Onuncu Bölüm: Demircinin
Çocukları
Saat geç olmuş olmalıydı. Güneşin doğuşuna
iki ya da üç saat kalmıştı. Şafak vakti yaklaşıyordu ve hava olabildiğince
soğuktu. Rüzgar güçlüce esiyor ve pek çok insan kendilerini emniyete almış bir
şekilde uyuyordu. Aralarından sadece biri ayaktaydı ve nöbet tutuyordu.
İnsanlar etrafında uyuyordu. Kimi
horulduyor, kimi uykusunda konuşuyor, kimi kendini ısıtmak için üzerindeki ince
şilteye ya da pelerinine daha da sıkı sarılıyordu. Fain elindeki kılıca
sarınmştı ve önünde güçsüzce yanan ateşe umutsuzca bakıyordu. Odunların üstünde
isteksizce yanan alev rüzgar yüzünden bir o tarafa, bir bu tarafa dans
ediyordu.
Kuzeyli İnsanlar grili, yeşilli kıyafetlerinin
arasında ormana uyum sağlamış bir şekilde uyuyorlardı. Doğuya doğru uzun bir
yolculuğa çıkmış, başlarına geleceklerden korktukları için müttefik arayışına
düşmüşlerdi. Onlar Kuzeyli Kolcular’dı. Halbarad’ın güneye inmesinden bu yana
Dunadan Kolcuları’nın sayısı çok azdı. Kuzeyde yeni Kolcular toplanmıştı. Ancak
sayıları elli kadardı yine de.
Fain bir ses duyunca irkildi ve etrafına
bakındı ama hiçbir şey görememişti. Tekrar aleve baktıysa da aklı duyduğu seste
kaldı ve pür dikkat olmaya devam etti. Derken Kolcu dostlarından biri uyandı ve
ona doğru baktı. “Fain.” dedi uykulu bir sesle. “Dostum korkunç bir rüya
gördüm.”
Onu ateşe doğru çağıran Fain hafifçe yana
kaydı ve Galeb oturdu yanına. Kabusunu anlattı ve karanlığın yayıldığını
iliklerine kadar hissettiğinden bahsetti. Zaten pek olumlu bir havada olmayan
Fain’in yüreği iyice kararmıştı ve ters ters baktı Galeb’e. “İçimi
aydınlattığın için teşekkürler dostum.”
Galeb ona bakarak pişkin pişkin güldü.
“Gece zaten karanlık Fain. Gün doğduğunda bile karanlık olmaya devam edecek.”
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Elessar yedi bin adamıyla başaramadıysa
biz nasıl başaralım? Rohirrim bile dağıldı Kara Kapı’nın önünde. Sadece
dayanabileceğimiz kadar çok dayanmamız gerekiyor.”
Fain başını iki yana salladı. “Umudunu
kaybetme. Batıdan gelenler olur belki.”
“Onlara peri masalı demeye dilim varmıyor
ama o kadar emin olmazdım Fain. Üstelik geleceklerse bile bizim bunu
görebileceğimizi çok sanmıyorum.”
Galeb kalkarak yatağına döndü. “İki saat
sonra beni kaldırmayı unutma. Nöbetime kadar biraz uyumam lazım.”
Fain ona bir şey demedi ve Galeb tekrar
hızlıca uykuya daldı. Kalbi kararmıştı ve sinirleri bir kez daha bozulmuştu.
Nasıl çıkacaklardı bu işin içinden? İndikleri kuzeyde bir ordunun toplandığıyla
ilgili söylentiler onların kulağına bile gitmişti ama korkuyorlardı. Ork
pusuları yüzünden defalarca yön değiştirmek zorunda kaldılar ve çok yavaş
ilerlediler. Bir şekilde orklardan hep kaçınsalar da artık zamanları
azalıyormuş gibiydi. İlk amaçları Rivendell’e gitmekti ama oranın düştüğünü
öğrenmişlerdi ve artık nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bazıları
kuzeye dönmeleri gerektiğini, bazılarıysa güneye inerek Rohirrim’e ulaşmayı
düşündüler. Ancak Rohan da düşmüştü ve kalanların kuzeye kaçtığı söyleniyordu.
Umutlar tükeniyordu ve Kuzeyli Kolcular ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
İki saat geçmek bilmedi ama en sonunda
Galeb’in uyanma vakti geldi. Fain ayağa kalkıp onun yanına geldi ve omzundan
dürtmeye başladı. Galeb çok mücadele etmeden uyandı ve kalkarak ateşin başına
doğru yürüdü. “İyi uykular Fain.”
