iki yana salladı.
Aşağılara inen siyah uçuş elbisesi ve cüppe karışımı en sevdiği kıyafetiyle
birlikte hızlı adımlarla yürümeye başladı. Büyük bir platformun üzerinde
duruyordu. Hava soğuktu ve elindekini beline astıktan sonra kollarını
omuzlarına koyup kendini sardı, bir anda üşümüştü. Hava nasıl da anında
soğumuştu öyle. Eldiveninin üzerinden yıldızkuşunu hissedebiliyordu. Kızıl anka
kuşunu... Onun sıcaklığı bile içini ısıtmaya yetti ve konsantre olmasına gerek
kalmadan artık üşümediğini fark etti. Platformun az ilerisinde devasa bir mekik
duruyordu ve sisin ana kaynağını onun güçlü motorları oluşturuyordu. Artık
durdukları için sis dağılmaya başlamıştı sonunda ama bulutlar hala yıldızlara
engel olmaya devam ediyordu. Mekikten henüz inen olmamıştı ama ela gözlü
kadından başka bekleyen kimse yoktu. Koyu kahve saçları sert bir rüzgarla
gözlerinin önüne geldi ve kadın rüzgarın geldiği yöne doğru baktı.
Mekikten küçük bir köprü çıktı ve platforma
değdi. O an kadın için o kadar yavaş gelmişti ki sanki köprünün gemiden
çıkışına ve yere inişine kadar her saliseyi saymış gibi hissediyordu. İniş
köprüsünde biri belirdi, kahverengi bir cüppesiyle ve siyaha doğru çalan rahat
kıyafetleriyle güçlü gözüken biriydi. Başında kukuletası olsa da kadın onun
kumral-sarı saçları olduğunu biliyordu. Sol yanağındaki yara izi onu ele
vermesi için yeterliydi. Kendininkine benzer metalik bir alet, belinde asılı
duruyordu ve adamın her adımında bir karamsarlık seziliyordu. Normalde karamsar
olunmaması gerekirdi ama bugün kesinlikle karamsar bir gündü.
Platforma inen adam etrafına bakınmak için
kukuletasını çıkardı ve saçlarını kadına göstermiş oldu. Kadın yanılmamıştı.
Yara izi olması gereken yerdeydi ama adamın bakışları eskisi gibi değildi. O
sıcak, içten bakışların yerinde yeller esiyordu. Sadece umutsuzluk vardı artık.
Başka hiçbir şey yoktu. Öfke ve nefrete dair en ufak iz bile görünmüyordu.
Adam kadına doğru baktı ve onu fark etti. Dudaklarında
zoraki birer gülümseme oluştu ikisinin de. İkisi de artık gülemediklerini
hissediyorlardı. Kadının bedeni artık ona yaklaşamıyordu ve adam da onu doğru
adım atabilecek gibi değildi. İkisinin şu an birbirlerine sarılıp,
birbirlerinin omuzlarında ağlaması gerekiyordu. Onlar kaderin bağladığı
dostlardı ve hiçbir şey bunu bozamazdı ama... Ama ikisinin de ayakları
gitmiyordu birbirlerine.
Platformun ilerisindeki gözlem kulesinin
altından bir kapı açıldı ve birkaç kişi gözüktü. Gelenler beş kişiydi. Soylu
gibi giyinmişlerdi ve adeta kırmızı anka kuşuna daha iyi nasıl hakaret edilir,
onun yollarını arıyorlardı. Kadın onları açık bir hoşnutsuzlukla süzmeye
başlayınca adam da onlara doğru döndü, kadın gölgelere çekildi ve onlar
tarafından görülmediğine emin olmak istedi.
Ne konuştuklarını bilmiyordu ama umrunda da
değildi. Gözleri yukarıdan ayrılmıyor, sanki kaybettiklerini tekrar
görebilecekmiş gibi bakıyordu bulutlara. Aradan çekilmeleri için yalvarıyordu.
Gökyüzünü ve yıldızları görürse onlara tekrar kavuşacağını düşünüyordu.
Düşüncelere dalmışken adamın varlığındaki tanıdık hisle birlikte dünyaya geri
döndü ve gölgesinin üzerine düştüğü yakıt tankının yanında duran ve hüzünlü
gözlerle bakan adama baktı. “Söylemene gerek yok.”
“Daha atmosfere girdiğimizde biliyordun,
değil mi?”
“Hiperuzaydan çıktığınızda anlamıştım.”
Adam başını salladı ve ilk defa cesaret
edip ona yaklaştı. “Kendini tutma.”
Kadın başını iki yana sallayarak karşılık
verdi, gözleri nemlenmeye başlamış, bastırdığı acı günyüzüne çıkmıştı.
“Yapamam.”
“Yapabilirsin.” dedi adam ona doğru bir
adım daha atarak. “Yapman gerekiyor.”
“Senin de öyle.”
“Sen yaparsan, ben de yapacağım Padmé.”
Tekrardan kendine sarılıp kızıl anka
kuşundaki huzuru hissetmeyi istedi Padmé ama işe yaramadı. “Kanel.” diye
seslendi adama. “Gerçekten öldüler mi?”
“Üzgünüm.” dedi Kanel ona. “Artık Güç’le
bir oldular.”
Padmé Solo o an kendini Kanel Skywalker’ın
kollarına bıraktı ve son hatırladığı şey tüm gücüyle ağladığıydı ve Kanel Skywalker’la
birlikte bir aile kaybetmenin ne demek olduğunun acısını paylaşmalarıydı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder