26 Mayıs 2014 Pazartesi

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Birinci Bölüm: Dünyanın Karanlık Düşmanı

Dagor Dagorath – Savaşların Savaşı Birinci Bölüm: Dünyanın Karanlık Düşmanı

    Karanlığın ardında bir kıpırtı oldu. Elbereth’in yarattığı yıldızların önüne bir karaltı geçti. Zamansız Boşluk derin bir gürültüyle titredi. Valar’ın on beşincisi, Melkor Bauglir Gece Kapısı’na doğru ilerliyordu. Boşluk’un onda bıraktığı her türlü acıyı ve ızdırabı bir kenara atmıştı artık. Canına tak etmişti tüm bunlar. Artık hiçbir korku hissetmiyordu. İntikam istiyordu sadece. Onu tekrar Boşluk’a atmaktan daha büyük ne yapabilirlerdi ki?
    Gece Kapısı karanlığın ortasında parlıyordu. Ardından gökyüzü görünüyor, zaman zaman Arien’in taşıdığı güneşin ışıkları vuruyordu Zamansız Boşluk’a. Bu Melkor’u deli ediyordu. Devasa sütunlarının etrafı sanki kristallerle döşenmişti Gece Kapısı’nın. Yer yer parlıyorlardı Boşluk’un ötesinden yansıyan yıldızların ışığıyla. Heybetle yükseliyordu kapı hiçliğin ortasında. Devasa kapı kemeri Melkor’un Arda’da gördüğü ya da diktiği en büyük dağlardan bile daha yüksekteydi. Üstü korkutucu bir karanlıkta kaplıydı, parlaklığından ardındaki yıldızlar seçilemiyordu. Kapının her iki tarafında birer Maia bekliyordu, güçlü mü güçlüydü ikisi de. Eönwë’den kudretli değillerdi ama ikisi bir oldu mu yılmak bilmezlerdi.
    Karanlıkların efendisi süzüldü karanlıkta, aniden saldırdı. Kudretli olsalar da bir Vala’ya denk değillerdi. Eärendil’e ya da Valar’a haber veremeden düştü iki Maiar. Acı içinde bağıramadan ellerini kollarını bağladı Melkor Bauglir. Öylece dikildi Gece Kapısı’nın karşısında, nasıl geçebileceğini düşünerek baktı. Gözlerini kapattı ve düşmüş bütün hizmetkarlarını çağırdı hizmetine. Düşen her türlü Maiar’ı, öldürülen herbir kurdu, yok edilen tüm Balrogları… Ruhları süzülüp bir bir geçtiler Zamansız Boşluk’un ötesine. Birkaç tanesi hariç tabi, gücünü tamamen kaybedenler gibi.
    Güçle doldu Melkor, öfkeyle. Işığı gördükçe canı acıyor, bir bir geçmiş canlanıyordu gözünün önünde.
    Ve böylece saldırdı karanlığın orduları tüm güçleriyle. Gece Kapısı’nı geçip gittiklerinde Arda önlerinde uzanıyordu artık, tüm güzelliğiyle. Eärendil hızla gitti Valar’a doğru. Haber verecekti bir köpeğin efendisine koşması gibi. Silmarilleri umursamıyordu artık karanlıkların efendisi.
    Melkor Bauglir Arda’ya baktı, baktı ve büyük bir öfkeyle doldu içten içe. Orta-Dünya’nın kuzeyindeki boşluğa geldiler Melkor ve hizmetkarları. Eskiden Angband’ın olduğu yere yakın sayılırlardı. Balrogları etrafını çevirmişti, ruhlar dolanıyordı kumların, toprağın, yeşilliklerin üzerinde. Gothmog eğildi karanlık efendinin önünde, tüm balroglar takip etti onu ve diğer ruhlar da eğildiler, yavaş yavaş kurt formlarını aldılar ya da kimisi vampire dönüştü bir kez daha. Hepsi Melkor’un adını haykırdı.
    Maiar’ı aynen Ainur’un Şarkısı’ndan sonra olduğu gibi etrafındaydı terkar ama bir kişi eksikti. Mairon. Gorthaur. Elflerin Sauron dedikleri, Maiar’ın içinde en kudretlilerden olan. Melkor’un varisi. Melkor elini havaya kaldırdı. Adını söyledi Sauron’un. En güçlü hizmetkarı yenilmişti, o çok kıymet verdiği yüzüğü olmadan tekrar bedenleşemezdi… Tabii ki Melkor müdahale etmezse.
    Toprak sarsıldı, rüzgarlar uçuşturdu tozları bir yana. Uğultu yükseldi, alçaldı, yükseldi, alçaldı tüm kuzey boyunca. Melkor’un birkaç metre ötesinde bir ışık belirdi, karnalıkla sarmalanmış bir halde. Tozu toprağı birbine kattı. Fırtına hızla geldi geçti ve Sauron bir kez daha bedenine kavuştu. Efendisine baktı İkinci ve Üçüncü Çağ’ın karanlıklar efendisi. Binlerce yıl önce kaybettiği efendisinin önünde eğildi. “Kalk Yüzüklerin Efendisi.” dedi Melkor ona. “İntikam vakti geldi.”