“Sağ ol.” dedi Fain ona ve ısıttığı
şiltenin üstüne kıvrılmak için yelten...
... bir ok sesi duyuldu ve Galeb acı içinde
çığlık attı. O an herkes yataklarından fırladı ve karmaşa bir anda kampın
ortasına çöreklendi. Kimi kalkanını kaldırdı, kimi kılıcını çekip anında
kendini yere attı, birkaç ok sesi daha yükseldi ve vurulanlar oldu. Okların
nerden geldiği anlaşılamıyordu, her taraftan geliyorlardı sanki. Kolcular
kendilerini yere attılar ve bir ok salvosu daha gelse de boşa gitti ve vurulan
olmadı.
Bir anda çığlıklar yükselmeye başladı ve
onlarca ork bir anda oldukları yere doğru akmaya başladı. Dumanlı Dağlar’ın
dumanlı eteklerine bu kadar yakın yerde, ölümün sisi etraflarını sarıyordu
sanki. Ama Kolcular usta savaşçılardı ve orkların cehennemi olmayı bir şekilde
başardılar.
Fain, uykusuz olmadığına şükrederken pek
çok orku devirmişti. Önündeki bir tanesine kılıcını savurup kellesini
kopardığında, yanında çarpışan dostlarından biri şöyle seslendi: “Bunlar Mordor
orkları kadar güçlü değil!”
“Goblinler!” dedi Fain yüksek sesle. “Lanet
olası küçük şeytanlar!” Kolcular bir araya toplanmayı başardı ve orkları
ormanın içlerine, Dumanlı Dağlar’a doğru sürmeye başladılar. Angmar
topraklarını çoktan geçmişlerdi, Carn Dum batılarında kalıyordu ve bu kadar
kuzeyde ne yaptıklarını aslında onlar da bilmiyordu.
Orkları savaş naralarıyla beraber takip
etmeye başladılar. Hiçbirini sağ bırakmamaları gerekiyordu. Uzun bir kovalamaca
böylece başladı ve Fain’in elindeki kılıç ayışığının altında güçlüce parlayarak
orkların kanına susadığını herkese haykırdı.
Ormanın içinden geçerlerken okçular sık sık
durarak ok atıyorlardı, orklardan düşen olsa da ana kafile durmuyordu. Küçük ve
hızlı olduklarından Kolcular onlara yetişemese de sıcak takibi bırakmadılar ve
en sonunda uzaktan daha büyük bir ordunun beklediğinin anlaşıldığı bir vadiye
doğru yol almaya başladılar. “İleride çok fazla ork var gibi görünüyor!” diye
seslendi Kolcuların başı, adamlarına. “Bir an önce onlara yetişmemiz
gerekiyor!”
“Yetişemeyiz!” diye karşılık verdi Fain.
“Bir an önce saklanmazsak bu lanet olasılar, orduyu üzerimize yollarlar!”
Koşmaya devam etseler de liderleri bir süre düşündü. Sonradan dur emrini verdi
eliyle ve Kolcular hızlı bir şekilde ormana karıştılar. Vadi uzaktan daha net
görünmeye başlamıştı ama orklar zinde Kolcuları öyle kolay kolay bulamazlardı
artık. Ağaçların arasında kayboldular, bir kısmı ağaçlara çıktı ve etrafı
kolaçan etmeye başladı. Gün doğana kadar beklemek zorundaydılar. Sıkıntılı
bekleyiş uzun sürecek gibi görünüyordu.
“Ya şimdi?” diye sordu Fain, el
hareketleriyle.
“Günün doğumuna az kaldı.” dedi Teron,
Kolcuların lideri, yine aynı işaret dilini kullanarak. “Güneş doğar doğmaz
batıya gideceğiz.” Fain de Teron da ağacın tepesindelerdi ve hepsi yaylarını
çekmiş, tetikte bekliyorlardı. Bir an önce orkların geleceğini düşünüyordu
hepsi. Kaçan goblinler illa ki bir arama grubu çıkarırdı. Onlara gözükmemeyi
umuyorlardı. Başarabileceklerine emindi Fain. Kolcular böyle günler için vardı.
Aradan bir saat geçmişti ki, bazı çığlıklar
duymaya başladı Kolcular. Goblin çığlıkları. Üzerlerine akın akın goblin geliyor
olmalıydı. Hepsi tetikte durdu ve belki nefes bile almadılar. İlk goblinler
altlarından ve aralarından geçmeye başladığında ayak sesleri ve korkutucu
çığlıkları her yanı sardı, ancak durmadan koşuyordu orklar. Ne yapıyorlardı
acaba? Hiç de birilerini arıyor gibi görünmüyorlardı. Sanki bir şeyden
kaçıyorlardı.
Derken çığlıkların sayısı arttı ve bir anda
dört nala koşan atların sesi duyulmaya başlandı. İşte şimdi Kolcular gerçekten
şaşırmışlardı. Orklar sürü gibi yanlarından ve altlarından geçerken bir anda
gür ve tok savaş naraları duymaya başladılar. Atların sesleri arttı hızla ve
kişnemeler dahi duyulmaya başlandı. Pek çok atlı görünüre girdi ve orkları ezip
geçmeye başladılar. Takibi hızla sürdürdüler. Fain o kadar şaşırmıştı ki
sayılarından emin olamıyordu.
Aradan çok geçmeden farklı naralar da
duydular ve bir grup goblin bu kez de pek çok baltayla yere serilmeye başlandı.
Kısa boylu pek çok adam goblinlere aman vermeyerek koşuyorlardı ve pek çoğu
goblinlerin sonunun geldiğine kanaat getirerek orada durdular. Atlılar da geri
gelmeye başladılar.
“Durin’in sakalı! Bu şeyler ne kadar
hızlılar böyle!” dedi kısa adamlardan bir tanesi. Cüce olduğu o kadar belliydi
ki, aksanının duyulmasına ihtiyaç yoktu.
Atlılardan biri atından indi ve ona doğru
bakarak güldü. “Kuşkusuz ki Sauron’un en işe yaramaz yaratıkları bu Dumanlı
Dağlar’ın orkları, hızlı olsalar ne yazar...”
“Aye!* Haklısın dostum.” Kahkaha atmaya
başladıklarında Teron artık kendilerini gösterme vakitlerinin geldiğini anladı
ve seslendi onlara. “Ey cesur insanlar ve koca yürekli cüceler!” dedi güçlü ve
dostça bir sesle. Bir anda şaşıran insan ve cüceler etraflarına bakındılar. Pek
çok Kolcu ağaçtan atlayarak ve saklandıkları yerden çıkarak kendilerini
gösterdi. Ellerini tehdit olmadıklarını göstermek istermişçesine kaldırmıştı
pek çoğu. “Biz Kuzeyli Kolcularız.” dedi Teron gülümseyerek.
İnsan da cüce de önce birbirlerine baktılar
ama gülümsediler onlara. “Kuzeyli dostlarımızı görmek ne kadar da güzel!” dedi
demin attan inen insan.
“Eğer bana adınızı bahşederseniz, ben de
size benimkini veririm.” dedi cüce. Baltası elinde sımsıkı bir şekilde
kavranmıştı ve gözleri karanlıkta iyi görmek için genişçe açılmıştı.
“Ben Teron. Kolcuların lideriyim.” dedi
Teron, Fain’i işaret etti ardından. “Bu da Fain. Yardımcım olur.”
“Memnun oldum.” dedi efendi cüce. “Ben
Thorin.” Fain ve Teron’un surat ifadesi yüzünden duraksamış ve gülümsemişti.
“Thorin Taşmiğfer.”
“Elbereth’in yıldızları!” dedi Fain. “Siz o
musunuz cidden? Yoksa Dain Demirayak da mı buralarda?” Sesi neşeli çıkmıştı ama
cüce ve insanların surat ifadesi çok farklı hikayeler anlatıyordu.
“Yapmayın...” dedi Fain üzüntüyle.
“Üzgünüm evlat.” dedi insan. “Dain
Demirayak artık Mahal’ın yanında Durin’le beraber birasını içiyor.”
Kısa süreli yas hali Teron’un sorusuyla
bozulmuştu. “Siz kimsiniz?”
“Ben Bard.” dedi adam da. “Dale’in kralı.”
“Ulmo’nun sakalı aşkına!” dedi Teron.
“Buraya kadar nasıl geldiniz?” Derken durakladı ve bir soru daha sordu:
“Dale’in kralı mı? Kral Brand da mı...”
