12 Kasım 2014 Çarşamba

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Alternatif Son: Bozulmuş Arda'nın Yazgısı

    Tulkas, büyük bir öfkeyle Melkor’a saldırdığında karanlıklar efendisi Grondunu indirdi Valar’ın Şampiyonu’nun üzerine ve Tulkas devasa silahın etkisiyle geriye doğru fırladı ve sertçe yere düştü. Melkor adım adım gitti üzerine doğru. Yüzünde miktarı yıllarla ifade edilemeyecek derin bir nefret ve öfke vardı. Gökyüzünün karanlığında ve yıldızların ışığının altında kanlar içinde yerde yatıyordu Tulkas. İnledi acıyla. Altın sakalları kızıla boyanıyordu yavaşça. Arda’nın Kaderlerinin Efendisi yüzünde hiçbir ifade değişikliği olmadan kaldırdı grondunu, Tulkas son kahkasını atarken. Yüksek bir ses duyuldu o sırada ejderhalar yeryüzüne doğru dalışa geçerek iyilerin ordusunun üzerine alevlerini saçarken.
    Grond tüm gücüyle Valar’ın Şampiyonu’nun üzerine indi ve Melkor akan kanların siyah palaklığıyla güç buldu adeta kendinde. Tüm keskinliğiyle sancıyan bacağına rağmen yapabileceği en güçlü hareketle savurmuştu grondunu. Valar’ın Şampiyonu gözlerini dikti gökyüzüne ve acı hissediyor mu hissedemiyor mu anlamadan kapandı gözleri Varda’nın gözbebeklerinin ağıtları eşliğinde. Melkor o an duydu gelen çığlıkları. Tulkas’ın yenilmesi herkesi şoka uğratmıştı. Adeta savaşmayı bıraktı herkes. Tüm Ñoldor lordları, tüm insanlar, tüm cüceler… Manwë’yi gördü Melkor’un gözleri ve çok geçmeden üzerine doğru gelen iki şekli fark etti.
    Oromë ve Aulë bir Vala olmanın verdiği tüm hızla Karanlık Efendisi’ne doğru geliyorlardı.
    Melkor’un yüzüne bir gülümseme yerleşti. Grondunu kaldırdı ve bekledi. Kararlı yüzlerini buradan bile seçebiliyordu Oromë ve Aulë’nin. Birinin mızrağı, ötekinin çekici adeta intikam çığlıkları atıyordu Tulkas’ın ardından. Melkor, Manwë’nin yüzündeki kaybı ve kabullenişi gördüğünde her şeyin bittiğini anladığını gördü. Bitmişti gerçekten de. Valar Ordusu’nun Karanlıklar Efendisi’nin yenebilmek için tek umuduydu Altın Saçlı Vala.
    İki Vala tüm öfkeleriyle Melkor’a saldırırken Karanlıklar Efendisi ikisinden de başarıyla sıyrılarak grondunu Aulë’nin sırtına indirmeyi başardı. Aralarındaki dövüş tüm hızıyla sürerken Tulkas’ın ölümünün yarattığı şok, savaş alanı boyunca dalgalanarak yayıldı. Yavaş yavaş düşmeye başladı aydınlığın askerleri. İnsanlar, cüceler, elfler birer birer yitiyordu Valinor Düzlükleri’nde adeta. Herbir çığlık Arien’inkilere karışıyor, Varda’nın gözbebekleri bile parlamaya korkuyordu sanki. Tilion haykırıyor tüm kasvetin ortasında ama kanı donan komutanlar ve Valar hiçbir şey yapamıyordu. Numenor’un ordusunu paramparça ediyordu ejderhalar. Eärendil düşmüştü gökyüzünden. Ancalagon tüm kudretiyle ateş kusuyordu adeta Manwë’nin kartallarının üzerine.
    O sırada Melkor, iki Vala’yla alay ediyorken Rohirrim’in cesur atlıları düşüyordu birer. Ñoldor’un kudretli lordları balrogların ve her türlü iğrenç yaratığın pençelerine düşüyor, Yüzüklerin Efendisi Sauron ve Melkor’un hizmetindeki tüm Maiar tüm güçleriyle yükleniyordu Valar’ın Ordusu’nun üzerine.
    Grond’un darbesi patladı Aulë’nin suratında. Cücelerin yaratıcısı feryat edemeden toprağı öperken Oromë öfkeyle atıldı Karanlık Lord’un üzerine. Mızrağı zırhından geri sekerken Melkor sertçe indirdi tekrar grondunu. Bu sefer Avcı’nın tam bacağına… Oromë feryat etti ve yere kapaklandı. Melkor bir tekmesiyle mızrağını alıp uzaklara fırlattığında Manwë’nin ona doğru yaklaştığını hissedebiliyordu. Yere doğru eğildi hafifçe ve boynunda tuttu Oromë’nin. “Avcımızın da sonu da geldi böylece.” dedi. Yüzü ifadesize yakındı adeta. Karanlık gökyüzü kadar ifadesiz ve gölgeliydi. Kara miğferi yıldızların ışığını bile tutacak kadar koyuydu. Gözleri ışıksız bir dünya siyah. Oromë’nin son gördükleri bunlar oldu ve Melkor cansız bedenini fırlatıverdi bir kenara ve zafer haykırışını attıktan sonra, Valar’ın kalanının etrafında toplanmaya başladığını gördü. Mandos bile oracıkta, Melkor’un karanlığa yakın bir gizemle durmuş, kapkara kılıcını çekmiş bekliyordu. Manwë’nin gözlerinde yıldırımlar vardı. Varda ve diğer Valier hüzünlüydü. Irmo acı çekiyordu. Yavanna her şeyiyle kederli ve öfkeliydi. Melkor beklemeden haykırarak aralarına saldırdı.
    Valier’e kustuğu öfke korkunç olmuştu, Valar her şeyiyle savaşsa da Melkor’un kudreti katlanarak artmıştı sanki. Ordusu hortum gibi süpürüyordu Valar’ın Ordusu. Karanlık aydınlığa galip geliyordu.
    Yavanna’nın cansız bedeni de önünde uzanmaya devam ederken nefes nefese kalmıştı Manwë de Mandos da. Tek hayatta kalan Valier’in gözleri dehşetle bakıyordu. Varda ayakta bile zor duruyormuş gibi görünüyordu. Kan kokusu seziyordu burnunda Melkor. O kadar çok Vala’nın kanı dökülmüştü ki toprak bile inanamıyordu sanki. Melkor bir kahkaha attı. “Sana söylemiştim kardeşim.” dedi grondunu tehditkar bir şekilde tutarak. Gardını indirmeyi hiç düşünmüyordu.
    “BENİ YENEMEYECEKSİN!” Aralarındaki mesafe kapanırken Manwë’nin sesi kesilmiş gibiydi. O sırada devasa bir fırtına kopar gibi oldu. Rüzgar şiddetlendi. Melkor bir an Manwë’nin işi olabileceğinden şüphelendi ama hemen ardından duyduğu devasa kükreme aksini kanıtladı ve üzerlerine doğru gelen atlı ordunun biraz yükseğinde dağlar kadar büyük bir ejderha belirdi. Belki arkasındaki yıldızları kapatmasa orada olduğunu bile anlamak mümkün olmayabilirdi.
    Melkor’un karanlığının en mükemmel eseriydi o. Kara Ancalagon’du. Ateşler içinde atlı ordunun üzerine dehşetini kustu. Oklar bir bir üzerine yağıyor olmasına rağmen sanki ufak iğne batıklarıymış gibi geliyor olmalıydı ejderhaların en kudretlisine. Kanatlarından çıkan rüzgarlar çevredeki atlıları dağıtıyor. Ancalagon’un Tek Yüzük’ü bile eritebilecek derecedeki güçlü ateşi cehennemi yeraltından toprağın üzerine taşıyordu. Çığlıkları duymak iyi geliyordu Melkor’un ruhuna. Gücüne güç katıyordu. Manwë’nin gözlerinden dökülen gözyaşlarını da gördü başını çevirdiğinde. “Her şey bitti. Bunu biliyorsun.”
    Atlı ordudan kalanlar Valar’ın olduğu bölgeye çok yaklaşamadan yere kapaklandılar. Yanık izleriyle doluydu her tarafları. Yaralananların arasından altın saçlı bir muhafız kızı izliyordu yara bere içinde Valar’ın konuşmalarını. Dünya sanki etraflarında dağılıyor, Valar acı içinde savaşı kaybederken karanlık güçlendikçe güçleniyordu. Kalbinde bir acı vardı altın saçlı kadının. Kılıcını savurduğunu vakitleri özleyecekti. Atının üzerinde, düşman etrafını kuşatmışken, adeta kılıca, zırha bürünmüş bir Valier gibi, güzel toprakları için savaştığı zamanları… Erkeklerle bir olduğunu hissettiği anları. Dört Vala’nın konuşması bile ona normal geliyordu şu saatten sonra. Eli ayağı tutmuyor, ona rağmen canı yanmıyordu. Sanki tüm duygularını yitirmiş gibiydi. Derken Manwë, Karanlık Efendisi’ne cevap verdi.
    “Asla zaferin tam olmayacak Melkor.”
    “Ama onun tam olup olmadığını görmek için, sen etrafta olmayacaksın.” Melkor ona doğru grondunu savurduğunda Mandos kılıcıyla aralarına girdi ve karanlık gözleri Melkor’unkilerle birleşti. Kılıcı ve Grond birbirine kenetlenmişti. Melkor onu geri adım atmaya mecbur ederek Grondunu savurdu ve üzerlerinden uçup giden Ancalagon’un rüzgarları eşliğinde Mandos’un göğsüne indiriverdi kılıcını. “Belki de aralarında en çok senden nefret ettim.” dedi gözlerini kapatan Mandos’a. Manwë ve Varda ayakta durmuş öylece izleyebiliyorlardı şu an. Sanki kolları savaşamıyordu. Varda o anda diz çöktü ağlamaya başlayarak. Gözyaşları toprağı ıslatırken Melkor güldü ve gökyüzüne baktıktan sonra gözlerini Manwë’ye çevirdi. “Ölümünüz hızlı olacak ve yeni dünyamı göremeyeceksiniz.”
    “Ona dünya diyebileceksen…” sözleri döküldü Manwë’nin ağzından. Dik durdu olduğu yerde, rüzgar etrafta ejderhalar olmamasına rağmen hızlandı ve şiddeti katlanarak arttı. Melkor, artık Manwë’nin rüzgarları bizzat çıkardığını anlamıştı. “Haydi Rüzgarın Efendisi!” diye bağırdı Melkor ona. “Göster bana tüm gücünü! Arda’nın Yüce Kralı’nın yapabilecekleri bu kadar mı?”
    Varda da kalktı ayağa, kurumuş gözyaşlarıyla. Kocasının yanına geçti ve adeta güçleri birleşti. Melkor üzerine neyin geldiğini anladı ve altın saçlı kadının uzaktan bakışları ve şaşkınlığı altında Manwë’nin kılıcı ve Melkor’un yer altı çekici çarpıştı. O an için dünya tekrar ışığa kavuştu sanki. Varda’nın gözbebekleri tüm güçleriyle ışıldamış, güneş tekrar Arien’in ardından göğü turluyormuş gibi aydınlanmıştı Arda. Altın saçlı kadın gözlerini kapatmak zorunda kaldı. O an için düşünebildiği teş şey ailesine neler olduğuydu. Ama karanlık geri dönüp kör edici ışık gittiğinde kadın gözlerini açıp açmadığından emin olamadı. Karanlıktı her yer. Yıldızlar bile pes etmişti sanki… Ama sonradan gözleri karanlığa alıştı ve yıldızların ışığı geri döndü gözlerine.
    Melkor Bauglir tüm haşmetiyle ayakta bekliyor ve son iki Valar’ın cesetleri boylu boyunca uzanıyordu yerde. Melkor zar zor nefes alıyor ve gözleri gökyüzüne bakıyordu.
    “SENİ UYARMIŞTIM!” diye bağırdı yıldızlara bakarak. Altın saçlı kadın nasıl olduysa Melkor’un Eru’ya bağırdığını anlamıştı. “SANA BUNUN OLACAĞINI SÖYLEMİŞTİM!” Melkor acı bir  kahkaha attı ve etrafına bakınarak savaşın gerçekten de bittiğini gördü. Valar’ın Ordusu’ndaki herkes ya yerde ya da dizlerinin üzerindeydi. Ancalagon bile uzaklarda bir yerde toprağın üzerine konmuş Melkor’a doğru bakıyordu.
    “O kıymetli çocukların artık yoklar ey TEK OLAN! SAVAŞ BİTTİ! BEN KAZANDIM! BEN!”
    Melkor Bauglir tüm gücüyle lanet ediyordu Yaratıcı’ya. Her Şeyin Babası’na. Sesi savaş meydanı boyunca yankılanıyordu adeta. “İSTEKLERİNİ YERİNE GETİREBİLDİM Mİ?” diye sordu ona. Cevap beklemeden. “KÖTÜ OLMAMI İSTEYEN SEN DEĞİL MİYDİN? ÇOCUKLARINA, DÜŞÜNCENİN EVLATLARINA SAVAŞMAK İÇİN SEBEP VERMEK İSTEYEN SEN DEĞİL MİYDİN?” Adeta cevap verircesine yağmur yağmaya başladı Valinor Düzlükleri’ne. Bir an için Melkor da şaşırmıştı. Başını eğerek etrafına bakındı ve miğferinden ve zırhından seken damlaların sesi nerdeyse savaş alanındaki tek sesti. İnleyen tek bir kişi yoktu. Grond ıslanıyordu yağmurun altında. Yeraltının Çekici’nden akıyordu sular, yağmur damlaları delicesine gökten boşanırken.
    Éowyn de hissetti yağmuru yüzünde. Melkor’sa çok geçmeden lanetlerini savurmaya devam etti. “HAYDİ! SÖYLE BANA ARTIK! NERDE BU GİZLİ ALEV? NERDE O KENDİNE SAKLADIĞIN SIRLAR? ORDUNU YOK ETTİM! EVLATLARINI YOK ETTİM! ŞİMDİ NE YAPACAKSIN? BENİ BİZZAT KENDİN Mİ SUSTURACAKSIN EN BAŞINDA YAPTIĞIN GİBİ?” Cevap yoktu.
    O sırada Rohan’ın Ak Hanımı’nın gözlerine birkaç beden ilişti yerde boylu boyuna uzanan. Altın saçlı, yakışıklı amcasını görüyordu, yüzü kanlar içindeydi. Ondan çok da uzakta olmayan bir yerde sevdiği adam uzanıyor, Ithilien Prensi hayattaymış gibi görünmüyordu. Gözlerini kapattı Rohan’ın Ak Hanımı ve kulaklarında Arien’in çığlıkları ve Melkor’un lanetleri hüküm sürerken sonsuz uykusuna daldı. Son düşünceleri Eru’nun İnsanlar için biçtiği kaderin ne olduğuydu. “Nasıl olsa şimdi, tüm sevdiğim insanlarla birlikte öğreneceğim bunu.”
    Arda’nın Kaderlerinin Efendisi’nin karanlığı amacına ulaşmış ve Ilúvatar Çocukları’nın sonsuza dek gözlerini kapatmasıyla Bozulmuş Arda'nın Yazgısı böylelikle tamamlanmıştı…