    “Nasıl emredersiniz efendim.” dedi Sauron ona. Yavaşça kalktı. Zırhı üzerindeydi ama o korkutucu miğferini takmıyordu. Kılıcı belindeydi ama eskisi kadar güçlü hissetmiyordu. İçi öfkeyle doldu efendisi gibi. Melkor bakındı etrafına. O sırada başka bir ruhun çağrısını işitti kulaklarında. Sauron da bunu duymuştu. “Efendim, bu Bilge Curumo.” diyerek fısıltının sahibini tanıttı. “Bir zamanlar Valar’a sadıktı ama sonradan sizin yolunuzu tercih etti.”
    Melkor onu tanıyordu, zamanında tarafına çekmeye çalıştı ama Curumo buna razı olmamıştı. Aulë’nin Maia’sıydı ama karanlık sonunda onu da yutmuştu. Melkor onun da bedenine kavuşmasına yardım etti ve Bilge Saruman dizleri önüne çöktü. “Size hizmet için yaşıyorum Melkor Bauglir.”
    Melkor gülümsedi ilk defa. Ellerini kaldırdığında artık her şeyin zamanının geldiğini de anlamıştı. Daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmanın vaktiydi artık. Ölüleri geri getirmenin…
    Aradan çok geçmeden Melkor yarattıklarının arasında en kudretlisine bakıyordu. Kara Ancagalon’a. Valinor’un düzlüklerine gidip Valar’la hesaplaşma vaktini emindi ki, o da bekliyordu. Tüm ejderhalar birer birer geri döndüler. Tüm katledilen insanlar, orklar, troller, cüceler toplaştılar bir yana. Ordugahlarını kurdular, silahlandılar. Bağırışları çağırışları duyuldu her bir yanda. Melkor Maiar’ıyla birlikte dağın yükseklerinden bakıyordu onlara. Milyonları bulan ordusuna. Artık hazırlardı.
    Güneş bir kez daha doğduğunda, kulaklarında Manwë’nin sesini işitti Melkor. “Kardeşim. Bunu yapma. Vazgeç ki seni affedebilelim. Kan dökmenin, vahşetin, hala çözüm olmadığını anlayamadın mı?” Diğer Valar’ın seslerini de duydu Melkor. “Yapma bunu…” Melkor öyle bir sinirle haykırdı ki, dağın tepesine doğru döndü tüm gözler:
    “BEN MELKOR BAUGLIR’İM! VALAR’IN EN KUDRETLİSİ! SULIMO MANWE’NİN ÖNÜNDE DİZ ÇÖKMEMİ Mİ BEKLİYORSUNUZ?! O APTALIN ÖNÜNDE? EĞER ERU HER ŞEYİN BABASI O APTALIN ÖNÜNDE EĞİLECEĞİME İNANIYORSA YANILIYORDUR! ASLA DİZ ÇÖKMEYECEĞİM BEN! ONLARDAN İNTİKAMIMI ALACAĞIM! BENİ AĞAŞĞI GÖRMENİN İNTİKAMINI! HİÇBİRİ BENDEN KUDRETLİ DEĞİL AMA BENDEN ONLARIN ÖNÜNDE EĞİLMEM BEKLENİYOR! O LANET OLASI TULKAS ZAMANINDA YETİŞMESE ONLARI ALT ETMİŞTİM!AMA ŞİMDİ İNTİKAM ZAMANI! VALAR’IN ŞAMPİYONU BİLE DURDURAMAYACAK BENİ!”
    Melkor bir an için sakinleşti ve bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Bir iki adım attı topal bacağıyla. Sonra durdu. Önce yere, sonra tekrar gökyüzüne baktı. “Neden benim ezgimi reddettin Eru Her Şeyin Babası?” İleride toplanan cüce ordusuna baktı nefret ve horgörüyle. “Neden benim yaptığım işleri yok sayıp da Aulë’nin bu çirkin şeyleri yaratmasına izin verdin? Neden hep ben hor görülen oldum, aralarında en kudretli ben olduğum halde? Neden Manwë kral oldu ha, Her Şeyin Babası? Kudreti benimkine yaklaşamazken bile… Neden ben hep yalnız bırakıldım?! Çocukların bu yüzden acı çektiler ey Eru Ilûvatar! Onlardan nefret etmemin sebebi Sulimo Manwe’dir! Ve sensin!” Melkor acı acı bakmaya devam etti gökyüzüne. Yüzünde hala kartalların açtığı yaranın izi sızlıyordu. Elleri silmarillerin acısıyla kavruluyordu, topal bacağı Ringil’in kesiği yüzünden yanıyordu. Binlerce yıl sonra bile. “Şimdi benimle konuşmuyorsun bile ha? Ezgine saygı göstermediğim için mi? Ya o Aulë kendi kafasına göre kendi çocuklarını yaratırken o niye affedildi?!”
    Acı dolu bir kahkaha attı. “En başından beri benim kötü olmamı istiyordun değil mi? Asla o kardeşim olarak düşündüğün Manwe kadar kıymetli olmadım senin için. Ben sadece karanlıktım. Işığı yok etmeye çalışacak karanlık. Belki de seni biraz eğlendirebilmişimdir. Sonuçta beni kötü olmam için yarattın değil mi? Uğruna savaşılacak bir şeyi olmasını istedin Düşüncenin Evlatları’nın ve Çocukları’nın. Bir şeyden nefret etmelerini istedin… Beni bu yüzden mi yarattın? Tek var olma amacım kötülük mü? Kıskançlık mı? Yalan mı? Asla sahip olamayacaklarımı arzulamak mı? Öyle olsun ey Eru! İstediğini alacaksın. Sevgili çocuklarına acı çektirmeye devam edeceğim. Daha önce onların ellerinden ışığı aldım. Yok ettim çok sevdikleri ışıklarını. Şimdi de aynısını yapacağım! Ateşin Kalbi’ni sökeceğim gökyüzünden! İzle ve gör. O çok sevdiğin Valar’ın önümde diz çöküp merhamet için yakarışlarını…”
    Balrogları çevresinde toplanmaya başladı Melkor’un. Herbiri nefretle bakıyordu gökyüzüne, aslında nefret ettikleri Melkor’du. Onları bu hale o getirmişti. Orkları elflerden dönüştüren oydu. Balrogları güzeller güzeli ateş ruhu hallerinden bu zebanilere dönüştüren oydu. Ama aslında hepsi derinden derinden yaratacılarından nefret ediyorlardı. “Günlerin Başlangıcı’nda sadece tek bir ateş ruhu bana katılmadı.” dedi balroglarına. Eski Melkor olmadığını hepsi görebiliyordu. Eski Melkor korkaktı, kalesinden çıkmaya bile acizdi. Fingolfin bağıra bağıra meydan okuduğunda bile Angband önlerinde, dışarı çıkmaya tereddüt etmişti. Oysa tek eliyle binleri yere serebilecekken oturup beklemişti Angband’da. Şimdi ise gözleri çok farklı bakıyordu. Yerden miğferini aldı ve başına geçirdi. Grond’unu kaldırdı ve sımsıkı sardı silmarillerin deli gibi yaktığı kara elleriyle. “Sadece tek bir ruh safını benle bir tutmadı.” Eliyle güneşi işaret etti. Ateşin Kalbi’ni. Vasá’yı. “İşte ona bakıyorsunuz zebanilerim. Arien’e. Güneşin Taşıyıcısı’na! Onu yok edeceğiz ve bir kez daha Valar ve Çocuklar’ın çok sevdikleri ışığı ellerinden alacağız.” Melkor bir zamanlar ışığa nasıl da özlem duyduğunu hatırlayıp iç geçirdi. Şimdi tek dileği o çok sevdiği şeyi yok etmekti. O deli gibi kıskandığı şeyi.
    Gözlerini yukarı dikti son defa Melkor. “Bu senin suçun. Başkasının değil.”
    İşte o gün Güneş’e saldırdı Melkor ve ordusu. Balroglar sardılar Arien’in etrafını ve Melkor bizzat indirdi grond’u Arien’in güzeller güzeli bedenine. Arien çığlık attığı vakit tüm dünya sessizliğe ve karanlığa boğuldu. Herbir yanda hayat durdu. Herkes başını gökyüzüne çevirdi. Herkesin içi dev bir korkuyla kaplandı. Bir anda ışık kaybolmuştu ortadan.
    Derler ki Arien öldüğü zaman Eärendil Valar’la konuşuyordu ve Mandos’un Salonları’ndan bir bir serbest bırakılıyordu ölenler. İnsanlar da geri geliyordu, cüceler de ayaklanıyordu, entler de köklerinden kurtulup ayağa kalkıyorlardı.
    Melkor ve ordusu çok geçmeden Ay’a da saldırdılar. Parçalara ayırdılar zavalla Tilion’u. Ay’ı yok ettiler ve son ışığı da söküp aldılar böylece. Arda son karanlığını böylece yaşamaya başladı. Yıldızların ikinci devri hüküm sürüyordu göklerin ardında.