Bard üzüntüyle başını salladı. “Babam
cesurca öldü. Arda’nın duvarlarının ötesinde huzurla geziniyordur şimdi.”
“Buraya gelmemiz kolay olmadı.” dedi Thorin
üzüntüyle. “Çok şey kaybettik. Erebor, Doğu döllerinin saldırısıyla düştü.
Sonuna kadar direnmeye çalıştık ancak kuşatmayı yarıp kaçmaktan başka çaremiz
kalmamıştı. Vatanımızı koruyamadık... Bir kez daha kaybettik...”
“Ama geri alacağız!” dedi Bard elini onun
omzuna vurdu. “Babalarımızın ittifakı ve daha önceki tüm fedakarlıklar adına!
Vatanlarımızı geri alacağız Thorin. Kuşkun olmasın.”
“Aye!” dedi Thorin bir kez daha.
Kolcuları alarak ordugahlarını kurdukları
yere götürdüler onları. Goblin birlikerini o vadide pusuya düşürmüşlerdi. Fain
ve Teron o kadar şaşırmışlardı ki bu kadar büyük orduları olduğuna en başta
inanamamışlardı. On bine Dale İnsanı ve on beş bin Ereborlu cüce olduğunu
söyledi Bard’la Thorin onlara. Bard II de, Thorin III de iyi krallardı ve
ordularını Sauron’un galibiyetinden beri batıya getiriyorlardı. Demir
Tepeler’den geçmişlerdi ve bir şekilde Limanlar’a doğru gitmeyi amaçlıyorlardı,
yolda da kendilerine müttefik bulabilmeyi ümit ediyorlardı. Ve bir şekilde
Sauron’a kafa tutabilmeyi... Herkes bunu umut ediyordu aslında. Kalplerden umut
hala silinmemişti ve Fain’in yüreğinde daha da bir harla yanıyordu şimdi.
“Artık umutlarım artıyor.” dedi Fain
onlara. “Artık karanlığa karşı koyabileceğimize eminim!”
Çok geçmeden batıya doğru yol almaya
başladılar tekrardan. Güneş artık doğmuştu ve ork tehditleri biraz olsun
azalmıştı. Koca ordu tüm gücüyle günler boyu ilerlerdi ve kuzeyde toplandığı
söylenen ordu gerçekten orada mı diye bakmak üzere Arnor topraklarına girdi.
Fornost’a yaklaştıkları söylendiğinde büyük
kalenin üzerinde tüten dumanlar görmüşlerdi. Gerçekten orada birileri vardı!
Sevinç çığlıkları ve nidalar arasında ilerlemeye devam ettiler ve birkaç atlı
tarafından karşılandılar. Gelenlerin ork ya da benzeri olmadığını gören
Rohirrim atlıları da sevinçle bu haberi kaledekilere vermek üzere yola çıktı ve
bazı Rohirrim de Dale & Erebor ordusuna eşlik etti. Fornost’ta coşkuyla
karşılandılar ve Ossë en önde onları karşıladığında bu kadar büyük bir ordunun
gelmesine cidden şaşırmıştı. Şaşkınlığı karşılıklıydı elbette. Tam önlerinde
uzun boyu ve tüm asaletleriyle iki Maia duruyordu ve güçleri ta Yalnız Dağ’dan
hissedilebilecek kadar çoktu.
Cüceler Ñoldor’u görünce de şaşırdılar, bu
kadar güçlü gözüken Elfler görmeye gözleri alışık değildi. Zırhları da
asaletleri de Orman Elflerinden çok daha farklı görünüyordu. Özellikle de
ordunun başındaki iki Elf gerçekten de nasıl bir ordu olduklarını haykırıyordu
sanki.
Liderler Ossë’nin salonlarında toplandılar
ve bir plan üzerine düşünmenin gerçekten vaktinin geldiğini söylediler.
Öncelikle Dale ve Erebor orduları dinlenecekti elbette. Fornost yıkık olsa da,
çevreden yiyecek gibi ihtiyaçları sağlayabiliyorlardı. Üstüne üstlük her yandan
insanlar akın ediyorlardı buraya ve her geçen gün Ossë’nin gücüne daha çok güç
katılıyordu. Uinen mutlu görünüyor, umutlarının arttığını hissediyordu.