--SON--


20 Ekim 2014 Pazartesi

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Onuncu Bölüm: Kaderin Efendisi - İkinci Kısım

Bölüm 10: Kaderin Efendisi – İkinci Kısım

     Derler ki Húrin ve Túrin savaş meydanında karşılaştıklarında tüm savaşçılar tüm güçleriyle haykırmış ve adeta bayram etmişlerdi Valinor Düzlükleri’nde. Húrin ardında cesur Edain beyleriyle oğlunun yanına gelene kadar amansızca savurmuştu baltasını ve Túrin’in Gurthang’ı ölüm saçmıştı etrafına. Fingolfin o sırada yanlarına kadar gelmişti orkları dağıtarak, “Utúlie'n aurë! Aiya Eldalië ar Atáni, utúlie'n aurë!” (Gün geldi! İşte, İnsanların ve Eldar’ın halkı! O gün geldi!) diye bağırdı tüm gücüyle, daha önce Beleriand Savaşları’nda bağırdığı gibi. İşte o gün gelmişti gerçekten de.
    Kılıçlar savruluyor, bir bir düşüyorlardı orklar. Ñoldor’un, Numenor’un, Gondor’un, Arnor’un, Erebor’un, Moria’nın ateşiyle yanıp tutuşuyordu karanlık gece. Cüceler adeta cehennemi olmuşlardı orkların ve trollerin. Çok geçmeden çepeçevre sardılar karanlığın ordularının etrafını. Gökyüzünde Eärendil cesurca çarpışırken ejderhalarla bir kez daha, yeryüzü kanıyordu oluk oluk adeta. Toprak kızıl bir renge bürünüyor olmalıydı, karanlıkta söylemesi zor olsa da. O anda Túrin’in etrafında bir şimşek gürledi sanki. Tulkas Morgoth’u tuttuğu gibi savurmuştu metrelerce ileriye. Oromë’nin cansız bedeni yatıyordu boylu boyunca. Morgoth’un elinde bu defa Grond’u vardı ama. Sonunda almıştı eline anlaşılan. Morgoth tam da Túrin’in yakınlarına düştü, tam o sırada ejderhalardan biri adeta yağmurdan da hızlı bir şekilde efendisiyle Tulkas’ın arasına girdi ve Valar’ın Şampiyonu’nun tekrar efendisine saldırmasını önlemeye başladı. Túrin o anda anladı sırasının geldiğini. O anda her şey onun için açıklığa kavuştu. Morgoth toparlanıp ayağa kalktığında kılıcını cesurca kaldırdı ve meydan okudu karanlıklar efendisine. Kendine Arda’nın Kaderleri’nin Efendisi diyen Melkor Bauglir’e. Melkor meydan okumasını kabul ettiğinde ölüm sessizliği çöktü etraflarına.
    Grond’unu uyarmadan savurdu Melkor. Túrin başarıyla kaçındı devasa topuzdan. Grond sanki yeri deldi, hafif hafif yağmur yağarken üzerlerine Melkor bağırarak savurdu Grond’unu defalarca, Túrin’se sürekli kaçındı başarıyla. Devasa çukurlar bırakıyordu geride Grond. Tüm askerler etraflarını sarmış bekliyorlardı ve savaşı izliyorlardı. Sanki hepsi bugünün geleceğini anlamıştı. Ejderhayı alt eden Tulkas bile bakıyordu sadece öyle. Túrin’in gözlerinde yanan ateşi görmüş olmalıydı. Babası, annesi ve kardeşi de gelmişlerdi oraya kadar. Melkor bir kez daha kükredi ve salladı Grond’unu ve bu defa Túrin ileri atılarak sapladı kılıcını bacağına. Tam da Ringil’in daha önce açtığı bir yaraya. Melkor’un çığlığı korkunç oldu. Yağmur hızlanmaya başladığı vakit Grond’un açtığı çukurlar dolmaya başlamıştı, kan ve yağmur suyuyla. Túrin gözlerinde yanan intikam ateşiyle, bir zamanlar Fingolfin’in yaptığı gibi dönüp durdu Melkor’un etrafında. Her kılıcını savuruşu Melkor’un attığı bir çığlıkla noktalandı. Sinirlenmeye başlamıştı Arda’nın Kaderleri’nin Efendisi. “Seni böcek gibi ezeceğim!” diye haykırdı ve bu sefer ayaklarıyla ezmek için saldırdı. Túrin ilk ayaktan kaçınabildi, ikincisi yerinden kalkmadan evvel Fingolfin ona doğru bağırdı ve kalkanını fırlattı Turambar’a. Túrin minnetle kalkanı kavrarken Melkor’un ayağından kurtuldu ve Gurthang’i saplayıverdi ayağına. Melkor’un çığlığı korkutucu oldu bu defa, biraz önceki çığlıklarından da korkunçtu. Onun bağırışını Arien’in rüzgara karışan çığlığı takip etti ve Gurthang’in verdiği acıya dayanamayan Morgoth Grond’unu son bir çırpınışla sallayıverdi. Túrin bundan kaçındı ve kalkanıyla Grond’un ikinci hamlesini tutmaya çalıştı. Grond kalkanı onun elinden uçurdu ve Melkor öylece eğilerek diğer eliyle kavrayıverdi Túrin Turambar’ı. Tam Tulkas ve diğerleri onu kurtarmak için harekete geçecekleri sırada Túrin Gurthang’ı onun eline sapladı, Melkor onu sıkıştırıp ezemeden evvel. Melkor bağırdı ve Turin ileri doğru sıçradı, tam da Melkor’un kara kalbine doğru. Gurthang, kalın zırhı es geçti, Melkor’un etine yıldırım çarpmış misali giriverdi ve kara kalbine saplandı. Melkor bir çığlık daha attı, hatta denir ki Arien’in çığlığının ardından bu çığlık Orta-Dünya’nın en derin mağaralarında bile duyulmuştu. Arien’in çığlığı gibi yüzlerce sene peşini bırakmamıştı rüzgarın.
    O sırada Valar da oralara kadar geldiler. Ñoldor beyleri toplaştılar.
    Melkor gürültüyle yere devrildiğinde yağmur Grond’un çukurlarını doldurmuştu ve kan kokusu yağmura karışıyordu. Yağmur sanki savaşın bittiğini haber verircesine yağıyordu. Túrin’in siyah saçları sırılsıklam olmuştu. Her yeri ölesiye ağrıyor, başını kaldıramıyordu. Elleri hala Gurthang’ı sıkı sıkı kavramıştı. Ayakları hala Melkor’un zırhının üzerindeydi. Kılıcı kara kalbine saplıydı. Melkor’un gözleri kapalıydı. Túrin ağladığını fark etti. Ağzına tuzlu bir tat gelmişti. Yağmur suyu değil, gözyaşıydı bu.
    “Ve Húrin’in Çocukları’nın intikamı alındı Melkor Bauglir!” diye bağırdı yağmur sesinden başka çıt çıkmayan Valinor Düzlükleri’nin ortasında. Gözyaşları arasında zar zor konuşabilmişti. Babası, annesi ve kardeşi yaklaştılar ona doğru yağmur güçlenirken. Rüzgar Valinor Düzlükleri’ndeki tüm pisliği ve kanı temizlemek istermişçesine esiyordu. Túrin kılıcını çıkarttı ve kapkara kılıcın üzerinde yoğun bir sıvı olduğunu fark etti. Kana benziyordu ama daha yoğundu sanki. İndi Melkor’un üzerinden ve kendini anne babasıyla kucaklaşırken buldu. Ağlıyordu hepsi yağmurun altında. Onların ağlama sesleri ve yağmurun yere düşmesi dışında çıt bile çıkmıyordu. O sırada yaklaştı Valar, düşen Vala’nın yanına. Sessizliği az da olsa onların ayak sesleri bozmuştu. O gün sevinç çığlıkları atılmadı savaşın bitiminde. Hepsi Hurin’in Çocukları için gözyaşı döktüler hatta. Aslında dökülen gözyaşları zamanında bozulan Arda ve tüm Ilúvatar Çocukları içindi.
    Yağmur gürlerken gökyüzünde Silmarillerin parlaklığıyla sarmalanan, üstleri başları az da olsa yırtılan, zırhları çiziklerle dolu olan Fëanor, Maedhros ve Maglor da çıkageldiler ve Morgoth’un boylu boyunca uzanan bedenine baktılar. “Böylece buldu sonunu.” dedi Fëanor. “Hak ettiğinden acısız ve çabuk oldu.”
    “Benim açtığım yaralar ve Silmarillerin ona yeterince acı çektirdi kardeşim, buna emin olabilirsin.” dedi Fingolfin üçünün ardında durmuş Melkor’a bakarken. Ringil’i kabzasına soktu ve yanlarına geldi. Valar o sırada düşmüş soydaşlarının etrafında toplandılar karanlıklar içinde, meşalelerin ışıkları kıyafetlerini aydınlatıyordu. Ulmo Ñoldor’un yanında durdu, tam Maglor’un yanında. Daha önce Sürgünler’i düşünen tek Vala olmasıyla bilinirdi Ulmo. O yüzden Ñoldor kalpten severdi bu Vala’yı. Haşmetle dikildi Valar Ilúvatar Çocukları ve Maiar’la beraber.
    Arien’in çığlıkları gücünü kaybederken Eönwë de belirdi orada. “Yaşayanlar teslim oldu. Rhun Kralı Khamûl bile.”
    “Sonuçta efendilerini kaybettiler.” dedi Manwë. Eönwë’nin hemen yanında durduğunu gördü Khamul’un. Rhun Kralı’nın yüzünde pişmanlık ya da üzüntüye benzer bir duygu yoktu, sanki her şey bittiği için huzura kavuşmuş gibi bakıyordu. Manwë’nin bakışları tekrar Melkor’a gitti, sonra da gökyüzüne. “Bir kez daha ışığımızı kaybettik.”
    “Arda’nın tekrardan ışığa ihtiyacı var kuşkusuz.” dedi Fëanor öne çıkarak oğullarıyla birlikte. “Ve ben de bunun için en sevdiğim varlıklarımı önünüze seriyorum.” Yavanna’nın önünde durdular ve üçü de uzattı silmarilleri. Başlarını eğdiklerinde Yavanna ağlamaya başladı, ama mutluluk gözyaşları döküyordu. Silmarilleri minnattırlıkla kabul etti. “Teşekkür ederim.” Silmarilleri aldı ellerine ve ihtişamla parladı kutsal mücevherler.
    Fëanor, Maedhros ve Maglor böylece geri çekildiler ve Yavanna tekrardan en güzel işlerinden birine girişti. Derler ki Ağaçların İkinci Devri, Arda’nın en güzel devri olmuş ve barış gerçekten de hüküm sürmüş, Morgoth’un ektiği kötülük tohumları tamamen sökülüp atılmış Arda’nın bağrından ve Ainur’un İkinci Müziği’nden evvel derlenmiş toplanmış Arda bir kez daha. İkinci baharını yaşamaya başlamış.
    Ve çok çok uzaklardan, Zamansız Boşluk’un ve Eä’nın ötesinden onları izleyen bir çift göz varmış. Her Şeyin Babası mutlulukla izlemiş Çocukları’nın başardıkları işleri. Sonuçta yaptıkları işlerden dolayı memnun olmuş. Sessizlikten başka hiçbir şey yokmuş yanında, ta ki O, yanında birinin daha varlığını arzulayana kadar. Melkor Bauglir’in ruhu Eä’yı da aşarak sahibine kadar geri gelmiş. Eğilmiş yaratıcının önünde ve saygıyla durmuş.