    Karanlığın ordusu Valinor’un düzlüklerine indi ve Melkor bağırdı Taniquetil’e doğru:
    “EY MANWE SULIMO! EY ARDA’NIN YÜCE KRALI! O DAĞDAN İNMENİN VAKTİ GELMEDİ Mİ ARTIK?” Sesi o kadar güçlü çıkmıştı ki, Orta-Dünya’nın kıyılarından bile duyulduğu söylenir. “YOKSA HALA BENİMLE KARŞILAŞMAYA KORKUYOR MUSUN? NASIL BİR KRAL ÇIKIP DA ÜLKESİNİ BİZZAT SAVUNMAZ? NASIL BİR KRAL ÜLKESİNİN SAVUNMASINI GÜREŞMEYİ SEVEN APTALLARA BIRAKIR DA DAĞINDA SAKLANIR? SENLE BENİM KUDRETİMİZ EŞİT DEĞİL Mİ SÖZDE? ÇIKSANA KARŞIMA!”
    İşte o anda denir ki, Manwë tahtından inmiştir sonunda ve Melkor’un milyonlarca kişilik ordusunun önüne sadece on dört kişi çıkar.

    On dört Valar.


23 Mayıs 2014 Cuma

Valinor'dan Hikayeler Bölüm 4: Elrond ve Hobbitler

Bölüm 4: Elrond ve Hobbitler

    Felagund Finrod kardeşine büyük bir özlemle sarılırken, Aegnor, Angrod ve Orodreth de birer birer sarıldılar Galadriel’e. Elrond ve Hobbitler neşeyle onları seyrediyor, etraflarındaki Elfler’den neşeli sesler yükseliyordu. Eönwë onlara biraz zaman tanıdıktan sonra Gandalf’a artık gitmeleri gerektiğini ve Valar’ın acil bir rapor beklediğini söyledi. Böylece Maiar’ın en kudretlisi ve en bilgesi ayrıldı aralarından. Kalabalık sessizleşirken ve Lorien’in Leydisi’nin yüzü ışıldarken Eldar suskunlaştı bir kez daha. Kalabalık açıldı iki yana doğru ve Galadriel’in güzelliğiyle karşılaştırılabilecek kadar güzel bir yüz belirdi aralarında. Finarfin Hanedanı’nın altın sarısı saçlarını, Ñoldor’un asil bakışlarını ve Leydi Galadriel’in tüm güzelliğini miras alan Celebrían belirmişti tüm yüzlerin arasından. Elrond donup kaldığını hissetti. Onu görmeyi bekliyordu elbette, biricik eşini. Caradhras yakınlarında esir düşüğ işkenceler gören ve kurtarıldıktan sonra Aman’a gelen karısı, yaşadığı acıları unutamadığı için Aman’a dönmek istemişti. Acı bir veda olmuştu ikisi için de, ama Celebrían ancak böyle huzur bulabilirdi.
    Yüzü ışıldıyordu Aman’ın ölümsüzlüğüyle, Eldar’ın güzelliğiyle. Narin adımlarla yürüyor, gülümsemesi hiç olmadığı kadar çok yakışıyordu yüzüne. Elrond sakinliğini korudu her şeye rağmen. Eşine doğru yürüdü, önce elini tuttu, sonra sarıldı ama Celebrían’a. Tüm özlemiyle.
    Finarfin’in evine gelene kadar doya doya özlem giderdiler uzun zamandır ayrı kalan Ñoldor. Celebrían annesi, babası ve kocasına kavuşmanın mutluluğunu yaşadı.
    “Demek biricik Arwen’im bir insan olmayı seçti. Hem de kraliçeleri olarak.”
    “Devir artık insanların devri.” dedi Elrond. “Biz evimize döndük.”
    “Evimiz… Bundan binlerce yıl önce.” diye söze başladı Galadriel. “Fëanor tüm Ñoldor’u toplayıp ateşli bir konuşma yaptığında herkese yaptığı gibi benim de kalbimi titretmişti. Ona karşı bir sevgi beslemiyordum, ama Orta-Dünya’da edinebileceğimiz toprakları, o düzlükleri, o ormanları arzulamıştım. Evimiz aslen orasıydı diye düşünüyordum. Yemin falan etmedim elbette ama Valar’a ben de kızgındım. Biricik kralımızı kurban vermiştik, ilk katledilen elf olmuştu Yüce Kral Finwë. Yanıldık mı hala emin değilim ama oralar bir zamanlar evimizdi kuşkusuz.”
    “Ben orada doğdum.” dedi Elrond. “Ona rağmen orada devrimizin bittiği açıktı. Önemli olan kötülüğü yenip dönmüş olmamız. Ki bunu da dostumuz Hobbitlere borçluyuz.”
    Frodo ve Bilbo, Elrond ve Galadriel’in huzurunda olmaya alışık Hobbitler olarak değerlendirilebilirlerdi ancak Aman’da olmaya hala alışamadıkları rahatlıkla söylenebilirdi. Üstüne üstlük bir de kral vardı odada, sessiz kalmayı tercih ediyordu. Kızını görünce eski acıları su yüzüne çıkmıştı sanki. Kral Finarfin uzaklara dalmış gitmişti.