Ossë’nin verdiği Batı’dan gelen ordu haberi
hepsini heyecanlandırdı ve savaşma istekleri adeta yeniden döndü. Hatta Thorin
Taşmiğfer, “Haydi o zaman şimdi yola koyulup Batı’nın Elflerine hiçbir şey
bırakmadan tüm orkları yok edelim!” diye bağırmıştı. Herkes kahkaha atarken
Ecthelion söze karışmıştı. “Üzgünüm efendi cüce, biz de Batı’dan geliyoruz,
illa bize bir şeyler kalacaktır.”
“Siz bir zamanlar da burdaydınız! Sizi
buradan sayıyorum artık!”
Herkesin neşesi yerindeyken yeni gelenlerin
olduğu söylendi. Hem de batıdan... Ossë heyecanla dışarı çıktığında gelenlerin
sayısının beş bine yakın olduğunun tahmin edildiğini söyledi subaylardan biri.
Fain, kudretli Maia’nın arkasından, Teron’la beraber avluya çıktı ve talim
gören İnsanların arasından geçerek batı kapısına vardılar.
Gelenler cücelerdi! Nasıl olup da batıdan
cüce geldiğini merak ediyordu hepsi.
Beş bini aşkın cüce kapıların önünde
durdular ve aralarından siyah-gümüş sakallı bir tanesi öne çıktı. Liderleri
gibi duruyordu. “Selam olsun Lord Ossë’ye! Kuzeyin Savaşçısı’na!”
Aralarında Ossë’ye bu ismi vermiş oldukları
anlaşılıyordu.
Ossë öne çıktı ve onları selamladı. “Selam
olsun cesur cücelere! Nereden geliyorsunuz böyle?”
“Biz Belegost’tan geliyoruz!” dedi cüce.
“Ben Belegost cücelerinin lorduyum!”
“Hoş geldiniz!” diye seslendi Ossë onlara.
“İnanın ki sizi görmek bizi ne kadar mutlu etti anlatamam!”
“Belegost mu?” dedi Maglor öne doğru
çıkarak. “Doğru mu duydum?”
“Doğrudur beyim.” dedi cüce ona selam
vererek. Maglor’un asaletinden dolayı olsa gerek, ne kadar önemli biri olduğunu
hemen anlamıştı.
“Oldukça tanıdık geliyorsun.” dedi Maglor
ona. “Bu pek başıma gelen bir şey değildir.”
“Beni atalarıma benzetirler. Özellikle
adını aldığım cesur bir cüceye.”
“Kim o?” diye sordu Maglor. “Kardeşimle
beraber yıllarca Belegostlu cücelerle omuz omuza çarpıştık ve aranızdan pek
çoğunun sayesinde hala hayattayım.”
“Nasıl yani?” diye sordu cüce. “Yoksa siz?”
“Ben Maglor.” dedi Elf selam vererek.
“Adımı verdim, şimdi sıra sizde.”
“Ben de Azaghâl.” dedi cüce gururla
dolarak. Maglor başını salladı ve hüzünle gözleri doldu. Gülümsüyordu bir yandan
da.
“İşte şimdi kime benzediğin anlaşıldı. Onun
bir kopyasısın adeta...”
“Sizinle tanışmak bir onurdur beyim! Atalarım
Ñoldor’un yanında balta savurmaktan asla gocunmadılar ve Sayısız Gözyaşı’nda
olanları daima hatırladık!”
“Hayatımı o savaşta size borçlandım.”
Eliyle kaleyi işaret etti Maglor yan dönerek. “Gelin, o borcu ödemeye size
şarap ve bira ikram ederek ödemeye başlayayım, daha uzun bir yolumuz var.”
Azaghâl sevinçle içeri doğru yönelmeye
başladı ve Maglor’la güçlüce el sıkıştılar. Thorin’le de tanışan Azaghâl içeri
buyur edildi ve Fornost bir kez daha bayram yerine döndü. Dale ve Yalnız
Dağlılar için hazırlanan şölene bir yenisi daha eklendi. Maglor ve Thorin’le
yürüyen Azaghâl şölen masasını görünce kahkahalarına hakim olamadı ve yanında
duran oğluyla beraber masaya doğru yürümeye başladı. Masaya oturmadan ağzından
şunlar döküldü ve Ossë bile kahkaha atmaya başladı. “Ah! Baruk khazad! Khazad
ai menu! Çekilin yolumdan, cücelerin baltaları geliyor gerçekten de! Bir kurt
gibi açım!”