    “Şimdi.” demiş Eru Ilûvatar Ainur’un en kudretlisine baktığında. “Ainur’un Müziği bir kez daha başlasın.”


16 Ekim 2014 Perşembe

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Dokuzuncu Bölüm: Valar'ın Şampiyonu ve Arda'nın Kaderlerinin Efendisi

Bölüm 9: Valar’ın Şampiyonu ve Arda’nın Kaderlerinin Efendisi

    Grondunu savurdu Morgoth kalın, kükremeye benzer bir sesle. Tulkas bir adım geriye atarak kaçındı ve bağırarak Morgoth’un üzerine atıldı. Grondu tutan elini bileğinden kavradı ve göğüs zırhına sertçe bir yumruk indirdi. Morgoth kurtulmaya çabaladı ve tekmesi Tulkas’ı az farkla geçince Tulkas tuttuğu bileği bıraktı bir kez daha kaçındı Gronddan. Morgoth’la bakıştılar. Etrafları hamleleri yüzünden adeta cehenneme dönerken; pek fazla Ilúvatar Çocuğu yoktu etraflarında. Balroglar Ñoldor’la yarım kalan işlerini halletmek için uzaklara uçarken Valar’ın Maiar’ıyla Morgoth’un hizmetindeki şeytani varlıklar geniş bir alanı yakıp kül ediyorlardı. Büyüler havalarda patlıyor, toprak zangırdıyor, gökyüzü şimşek görmüş gibi aydınlanıyordu zaman zaman. Morgoth defalarca hamle yaptı Tulkas’a. Tulkas kahkahalar atarak savundu kendini ama zorlandığını kendisi de fark etmişti.
    Morgoth Güçler Savaşı’nda dövüştüğü Morgoth’tan daha farklıydı. Sanki kalbine cesaret, kollarına kudret gelmişti. Bu kez daha büyük bir nefretle savurdu Grondunu. Tulkas bu sefer eğilmek zorunda kaldı ve davasa Grond Valar’ın Şampiyonu’nun üzerinden geçerken Tulkas saldırmaya çalıştı diğer Vala’ya. Morgoth onu başarıyla savuşturdu ve Grondunu indirdi bir kez daha. Grond yere o kadar sert bir şekilde çarptı ki sanki savaş alanı depremle sarsıldı. Tulkas her şeye rağmen gülümsemesini kaybetmemişti. Öylece güreşip durdu Valar’ın kolca en kuvvetlileri. Adeta birbirlerine denklerdi. Tulkas daha önce yaptığı gibi onu yatırıp yenemiyor, Melkor eskisinden kuvvetli olsa da Tulkas’a üstünlük kuramıyordu. Etraflarındaki cehennem daha da genişlerken adeta tek başlarına kaldılar savaşın ortasında. Ne orklar, ne Ilúvatar Çocukları yaklaşmaya cesaret edebiliyordu onlara. Cehennem gibi birbirlerinin etraflarında döndüler. Kimi zaman geniş atlı birlikler yanlarından vızır vızır geçti, kimi zaman ok yağmurlarının sesleri gökyüzünde çarpışan ejderha ve kartalların gürültülerine karıştı.
    İkisi de durup birbirlerine baktılar. Süzdüler birbirlerini. Tulkas güldü ve gardını düşürdü. “Böyle değildin Bauglir.” dedi ona. “Kollarında bu kadar kudret olduğunu bilmezdim.”
    “Önüme geçmişin küllerini getirip durma.” diye karşılık verdi Melkor. Grondunu yere bıraktı ilginç bir hamleyle. Sanki böyle daha güçlü hissediyordu. “Artık yeni bir dünya göreceksiniz. Bir daha Arda asla eskisi gibi olmayacak.”
    “Bunda haklısın.” Tulkas onun savaş pozisyonu aldığını gördü ve Melkor yumruklarını kaldırdı. Tulkas bir kahkaha atarak ona doğru koşmaya başladı ve belki de binlerce yıldır görülmemiş bir dövüşe sahne oldu Valinor Düzlükleri.
    “Işığı yok ettin ama Işık geri gelecek!” diye bağırdı Tulkas. “O Işık’ı ne kadar çok istediğini iyi hatırlıyorum!”
    Melkor onun yumruğundan kurtuldu ve kendisi bir yumruk savurdu. “Artık ondan iğreniyorum! Ve benim yaktığım ateşler dışında hiçbir Işık yüzü göremeyecek Arda!” Birbirlerinden biraz uzaklaştıklarında göz göze geldiler. Tulkas’ın altın sakalları rüzgarı hissetmeye başlamıştı. Yağmur geliyordu. “Durmayın.” dedi Melkor sinirle. “Durmayın da Tek Olan’ı çağırın hadi! Beni ondan başkası yenemeyecek bugün! Ne sen ne Manwë!”
    “Hayır.” dedi Tulkas. “Bu bizim sınavımız. Seni bugün burada ben durduracağım!” Kahkahasıyla yankılandı her taraf. Valar’ın Şampiyonu’nun gür kahkahası rüzgarın içine işlemişti sanki. Toprağa ilk yağmur damlaları düşerken Tulkas kendini yerde buldu. Melkor ona saldırmaya çalışırken ayağa kalkmayı başardı ama karanlık lordun yumruğunu suratında hissetti ve tekrar yere düştü. Melkor grondunu aldı yerden ve bekletmeden saldırma girişiminde bulundu. Tulkas yana yuvarlandı ve kurtuldu. O anda gökyüzünde gördükleri muazzamdı. Birbirlerinin kuyruklarında uçan, ateşler saçan, pençelerini geçiren ejderhalar ve Silmarillerin ışığıyla can bulan, güçlenen ve Eärendil’in önderliğiyle ilerleyen kartallar ejderhaların sayısına göre oldukça kalabalıktı ama ona rağmen gökyüzünde uçup duran Ancalagon gibi bir canavar vardı.
    Melkor sinirle Tulkas’a doğru saldırırken bir kükreme sardı gökyüzünü. O da ne… Ancalagon Eärendil’i kovalıyordu müthiş bir hızla. Melkor’un da Tulkas’ın da gözleri ikisine takıldı. Eärendil Silmarilini bizzat Fëanor’a teslim etmiş olsa da parlıyordu gökyüzünde ve Ancalagon tarif edilemeyecek bir büyüklükle onu takip ediyordu. Yere çok yaklaşmışlardı. Devasa ejderha Valar ordusunun arka kısımlarına alev kusarak Eärendil’i takip etmeye devam etti. O sırada Tulkas havaya kalkan Silmarillerin ışığını ta bulunduğu yerde gördü ve çok geçmeden savaş alanından uzaklaşan Eärendil ve Ancalagon’un mücadelesi orada bitti ve Ancalagon yere çakıldı büyük bir gürültüyle, hemen ardından da Eärendil’in gemisi onu takip etti ve Tulkas olduğu yerde kalakaldı. “Elveda Kutlu Eärendil.” dedi fısıltıya yakın bir sesle. Melkor en güçlü yaratığının kaybına üzülmüş görünmüyordu. Bu kaybın Valar ordusundakileri daha çok kederlendireceğini düşünüyor olmalıydı. Eärendil’in yaşayıp yaşamadığını merak etti Tulkas ama o kadar yüksekten sağ kurtulamaması muhtemeldi. Onun yasını sonra tutabileceğini düşünerek karanlıklar efendisine baktı bir kez daha.
    Yükselen feryatları ikisi de duymuştu. Eärendil’in düşüşü herkesi yasa boğarken, bir anda öfkeyle ileri atılan Ilúvatar Çocukları gördü Tulkas. Zaten hepsinin yeterince sebebi vardı karanlıklar ordusuyla çarpışmak için. Şimdi sebepleri daha çoktu.
    İki Vala ölümcül düellolalarına devam ederken Durin’in soyundan gelen cüceler kalın mı kalın zırhları ile kuzey tarafında bir grup orku kovalıyordu. Önlerindeki de gerçekten Ölümsüz Durin’di, yanında Dain Demirayak, arkalarında binlerce cüce vardı. Devasa balta ve çekiçleriyle, kısa bacakları ve ölümcül öfkeleriyle orkların cehennemleri olurken yanlarından bir grup atlı Rohirrim geçerek onlara destek olmak amacıyla orklara yetişti ve güçlü atlarıyla adeta ezip geçtiler orkları. O sırada güneyde ise bir grup insan ve elf birlikte Olog-hai’lerce kıstırılmış yardım için korkuyla etraflarına bakınıyorlardı. İyice güneyde ise Vanyar ordusu, başlarında Oromë ile birlikte yürüyen ejderhalar ve devasa trollerle savaşarak ilerliyor, Avcı Vala’nın atının toynaklarından çıkan kıvılcımlarla yollarını görüyorlardı. Oromë mızrağını ölümcül bir ustalıkla kullanıyor, bir Vala’nın nasıl savaşabileceğini haykırıyordu gerçekten de. Yollarını temizleyerek kuzeye doğru ilerliyorlardı. Oromë, Tulkas’a yardımcı olabilmeyi düşünüyor olmalıydı. Melkor ne kadar çabuk düşerse savaş o kadar kolay biterdi.
    Vanyar ordusuyla birlikte ilerlemeye devam etti ve Melkor’la Tulkas da dövüşmeye. Halen birbirlerine üstünlük kuramamışlardı. O sıralarda vardı Oromë ve atından inip mızrağını kuşanmış bir halde çıktı Melkor’un karşısına. Tulkas ona bir şey demedi ve bir nevi yardımını kabul etti. Melkor’sa öfkeyle baktı ikisine. Ama onun da ağzından sözcükler dökülmedi, sadece Grondundan ve gözlerinden nefret fışkırdı. Oromë ona doğru hamle yaparken Tulkas da ona katıldı ve Melkor öfkeyle Grondunu savurdu üzerlerine. Oromë eğilirken, Tulkas kaçındı hamleden ve ikisi birlikte Melkor’u yere serdiler. Melkor öfkeyle bağırıp ikisini de üzerinden attı ve Gronduyla tekrar saldırdı. Oromë’nin yardımıyla güç bulan Melkor olmuştu sanki. Tulkas dengesini kaybedip yere düştü ve Oromë sol koluna aldığı Grond darbesiyle birkaç metre geriye uçtu kanlar içinde. Melkor öfkeden alev alev yanıyordu.
    Ancalagon’un son çığlıkları duyuldu Arien’in çığlıklarının peşinden. Rüzgar onun feryatlarını da taşıdı savaştaki tüm kulaklara. Tulkas acılar içinde yatan Oromë’yi görünce gülümsemeyi bıraktı. Yüzü gerildi. Yumrukları sıkılaştı. Melkor derin bir kötülük içinde güneş gibi parlayan bi alev misali Tulkas’ı süzerken bir anda harekete geçti ve Tulkas onun Grondundan bir kez daha eğilerek kurtuldu ve Melkor’un suratını yumruğuyla dağıttı. Onu tuttuğu gibi fırlattı ve adım adım ona yürümeye başladı.
    O anda gökyüzünde bir çığlık daha koptu ve ateş ejderhalarından biri alevler püskürterek Tulkas’ın önüne konuverdi kanatlarının yarattığı fırtınalar eşliğinde. Tulkas, Oromë’nin kıpırdandığı görünce onun iyi olduğuna sevindi ve tekrar kahkaha atarak ejderhaya saldırdı.
    Ejderhayla çarpışması bir destana benzedi Tulkas’ın. Grondun darbesinin etkisinden kurtulup ayaklanan Oromë de mızrağıyla Valar’ın Şampiyonu’nun imdadına koştu.
    Oromë mızrağını ejderhanın kalbine saplayıp Tulaks da onun alevlerinden kaçınırken gökyüzü aydınlandı şimşeklerle ve ejderha yıldırım gibi çarptı yere. Kaldırdığı tozun ardından Tulkas hemen Melkor’u fırlattığı yere doğru baktı ve gördükleri onu memnun etti.
    Túrin Turambar, elinde gece kadar kapkaranlık bir kılıçla karanlıklar efendisine meydan okuyordu sanki bir Vala ya da cesur bir Ñoldo beyi misali. Kılıcının ve saçının karanlığının aksine yüzü parlıyordu yıldızlarla birlikte. Sanki Varda bizzat kutsamıştı onu da, lanetinin etkilerinden kurtulmuştu.
    “Ailemi lanetledin! Beni lanetledin! Senin yüzünden acılarla boğuştum! Hepimiz boğuştuk!” diye bağırıyordu Túrin karanlıklar efendisine. Melkor onu sessizlikle seyrediyordu.
    “Babama yaptıklarının cezasını çekeceksin ey Dünyanın Karanlık Düşmanı! BUGÜN ILÚVATAR ÇOCUKLARI’NIN İNTİKAM GÜNÜ!” Son sözleriyle Finwë’nin sözlerini tekrar etmiş oldu ve adeta onun ettiği yemine eşlik etti. Belki de bu onu güçlü kılacaktı. Melkor’dan intikamı, onun en çok acı çektirdiklerinden biri alacaktı. Kaç kişi Húrin’in Çocukları’nın yaşadığı acıyı yaşamıştır ki? Kaç kişinin kalbi o kadar büyük kederlerle dolmuştur?