    Sohbeti koyulaştırdılar. Eski günlerden çok bahsedilmedi. Aradan binlerce yıl geçse bile pek çok acıyla doluydu o günler Galadriel ve Finarfin için. Elrond Celebrían’a ayrıldığından bu yana olanları anlattı. Oğullarını, kızını. Hobbitler maceralarıyla renk kattılar Finarfin’in salonlarına. Sohbetleri sürüp giderken iki atlının sesi duyuldu dışarıdan ve çok geçmeden kapı açıldığında gördüler ki, Gandalf ve Eönwë geri dönmüşlerdi. Gandalf önünde eğildi elflerin ve Hobbitlere baktı. “Sizi görmek isteyenler var.” dedi gülümseyerek. Frodo da, Bilbo da en başta anlam veremediler ama ona rağmen ayağa kalktılar. Neşeyle uğurlandıktan sonra Eönwë ve Gandalf’ın peşine takıldılar.
    “Bizi kim görmek istiyor Gandalf?” diye sordu Frodo, yanında Bilbo duruyordu, yaşlı Hobbit koluna girmişti Frodo’nun. Yeşilliklerle dolu bir ormanın içine girmek üzerelerdi, şehir artlarında kayboluyordu.
    “Dünya’nın Güçleri sevgili Frodo.” dedi Gandalf, bunu nasıl basitleştirebileceğini bilmiyordu. “Valar.”
     Frodo bir an için diyecek hiçbir şey bulamıyordu. Gandalf’ın şaka yaptığını sandı. “Dünyanın Güçleri mi?” Güldü. “Hadi ama Gandalf, bizi kimin görmek istediğini merak ediyorum.”
    Birkaç adım önlerinde yürüyen Eönwë omzunun üstünden bakarak seslendi Frodo’ya. “Olórin yalan söylemiyor küçük dostum. Valar ve Valier, Hüküm Çemberi’nde toplanmış Sauron’u yenen Hobbit’le ve onun amcasıyla tanışmayı arzuluyorlar.”
    Frodo şok geçirmiş gibi baktı Eönwë’ye. Maia gülümsüyordu ama çok uzatmadan önüne baktı ve adımlarına devam etti. “Bizi neden görmek istesinler ki?” diye sordu Frodo şaşkın şaşkın.
    “Eminim bir sebepleri vardır evladım.” dedi Bilbo, Orta-Dünya’dan ayrılmadan evvel bezgin gelen sesine canlılık gelmişti adeta. Yaşlı Hobbit sanki hayat buluyordu Aman’da.
    “Elbette var.” dedi Gandalf. “Morgoth yenildiğinden beri, Sauron Orta-Dünya’nın ve özgür halkların baş belası oldu. Neden öyle düşündüğünü bilmiyoruz ama Valar’ın müdahale etmeyeceğini sanıyordu. Eğer Valinor’dan tekrar bir ordu çıksaydı yola, çok kan dökülecekti. Sen bunu önlemeyi başardın Frodo. Valar’ın müdahalesine gerek kalmadan Sauron’un yenilmesine olanak tanıdın. Tek Yüzük’e karşı inanılmaz bir bağışıklık sergiledin.”
    “Koskoca Valar bizi görmek istiyor ha… Acaba kaç yaşındalar merak ediyorum.”
    “Sana kısa bir öykü anlatayım Frodo. Elfler bile çok şey bilmezler bunun hakkında. Dünyanın yaratılışı yani.”
    Frodo’nun gözleri parladı bir an için. Bilbo dikkat kesildi ve Eönwë bile arkasına bakıp gülümsedi. Geniş çimenliğin içinden geçen yol kenarında pek çok ağaçla gölgelenirken ve bulutlar yavaşça güneşin önünü kapatırken Gandalf başladı anlatmaya: “Önce Eru vardı. Tek Olan. Ilûvatar derler adına Arda’da. Önce Ainur’u yarattı. Kutsal Olanlar’ı.”
    Gandalf bir bir Antik Çağlar’ı anlatırken Frodo ve Bilbo dinlediler dikkatle. Frodo zaman zaman sorular sordu ve Valar hakkında pek çok şey öğrendi. Onların adını duyarlardı zaman zaman. Elfler Elbereth’ten bahsederdi ya da Manwë derlerdi. Melkor’un adını çok duyduğunu hatırlamıyordu ama Legolas’ın Balrog’tan; “Morgoth’un Balrog’u” diye bahsettiğini duymuştu. “Antik dünyanın iblisi” dedikleri Balrog demek ki Gandalf’la aynı ırktandı. Üstelik ondan sadece bir tane de yoktu demek zamanında. Gandalf silmarillerden bahsetmeyi de ihmal etmedi. Frodo’nun aklına hemen birkaç yıl öncesi geldi. Üçüncü Çağ’ın sonları. Sam’le birlikte Kıyamet Dağı’na giderlerken bir kayaya yaslanmış dinleniyorlardı ve Sam başını kaldırıp gözleri gökyüzünü yakaladığında, Mordor’un o zehirli göğünde süzülen bulutların arasında tek bir yıldız görmüştü.
    Yalnız başına süzülen, sanki kederli bir yıldızdı. O kadar kara bulutların ardında parlıyordu tek başına. Sanki tek başına bırakılmıştı. Bir amaç uğruna. Ama yaydığı ışık o kadar safti ki, o kadar kudretliydi ki, aldırış etmiyordu Sauron’un karanlığına. Işığı Kıyamet Dağı’nın etrafındaki sisi bile aşıp yeryüzüne değiyor, Samwise Gamgee’nin umutlarını bir şekilde ayakta tutuyordu.
    Gandalf silmarillerin kaderini anlatmıştı. Biri yeryüzünün bağrına, biri denizlere, biri de gökyüzüne gitmişti. O yıldız belki de Kutlu Eärendil’in yolladığı bir selamdı Sam’e. Onlara yollarına devam etmelerini sağlayan umudu ve gücü veren belki de o kutsal mücevherin ışığıydı, Eärendil’in güzel kalbindeki ateşti. Belki en sonunda her şey gelip çatıp Fëanor’un bu eşi benzeri olmayan mücevherlerine gelip dayanmıştı… Kim bilir?
    Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu Frodo ama ilk hatırladığı şey Hüküm Çemberi’nin dev kapılarıydı. Kapılar aralandı ağır ağır Eönwë’nin çağrısı üzerine. Pez bir ses bırakıyorlardı geride her saniye açıldıkları süre içinde. İçerisi karanlık gibiydi ya da dışarısı ayın ışığıyla fazlaca aydınlanıyordu. Elbereth’in güzel yıldızlarıyla süslenmiş gökyüzüne baktı Frodo. Derin bir nefes aldı ve Maiar’ın en kudretlilerinin arkasından, biricik amcasıyla birlikte Valar’ı görmek için içeri girdi.
    Görüntü soluğunu kesmeye yetmişti…
    “Hoş geldiniz.” dediğinde Manwë, Frodo’nun dili tutuldu ve konuşamadı. Sadece yürüdü ortaya doğru. Tahtlarında oturan Valar’a bakıyordu bir yandan. Kudretlerine hayran oluyordu. Yüzleri mükemmeldi. Elflerden de güzel… Elflerin öyle güzel yüzleri olurdu ki. Pürüzsüzdü, ne yaşlıydı ne de genç. Yaşlarını söylemek mümkün değildi. Sanki sonsuzluğu yansıtırdı en mükemmel sanat eseriymiş gibi. Ama Valar’ın güzelliğini anlatmaya hiçbir sanatçının gücünün yetmeyeceğine emindi Frodo. Manwë mavilerin arasına gizlenmiş bir şekilde, vakarla oturuyordu tahtında. Yüzünde ince bir gülümseme vardı ve geniş bir hoşnutluğun izleri.
    Varda, Frodo’nun bugüne kadar gördüğü her şeyden daha güzeldi. Gökteki yıldızları yapan Elbereth, Frodo’nun dilinin tutulmasının en büyük sebebiydi belki de. Masmavi, gri geçişlere sahip güzeller güzeli elbisesi iniyordu omzundan aşağı, tam bir mükemmeliyetle. Saçlarının siyahlığı o kadar mükemmeldi ki, sanki oraya yıldızları koysanız, gökyüzünün ta kendisi olur, tek başına aydınlatırdı koca dünyayı. ‘Acaba Yıldızların Işığı ne kadar güzeldi?’ diye düşündü Frodo. Gandalf ona Yıldızların Işığı’nı anlatmıştı. ‘Eğer bundan daha güzellerse, hiçbir ölümlünün kalbi buna dayanmaz…’ Belki de Valar bu yüzden İnsanları ya da Cüceleri çağırmamıştı Aman’a.
    Tulkas, güçlü mü güçlü Tulkas, altın saçlarıyla ve hafif bir gülümsemeyle bakıyordu Hobbitlere. Frodo bir an için bu kadar güçlüyse neden Sauron’a müdahele etmediğini düşünürken buldu kendini. Ama sonra bu düşünceleri kafasından saldı. Gandalf bile neredeyse Sauron’un gücüne denk bir güce sahipti ama o onunla direkt savaşmak yerine insanların kalplerine umut saçmayı, onlara bir araya getirmeyi, onlara savaşarak Sauron’u yenebileceklerini göstermeyi seçmişti. Direkt olarak olaya müdahil olmamış, İnsanların ve diğer halkların birlikte Düşman’ı yenebilmelerini sağlamıştı. Sadece Balrog’la bizzat dövüşmüştü, çünkü onlar Morgoth’un hizmetkarlarıydı ve Sauron’un onlardan birine bile sahip olması kesinlikle akıl almaz kötü sonuçlara sebep olurdu.