    Melkor Grondunu kavradı elleriyle ve rakibini ciddiye aldığını gösterdi bir nevi. Artık o her şeyi küçümeyen Melkor değildi ne de olsa, üstelik nefret ettiği Húrin’in de oğlunu tanımıştı. “Öyle olsun Húrin’in oğlu.” Bir adım attı öne doğru, adeta saldırıya hazırlanırmış gibi. “Gözlerini açtığında Eru’nun senin ve ırkın için seçtiği yer her neredeyse orada olacaksın ve tüm ailen, dostların da yanında olacak. Ben Arda’nın Kaderlerinin Efendisi’yim ve bundan sonra Ilúvatar Çocuklarına yer yok benim dünyamda!” Ve karanlıklar efendisi uyarmadan saldırdı Turambar’a.


10 Ağustos 2014 Pazar

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Sekizinci Bölüm: Numenor Boruları

    Balrogların kanat çırpışları uzaklardan duyulabiliyordu. Öfkeleri tüm Ñoldor’un üzerine çökmek için geliyordu sanki. Maedhros amansızca kılıcını savurarak bir bir orkları biçerken bir elinde silmarili parlıyordu karanlığı dağıtmak istermişçesine. Ork başları etraflarına düşüyor, troller çığlık çağlılığa başka yönlere kaçışıyor, babası ve kardeşiyle karanlığın ordusuna cehennemi yaşatıyordu Maedhros.
    Kılıcını savurmaya devam ederek ilerledi üç Ñoldo. Maedhros hiç bu kadar iyi hissettiğini hatırlamıyordu daha önce. Hiç bu kadar mutlu olmamıştı sanki. Botları toprak zemini döverken ve kılıcı ölüm saçarken etrafına kan kokusu burnunun direklerini yakıyordu adeta. Birkaç doğulu insan başsız bir şekilde önüne doğru uzanırken Maglor da ustalıkla kılıcını savurarak ilerlemeye dikkat etti. Maedhros ona doğru baktığında tam solundan birinin geldiğini gördü ve bağırdı. “Dikkat et!”
    Maglor tam vaktinde kılıcını soluna doğru savurdu ve hamleyi savuşturdu. Orkun canını almasıysa bir göz kırpmasından bile kısa sürmüştü Maedhros’un. Fëanor’un en büyük oğlu kızıl saçları karanlığın altında rüzgarla savrulurken balrogların sıcaklığını buradan bile hissetti ve en az on tanesinin yakınlarına konduklarını gördü. Balrogların lordu kendini fazlasıyla belli ediyordu. Kara kılıcını savurduğunda pek çok Ñoldor etrafa dağıldı çığlıklar atarak. Fëanor silmarilini havaya kaldırdı ve o vakit kaldırdı. “Gelin buraya! Şimdi intikam vaktidir!” diye haykırdı. “Eru’nun gönlümde yaktığı ateşe ilk elden tanık olun!”
    Balroglar insan olsun, elf olsun, cüce olsun, ork olsun kim varsa önlerine katıp hiç ayrım yapmadan oraya buraya savururken Fëanor oğullarına baktı ve bir kahkaha attı. “Haydi oğullarım! İntikam vakti gelmedi mi?”
    Kılıcını havaya kaldırıp onlara doğru koşan Fëanor’un ardından baktı Maedhros ve Maglor, sonra da birbirlerine bakıp gülümsediler ve çok geçmeden babalarının ardından koştular. Gothmog pez bir sesle bağırıp kükrerken kılıcını savurdu ve Fëanor başarıyla kurtularak Balrogların lorduna doğru saldırıya geçti. Maedhros’un karşısına da bir balrog geçti ve Maglor’la sırt sırta verdiler, etraflarını balroglar sarmıştı. İşte o anda kısa bir boru öttü ve balroglardan biri yere yığılarak tozları kaldırı. Balrogun kanatlarının üstünde biri ve sırtında biri duruyordu. Gururla selam verdi Fingon ve Turgon Fëanor oğullarına. Başka bir balrog üzerlerine gelerken Maedhros ve Maglor da kahkaha attılar ve karışlarındaki balroglarla teke tek bir dövüşe giriştiler.
    Silmarilin ona kattığı gücü açıklayacak sözcük bulamıyordu Maedhros. Sanki yenilenmiş gibiydi. Çektiği tüm acıları unutmuş ama onların sağladığı yararlar kalmış gibi gözüküyordu. En güçlü olduğu anlarda bile bu kadar güçlü değildi. Belki de bunun silmariller alakası yoktu. Ailesiyle bir araya geldiği için mutluydu. Ñoldor tek yumruk, tek yürek olduğu için mutluydu. Silmariller tarafından affedildiği için mutluydu belki de. Kılıcını savurup balrogların kırbaçlarından ve kılıçlarından kaçarken içindeki biriken öfkeyi boşalttı adeta üzerlerine. Önce eğildi kılıç üzerine gelirken. Kılıç başının üzerinden geçip gitti, sonra bir diğer balrog yukarıdan savurdu kılıcını, bu sefer yana sıçradı Maedhros ve kılıç yeri titretti. Hızlı davranıp Balrogun koluna sıçradı ve hızla yukarı doğru koşarak boynuna kılıcını sokuverdi. Balrog acı içinde çığlıklar atarak yere düştüğünde Maedhros çoktan yere sıçramıştı ustalıkla ve Balroglara adeta meydan okuyarak bakıyordu artık. Sol eliyle kılıcını savurmaya alışıktı, bu yüzden sağ eliyle tutuyordu silmarili. Uzun zaman kılıcını tek elle savurmuştu ve iki eliyle savurduğu halinden çok daha amansızdı artık. Gerçekten de düşmanları onun şu an Thangorodrim’e zincirlendiği güne lanet ediyor olmalılardı. Yiğit Fingon kılıcıyla harikalar yaratırken, Gondolin Kralı Turgon Glamdring’ini cesurca savururken, Húrin baltasıyla ölüm saçarken ve Tuor onun ardında orklara ölümü tattırken diğer Balroga saldırdı Maedhros. Bu sefer kendinden daha bir emindi. Fëanor Gothmog’tan kaçınarak diğer Balrogları bir bir devirirken kahkahalar atıyordu Yıldızlar Altında Savaş’ta olduğu gibi. Ama o günkü gibi delice kahkahalar değildi bunlar. Fëanor’un savaş naralarıydı. Maedhros o an babasının içinde yanan ateşten nasibini aldığını için mutlu oldu ve fırtına gibi çullandılar kardeşiyle Balrogların üzerlerine. Silmarillerin kudreti ve Ñoldor’un becerisi birleştiğinde, uzaktan borular duyulduğunda on iki balrog cesedi tepe olmuş yatıyordu boylu boyunca ve Finwë’nin en büyük oğlu cesurca dövüşüyordu Gothmog’la. O sırada sağ taraftan iki balrog daha göründü ve savaştığı kişileri tanıdı Maedhros anında. Fingolfin, Finrod ve Gil-galad amansızca çarpışıyorlardı iki balrogla. Fingolfin bir tanesini tek başına cesurca oyalıyordu, derken bacağına hamle yaptı ve Morgoth’u bile yaralayan kılıcı Ringil Balroga çığlıklar attı, yere düşen Balrog Fingolfin’in kılıcının son kez tadına baktı. Fingolfin bu sefer yeğeni ve torununun imdadına koştu. Üçü birlikte dehşet saçtılar ve Balrog çok geçmeden cansız bir biçimde yere düşüverdi.
    Maedhros ve Maglor birbirlerine bakıp gülümsediler ve etraflarındaki orkları biçerek babalarına yardım etmek için hazırda beklediler. “Haydi Atar.” diye düşündü Maedhros. “Onu yenebilirsin.”
    Arkalarından bir kükreyiş duyduklarında ikisi de dondu kaldı ama hızlı düşünüp iki yana kaçıştılar ve toprak kolayca delinir ve küçük küçük taş parçaları etrafa saçılırken borular duyuldu doğudan. Herkes dikkat kesildi ve savaş o anlığına durduğunda tüm gözler doğuya çevrilmişti. Tepeden aşağı iniyordu Numenor sancakları. Çarşaf gibi yüzüyorlardı gökyüzünde. Yıldızışığı ejderhalarca kapatılmışken silmarillerin ışığı daha güçlüce parladı, Maedhros kutsal mücevhere baktı ve gülümsedi.

    Borular herbir yanı tir tir titretirken, Ñoldor beylerinden uzakta, Varda hüzünle baktı savaşın cereyan ettiği yere. Valier ister istemez savaşın gerisinde kalmıştı ve Varda tüm gücüyle yardım ediyordu çarpışan askerlere. Kederliydi kalbi. Şimdi koskoca Numenor orduları çıkıp gelmişti doğudan, kendilerine mezar olan Ölümsüzler Mağarası’ndan. Belki de son umutları gidivermişti böylece. Kim bilirdi...
    Yıldızlarını göreve çağırdı Varda, gözlerinden tek tük gözyaşları dökülürken.  Karanlık yenilecekse ışık şarttı, Morgoth Zamansız Boşluk’a atılacaksa ışıkla boğulmalıydı karanlık. Karanlık cömertti, sabırlıydı. Işık ne kadar güçlü parlarsa gölge de o kadar olurdu aslında. Belki de ışığın her zaferinde asıl kazanan karanlıktı… Ama karanlığın kalbinin derinliklerinde en büyük zayıflığı yatardı.
    Karanlığı yenmek için tek bir mum yeterliydi.
    Yıldızlar tüm güçleriyle parıldarken uzaktan silmarillerin ışığı gözlerine ilişti Varda’nın. Tüm güçleriyle parlarlarken üç Ñoldo da güçlüce savuruyorlardı kılıçlarını. Finwë’nin çocuklarının ruhları beyaz bir alev olmuş yanıyordu sanki. Ne karanlık, ne büyü, ne çatılmış kılıçlar; hiçbir şey geçemiyordu önlerine. Numenorlular hızla yaklaşırken borularının sesi daha da güçlüce duyuldu ve aralarında iki yüz metre kalana kadar yer titredi sanki.
    Varda dikkat kesildi oraya doğru. Her iyi askerin kalbinde bir karamsarlık olduğunu fark etmişti. İşte o sırada ordunun en önünde koşan birini fark etti Varda. Yanında Ar-Pharazon adıyla bilinen son Numenor kralı duruyordu, öbür yanında Tar-Aldarion kılıcını çekmiş haykırarak orduların üzerine koşuyordu. Bu tarafa gelmelerini bekliyordu Varda ama öyle olmamıştı. Çünkü iki Numenor kralının ortasında savaşa doğru cesurca koşan adam Elros’tu. Elros Tar-Minyatur… Numenor’un ilk kralı.
    Kalbine su serpildi adeta Varda’nın. Numenor ordusu yön değiştirerek karanlığın ordularının arka kısımlarına doğru ilerlemeye başladılar. O sırada Elros’un sesini işitti Varda. Kral, Valar’ın kendisini duyabileceğini umut ediyor olmalıydı. “Ey Dünyanın Güçleri!” diye seslendi Elros koşarken. “Numenorluların yaptığı hatayı affettirmek için buradayız! Yanınızda savaşmamıza müsaade var mıdır?”
    Varda gülerek baktı Manwë’ye doğru. Elinde upuzun kılıcıyla Güçlerin Savaşı’ndan bu yana savaşmayan Manwë Sulimo eşine doğru döndü ve gözgöze geldiler. Bu sefer Manwë’nin sesini duydu Varda. “Hoşgeldiniz.” dedi Manwë sadece. “Affedilmek isteyenler için daima bir af vardır.”
    Sonra durdu öylece ve savaş meydanı boyunca haykırdı. “Selam olsun Numenor’a! Korkmayın ey Arda’nın Özgür Halkları! Numenor’un ilk kralı Elros Tar-Minyatur bize yardım için geliyor! Ardında Tar-Calion ve diğer kutlu Numenor krallarıyla! Heyhat! Onları özlememiş miyiz?”