    Yavanna’nın güzelliği yarışırdı Varda’nınkiyle. Yeşiller içinedeki güzel elbisesi, gördüğü en güzel ormanlardan daha yeşil ve etkileyici yeşil gözleri, kestanemsi kızılımsı saçlarıyla oturuyordu tahtında. O da gülüyordu hafifçe. Frodo Mandos hariç hepsinin gülümsediğini o sırada fark etmişti. Mandos nedense korkutucuydu biraz. Karanlıklar içinde gibiydi, gizemliydi. Ona nedense Aragorn’la ilk tanıştıklarındaki halini getirdi aklına. Aragorn da kapişonuna ve karanlıklara bürünüp gölgelerin içinde izlemeyi seçmişti Frodo’yu Sıçrayan Midilli Hanı’nda.
    Gandalf ve Eönwë saygıyla eğildikten sonra Frodo ve Bilbo da aynı şeyi yaptılar.
    “Sizleri burada ağırlamak çok güzel Üçüncü Çağ’ın kahramanları.” dedi Manwë neşeyle. “Kahramanlıklarınızı hikayesi inanın bizlere bile ulaştı, ki bu yüzden sizleri Aman’da, bizimle birlikte yaşamanız için davet ettik. Bilbo Baggins’in yaptığı hizmetlerin ya da Frodo Baggins’in Yüzük’e karşı gösterdiği direncin, yol boyunca gösterdiği cesaretin ödülsüz kalmasını istemedik. Davetimizi kabul edip gelmeniz bizi çok memnun etti. Burada, Yüce Elflerle birlikte çok güzel bir hayatınız olmasını diliyorum.”
    Frodo da Bilbo da konuşamadılar. Bunun üzerine Manwë’nin sadece gülümsemesi genişledi. “Konuşmaktan çekinmeyin. Bir dileğiniz varsa söylemekten geri durmayın. Özgürce konuşabilirsiniz.”
    “Eminim oldukça etkilendiler, efendim.” dedi Gandalf Hobbitlere bakarak. Gülümsemesi hiç değişmeyecekti sanki. Frodo o gülümseme sayesinde biraz rahatladığını hissetti.
    “Yüzük’e uzun süre direnc gösterdiğim doğru yüce Manwë Sulimo, ancak ben de en sonunda onun büyüsüne ve çekiciliğine kapıldım ve onu kendim için arzuladım. Eğer Sam olmasaydı belki de sizler Sauron’u durdurmak için harekete geçmek zorunda kalacaktınız.”
    “Hayır.” dedi Varda gülümseyerek. Sesi ince ince dolaştı tüm Çember’i. O kadar melodik ve hoştu ki… Frodo Yüce Elflerin şarkılarının güzel olduğunu sanırdı, oldukça yanıldığını o an fark etti. “Yüzük’ü aylarca taşıdın üzerinde Frodo. Hatta öncesinde yıllarca onunla birlikte kaldın. Tam onu yok etmek üzereyken büyüsüne kapıldığın için suçlama kendini. Senin ve Sam’in oraya kadar gidebilmesi bile büyük bir mucize. Neyse ki Eärendil sizi izliyordu. Samwise, Mordor’da geçirdiğiniz gecelerden birinde onu görmüş olmalı. Kutsal mücevherlerin ışığı yardımcı oldu size. Ancak cesaretiniz olmasa yapılan her şey boşa gidebilirdi.”
    Valar’la uzunca konuştular küçük Hobbitler. Bizzat onlardan Sauron’un hikayesinin tamamını öğrendi ve uzun bir süre boyunca Aman’da nerede kalıp neler yapabileceğini anlattı Valar ona. Anlaşılan bu küçük Hobbit’e ilgi duymuştu Arda’nın Güçleri. Morgoth’un en büyük hizmetkarlarından biri olan Gorthaur Sauron’u yenen bu küçük Hobbit’e.

    En sonunda Hüküm Çemberi’nin kapısından çıkıp parlak gökyüzüne bakan Frodo, şunları söyleyebilmişti: “Shire’ın yeşil ormanları aşkına, az önce cidden Valar’la mı konuştuk biz?”


17 Mayıs 2014 Cumartesi

Valinor'dan Hikayeler - Bölüm 3: Nelyafinwë

--Bölüm 3: Nelyafinwë--

    Kuzgun siyahı saçları omzundan aşağı dökülen Fëanor aralarına en son katılan en büyük oğluna baktı. İçi sızladı, kalbi titredi adeta.
"Silmariller yeni yuvalar buldular kendine Atar." dedi Maedhros. Gözlerinden kristal parlaklığında yaşlar döküldü hafif hafif yanağına doğru. Kızıl saçları karanlıkta parlıyordu ay ışığı misali. Fëanor bir şey demedi. Yüreği karaydı. Yüzü gölgeliydi. Ne diyebilirdi ki? Oğulları almışlardı silmarilleri en sonunda ama ellerini yakmıştı. Manwë'nin kutsaması buraya kadardı. Onun kadar büyük bir sahtekar yoktu Arda üzerinde.