    Maedhros duyduklarına sevinerek kılıcını daha bir şevkle savurur oldu. Elros ve Elrond’a büyük bir sevgi beslerdi Maglor ve Maedhros, onlar büyütmüşlerdi ikisini de ve onları tekrar görmeyi gönülden arzuladı o an Maedhros. Fëanor o sırada kılıcını savurdu Gothmog’un kırbacından kaçınırken. Eline isabet eden kılıç yüzünden çığlık attı Gothmog ve nefretle savurdu kara kılıcını. Fëanor yana hızla sıçrayrak kılıçtan kurtuldu ve devasa Maia’ya cesurca saldırdı. Bacağına sapladı kılıcını ve hemen arkasına geçerek kılıçtan bir kez daha kurtuldu. Hemen ardından arkasına dönen Balrogların lordu bu sefer korkunç bir kükremeyle saldırdı ama Fëanor’un kılıcı her zaman olduğundan daha keskindi bugün. Maedhros ve Maglor neler olduğunu anlayamadan Gothmog acılar içinde yere çöktü ve pat diye bir ses çıkardı. Fëanor nefretle baktı Morgoth ve Tulkas’ın savaştığı yere. Morgoth’un Grond’u ondan uzakta sayılırdı ve Tulkas yerden yere fırlatıyordu Morgoth’u. Fëanor bu görüntüyle neşelendi ve Numenor’un masmavi denizinin karanlık ordunun arkada tarafına hızla akan şelale misali bindirdiğini fark etti. Ñoldor askerleriyle karşılaştıklarında sevinç nidalarıyla doldu her taraf, orkları temizleye temizleye ilerledi Numenor ve Ñoldor orduları. Maedhros ve Maglor son balrogla savaşırlarken kısa bir boru daha duyuldu arkalarında. Hemen ardından iki atlı belirdi birer yandan ve balrogun üstüne atlayıverdi atların binicileri. Kılıçlarını Balrogun yüzüne saplayarak acı içinde bağırıp düşmesine sebep oldular ve Balrog tam da Maedhros ve Maglor’un önünde yere adeta saplandı. Maedhros ve Maglor iki adamın da birbirlerine benzediğini fark ettiler.
    “Selam olsun ey Fëanor oğulları!” dediler aynı anda. Maedhros ve Maglor gülümsedikten sonra selamlarına karşılık verdiler: “Selam olsun ey Eärendil oğulları!”
    Elros ve Elrond gülümseyerek Balrogun üzerinden yere atladılar ve savaşın çılgınlığı oraları biraz olsun terk etmiş oldu. Sevinçle kucaklaştıktan sonra fazla oyalanmadan orkları temizlemeye devam etmek için koşarak orkların yoğun olduğu bölgelere doğru gitmeye başladılar. Fëanor kılıcını savurdu ileri doğru. “Şimdi ilerleyin Ilûvatar Çocukları!” diye haykırdı. Sesi herkesin yüreğini titretti ve silmariller ışıklarıya cevap verdiler bu bağırışa. “Morgoth’un kellesi düşmeden kılıçlarınızı indirmeyin!”
    İşte o anda bir fırtına aldı başını gitti. Fëanor’un sözlerini desteklercesine rüzgar kıyafetlerini ve saçlarını savurdu. Maedhros babasının yanında koşarken arkalarında bıraktıkları Balrog cesetlerini düşünerek gururlandı ve Ñoldor’un bir araya gelmiş gücünün nelere kadir olduğunu böylece herkesin görmüş olduğunu düşündü.

    Son kez bağırdı Maedhros, “ÑOLDOR İÇİN! ÑOLDOR İÇİN!” diye ve ardındaki Yüce Elfler onun bağırışlarına eşlik etti. Silmarillerin ışığı kanla ıslanan gecenin karanlığını ışıklarıyla selamladı ve durgun gökyüzü adeta düşen savaşçılar için ağıt yakarak yağmuru indirdi üzerlerine. Savaş neredeyse bitmek üzereydi artık.


7 Ağustos 2014 Perşembe

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Yedinci Bölüm: Savaş Başlıyor

    Gökyüzünde ejderhaların alevleriyle aydınlanıyordu Valinor Düzlükleri. Silmaril’ini sanki hala daha Fëanor’a vermemiş gibi savaşıyordu Eärendil ve ardındaki kartal ordusu. “Yüce Eru aşkına.” dediğini duydu Eönwë bir askerin. “O kadar kalabalıklar ki yıldızları göremiyorum.” Ne kadar kalabalık oldukları zaman zaman salınan ejderha alevleriyle belli oluyordu ancak. Maiar’ın her biri kılıcını ya da hangi silahını kullanıyorsa onu kaldırdı, önlerinde heybetle bekleyen Valar’a baktılar sabırla ve savaşın ne zaman başlayacağını merak ederek beklemeye devam ettiler teyakkuz içinde. Henüz bir emir gelmemişti. Gözleri gökyüzüne bakıyordu hepsinin Tulkas hariç. O Melkor’a bakıyordu öfke içinde. Melkor, ya da Fëanor’un ona verdiği isimle Morgoth, da gökyüzündeki hizmetkarlarını izliyordu. Çok geçmeden başını indirdi ve Tulkas’la bakıştılar. Tulkas yumruklarını sıktığı vakit, Morgoth Eönwë’den tarafa da baktı. Eönwë kılıcını göstererek gülümsedi ve bir bakıma meydan okudu. Gazap Savaşı’ndan sonra Morgoth’u zincirleyen bizzat Eönwë’ydi ne de olsa. Morgoth sadece nefret dolu bakışlarla cevap verdi ve elini havaya kaldırdı. O anda Arien’in gözyaşartan çığlıklarını duydu Eönwë, daha fazla yerinde durabileceğinden emin değildi ki o anda efendisi Manwë’nin sesi duyuldu kulaklarında. “Şimdi!”
    Çıkan sesi kelimelerle tarif etmek mümkün değildi. Önce borular duyuldu. Her çeşit elf, insan, cüce borusu çınladı düzlüklerde. Her bir yanda yankılandılar tüm güçleriyle. Deliler gibi üfleniyordu borular. İşte o anda kılıcını kaldırdı Eönwë ve ileri doğru salladı. Bağıran, haykıran, çıldırmış gibi ileri doğru atılan ordunun sesi Orta-Dünya’nın en doğusundan bile duyulmuş olmalıydı. Ayak sesleri, bağrışmalar, sallanan zırhların gürültüsü ve içlerinde yanan ateşle ileri atıldı iyilerin ordusu. En önde Tulkas, karanlıklar efendisine doğru koşmaya başlamıştı. Eönwë de yanına kadar geldi hafif ayaklarıyla. Tulkas’ın öbür tarafında Túrin Turambar vardı ve yıldızların ışığının altındaki Gurthang’ıyla beraber koşuyordu. İleride de orklar koşmaya başladılar. Morgoth’un da onlarla beraber koşuyor olmasına şaşırmıştı Eönwë ama dikkatinin dağılmasına izin vermedi. Balrogları kanatlanıp Ñoldor’un beylerine doğru uçarken şaşırmadığını fark etti Eönwë. Kesilecek bir hesapları vardı ne de olsa.
    En sonunda ordular karşı karşıya geldiklerinde Tulkas atılıverdi Melkor’un üzerine. Melkor Grond’uğunu savurduğunda başarıyla kaçınan Tulkas devasa silahtan ve Melkor’un boynuna yapışarak sertçe ittireverdi arkasından orkların üzerine. İşte o sırada Eönwë üzerine gelen kılıcı fark etti ve eğilerek kurtuldu. Kılıcı savuranın Sauron olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. “Mairon.”