    Curufin, Celegorm ve Caranthir eğdiler başlarını. Onlar da tek kelime edemediler ve sessizlik çöktü gece misali aralarına. Son gelene dek tıkılıp kalmışlardı Mandos'un salonlarına, şimdi silmariller üç tarafa dağılmış sahipsizce dolaşıyorlardı. Mandos biliyordu Son'da neler olacağını. Fëanor'un silmarilleri Yavanna'ya vereceğini...
    Maedhros çöktü olduğu yere. Gözyaşları kurudu gözünde. Kardeşi takıldı aklına. Maglor hala gelmemişti. Silmaril onun da elini yakmıştı, acı içinde olmalıydı şimdi. Demek kıymamıştı canına ama neler yapıyordu acaba Orta-Dünya'nın kıyılarında?
    Ayağa kalkıp arkasını döndüğünde iki yüz gördü kendisine bakan. Kuzguni saçlara sahip iki Noldorin daha. Gözleri hüzünle bakıyordu elbette. Karanlığın içinde ufak ufak yıldız ışıkları serpiliyordu üzerlerine. Zaman zaman gölgelense de Maedhros bu iki yüzü iyi tanıyordu. Babası ve kardeşleri oldukları yerde bekleşirken Fingon ve Fingolfin usulca geldiler Maedhros'un yanına. "Üzgünüm." diyebildi Fingon sadece. "Çok üzgünüm dostum."
    "Finwë'nin intikamını alamadım belki ama Nelyafinwë ihanete uğradı." dedi Maedhros. "Silmarilleri alıkoydular. Morgoth'un ekmeğine yağ sürdüler."
    "Sen elinden geleni yaptın." dedi Fingolfin usulca. Sesi fısıltıdan daha güçlü olsa da bir fısıltıyı andırıyordu. "Morgoth'un yalanları hepimizin sonunun burada olmasına yol açtı. Morgoth şimdi Boşluk'ta. Finwë'nin soyu en azından biraz huzur bulabilir."
    Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu Maedhros aradan ama Mandos'un Salonları'ndan serbest bırakıldı ruhu. Çayırlar üzerinde bir başına yürüdü Maedhros. Aklında sadece annesi vardı. Orta-Dünya'ya gidip kardeşini göremezdi. Babasını kederiyle başbaşa bırakmalıydı. Kardeşleri de bir o kadar kederlilerdi. Aslında Valar'ın yanına bile yaklaşmak istemiyordu. Noldor'u terk eden tanrıları görmek istemiyordu. Vasá gökte yavaşça yükselirken Lorien ormanının içine girdi ve adım adım yürümeye başladı. Çıplak ayakları çimenleri ezerken Valimar'ın uzun zaman önceki görüntüsü aklını kurcalıyordu. Ellerini yokladı. Bir yandan kaybettiği eline bakıyor bir yandan da silmarili tuttuğu avcunun içinde kutsal mücevheri hayal ediyordu. Eline değen ateşin yakıcılığını düşününce irkildi. Sayısız Gözyaşı Savaşı'nda ya da daha öncelerinde ateşle imtihan edildiği olmuştu. Orkların ateşli oklarıyla mücadele etmişti. Sıcak ne demek biliyordu ama o acı bambaşkaydı. Sanki derinlerden Eru'nun Gizli Alevi bizzat avcunun içinde yanıyor, Ungoliant tüm zehrini akıtıyordu hunharca. Güneşi tutuyordu sanki ellerinde. Gerçi güneşi tutsa daha az yanardı eli. Arien'in gözlerine baksa daha az acırdı gözleri. Ateş çukuru gözlerinin önündeydi. O anki deliliğini hatırlıyordu.
    "Ey Iluvatar, ya yeminimi tutmasaydım? O zaman ne olacaktı? Neden bizden esirgendi kutsal mücevherler? Elleri benden kirli olanların ellerini neden yakmadılar?" Maedhros göğe bakıp konuşmuştu ve adımlarını bitirmişti. O sırada ileriden ayak sesleri işitti ve o yöne dönüp baktığında kalbindeki tüm Aman ateşi yeniden alevlendi.
    Bu Nardanel'di. Annesi.
    "Amil." diyebildi Maedhros sadece. Gözleri nemlendi. Kızıl saçlarını aldığı annesi karşısında duruyor, gözleri nemden parlıyor ve yüzü kızarıyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı oğluna. Kızıl saçları aynı tondaydı adeta. Gözyaşları birikip birikip ikisinin de yanaklarından aşağı süzüldü. Maedhros çöktü olduğu yere. Kaldıramadı başını. Bakamadı annesinin gözlerine. "Ah amil..."
    "Maitimo'm benim." dedi annesi. Bir elini oğlunun başına koydu. "İlk oğlum..."
    Maedhros kendinde ayağa kalkacak gücü bulamadı ama elini annesinin elinin üzerine koydu. "Oğlun geri döndü amil. Ama boş ellerle."
---
Notlar:

Amil: Anne
Atar: Baba demektir Elfçe.