    “Seni tekrar görmek güzel Eönwë.”
    “Bakıyorum da dizlerin üzerine çökmüyorsun bu defa.” dedi Eönwë ileri atılırken. Sauron kendi kılıcını koydu önüne ve Eönwë’nin güçlü darbesini engelledi ama kılıçlar hala birbirlerine kenetliydi ve Eönwë tüm gücüyle bastırıyordu. “Özürler dilemeni beklerdim senden.” Zevkle Sauron’un sinirlenmesini izledi ve Yüzüklerin Efendisi geri kaçınarak etrafında döndü ve bir darbe daha indirdi. Eönwë kolaylıkla savuşturdu hamlesini ve ciddileşti. Savaş etraflarında tüm hızıyla devam eder, orklar, elfler, insanlar, cüceler bir bir çığlıklarla can verirken üzerine gelen iki orku biçti Eönwë. Arkasından gelip önüne geçen bir atlı da Sauron’un kılıcının tadına baktı ve at kişneyerek yere çullanıverdi. Eönwë tekrar Sauron’a saldırdı ve kılıçları etraflarına dehşet saçarken düello etti iki Maia. Belki de Maiar’ın en kudretlileri bu ikisiydi. Çok da uzakta olmayan bir yerden Olórin’in bağırışını duydu Eönwë ve karşısında ona benzeyen bir ak büyücü daha gördü. İki Istar dehşet içinde savaşırlarken etraflarına hiçbir canlı yaklaşamıyordu.
    Sauron öfkeyle üzerlerine atılırken tüm savaş alanı Arien’in çığlıklarıyla sarsıldı bir kez daha. Eönwë, yüzüne bakılamayacak bir öfkeyle atıldı Sauron’un üzerine. Yüzüklerin Efendisi kılıcını kendine siper edemeden kolu ve omzu boylu boyunca çizildi ve acı içinde haykırdı. “Arien’in çığlıklarının bedelini ödeyeceksiniz!” diye gürledi Maiar’ın en kudretlisi. Rüzgarlar daha bir kudretli esmeye başlamıştı etrafında. Karanlık yüzünün bir parçası olmuştu sanki, yıldızların ışıklarıyla  güç buluyor gibiydi ve tabii ki intikamın içinde yaktığı o harlanmış alevle. Kılıcı parladı masmavi ve bir büyü patlayıverdi oracıkta. Sauron elini siper etti kendine ve karşı bir büyü savurdu. Havada çarpıştı iki büyü ve dağıttılar birbirlerini. Sauron ayağa kalktığında tekrar büyü yapmaya başladı ve alev fırtınası misali etrafında büyüyen alevler hücum ettiler Eönwë’ye. Eönwë o sırada bir büyü fısıldadı ve takla atarak kurtuldu alevlerden. Boştaki elini havaya kaldırarak hazırladığı büyüyle saldırdı Sauron’a. Mavi bir ışık misali havada ilerledi büyü ve Sauron’un kılıcına çarparak dağıldı.
    O anda Sauron karşısında Eönwë’yi buldu, kılıcını savurdu hızla ve geri çekilmek zorunda kaldı Sauron. O sırada Eönwë’nin arkasındaki bir kralla göz göze geldiler. Onu tanımıştı Sauron. Bir zamanların Cadı-kralı, şimdi iyilerle at sürüyordu. Göz göze geldiler. Sauron ona çok fazla dikkat edemeyeceğini biliyordu, Eönwë önündeyken. Maiar’ın en kudretlisini alt edebilirse, Er Murazor’la da ilgilenecekti.
    Güçlü bir hamlesini karşıladı Eönwë’nin ve bir kez daha büyü yapmaya çalıştı ama Eönwë pek yakınındaydı ve Manwë’nin ulağının omzunun üstünden Er Murazor’un gülümsediğini gördü Sauron, bu onu daha da sinirlendirmişti.
    Yıldız ışığı daha kasvetli bir hal alırken Sauron zor duruma düştüğünün farkındaydı ama Eönwë’nin kudreti karşısında duramıyordu.
    Eönwë, Tulkas ve Morgoth’un tüm güçleriyle bir cehennem kapanı oluşturdukları yere baktı gözucuyla. Valar’ın şampiyonu kahkahalar atarak dövüşüyordu Melkor’la. Melkor Güçler Savaşı’na göre on kat daha iyi dövüşüyordu, güçleri denkti sanki ama Tulkas’ın keyfine diyecek yoktu elbette. Dövüş onun düğünüydü sanki.
    Yıldızlardan çığlıklar yükselirken ve zaman zaman kartallar, zaman zaman ejderhalar gürültüyle savaş alanına dönerken savaştı iyilerin ve kötülerin orduları. Sauron ve Eönwë’nin ölümcül düelloları adeta savaşın tam ortasındaki bir fırtına gibi esmeye devam ederken hiç bitmeyecek olan gece sarmalıyordu etraflarını. Etraflarına kimse yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Herbir yanda atlar kişniyor, orklar çığlıklar atıyor, özgür halklardan birer birer varlıklar toprağı öpüyorlardı. Kimi zaman bir kırbacın şaklaması duyuluyor, kan kokusu her yanı sarıyordu. Kan kokusu duymaktan bıkmıştı artık Eönwë. Daha önce hiç bu kadar kan kokladığını hatırlamıyordu. Meşalelerin ışığı altında düello etmeye devam etti Sauron’la. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama kollarında hala güç vardı, en azından Morgoth’un yenildiğini görmeden düşmeyecekti kılıcı yere.
    Sauron ayağa kalkmaya çalıştı son gücüyle. Bir büyü daha yaptı ama Eönwë bundan da kurtuldu ve Sauron ayağa kalktığında saldırdı ona.
    Yıldızların ışığı en sonunda çok daha kuvvetle parıldadıklarında uzaklardan bir ses duyuldu. Ne büyücülüğe ne savaşa kulak asıyordu ses, hayaletler denizinin çok yukarısında kanla süslenen geceyi selamlıyordu. Borular, borular, borular! Valinor Düzlükleri boyunca yankılandılar. Donuk sesleri herbir kulağa gitmiş, gözler doğuya dönmüş, kalakalmıştı öylece.
    Ve Numenor, sonunda gelmişti. Sancakları gökyüzünde Manwë’nin rüzgarlarıyla bir dansa başlarken atıların gürültüsü ve savaş naralarıyla doldu her taraf. Sauron gülümsedi bu defa. “Bak kimler gelmiş.” dedi kılıçları birbirlerine kenetliyken. Eönwë sinirle parmaklarını sıktırdı kılıcının kabzasının etrafındaki. Masmavi bir deniz üzerlerine ölüm kusmak için gelirken Sauron’la olan ölüm danslarına noktayı koymanın vakti artık gelmişti. Kılıcını bastırdı ve Sauron’u geriletti. Sauron alevler saçarken etrafına Eönwë kılıcını havada savurarak üzerine atıldı ve o kadar sert savurdu ki kılıcını, derler ki savaş o anlığına durmuş ve Morgoth ve Tulkas’ın gözleri bile ikisinin olduğu yere bakmıştı. Sauron’un kılıcı elinden düşerken ağzından kanlar fışkırdı ve Eönwë soğuk çeliği daha da böğrüne bastırdı Sauron’un. “Ve böylece düşüyor Yüzüklerin Efendisi bir kez daha. Heyhat! Elveda karanlıklar efendisi, elveda!”

    Eönwë kıpkırmızı olmuş kılıcını çıkardığında Sauron yere düştü cansız bir şekilde ve Maiar’ın en kudretlisi önce derin bir nefes aldı ve Yüzüklerin Efendisi’ne baktı. Sessizleşti her yer bir anda. Kulağı tek bir sesi işitmez oldu Eönwë’nin. Ne gülmüştü, ne de kalbi ferahlamıştı. Sadece oralarda bir yerlerde Arien’in gülümsediğini umabiliyordu. “Huzur içinde ol Arien.” dedi gökyüzüne bakarak, gözlerinden bir damla yaş akarak yanağını ıslattı ve toprak zemine düştü. “Bu senin içindi.”


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Altıncı Bölüm: Yüzüklerin Efendisi

Altıncı Bölüm: Yüzüklerin Efendisi

    Valinor Düzlükleri önlerinde uzanırken ve orklar canla başla kamplarını kurmaya çalışırken İlk Çağ’ın Karanlıklar Efendisi tepede ayakta duruyor ve sadece gökyüzüne bakıyordu. Sauron onun planlar yaptığını düşünüyordu. Tek farkı bu defa Angband’da ya Utumno’daki gibi karanlıklar içindeki bir odada kara tahtında oturmuyor, karanlık bir gökyüzünün altında ayakta duruyordu. Ama bu sefer bunu sorun edeceğini sanmıyordu Sauron. Değişmişti Melkor Bauglir, hem de olabileceğinin en iyi halindeydi şu an. Üstadını yalnız bırakıp kamp yerlerini denetlemek için ayrıldı onun yanından Sauron. Bedenine uzun zamandır sahip değildi. Numenor batıp gittiğinden beri. Hatta ruhuna bile sahip değildi belki de Yüzük’ü yok edildiğinden bu yana.
    Ork ordularının artçıları girdi ilk önce görüş açısına. Efendisinin elflerden işkencelerle yarattığı iğrenç ve acınası varlıklardı ama sayılarını ancak milyonlarla ifade etmek mümkündü. Sadece orklara güvenmiyorlardı elbette. Sauron buradan bile ejderhaların atası Glaurung’u görebiliyordu. Heybetle yürüyordu ordunun arasında. Balroglar ateş çemberleri misali ordunun en uçlarında duruyor ve adeta gözcülük yapıyorlardı. Kara Ancalagon çok yükseklerde uçuyor, yanındaki ejderhalarıyla beraber sanki efendilerini korumak istermişçesine daire çizerek uçuyorlardı. Yıldızlara yakın uçuyor olmalıydı Ancalagon, büyüklüğünü ayırt etmek buradan bile mümkün olsa da çok uzaktaydı. Diğer ejderhalar ordunun sağ tarafındaki genişlikte dinleniyorlardı. Üçüncü Çağ’da yaşayan iki ejderhayı ayırt etmişti Sauron’un gözleri. Biri Rohan’a cehennem olan Scatha, bir diğeri Erebor’un felaketi Smaug. Kızıl renkleriyle yıldız ışığının altında düzlükler boyunca uzanmışlardı boylu boylu boyunca. Ah ne kadar da kudretli gözüküyordu karanlığın ordusu. Işığın geri kalanını yutmak istermişçesine güçlü görünüyorlardı. İlk Çağ orkları nispeten kuvvetliydi, üstelik Sauron’un ve Saruman’ın da urukları vardı. Troller vardı ve daha nice çeşit korkunç güçte yaratık. Kurtlar vardı, vampirler… Balroglar ve ejderhalar ordunun sadece ağır toplarıydı ve yaratacakları dehşeti düşündükçe Saruon intikam duygusuyla yanıp tutuşuyordu.
    Adım adım ilerledi ordu boyunca. Orklar kah selam veriyor, kah yerlere kadar eğiliyorlardı Yüzüklerin Efendisi’nin karşısında. Sadık nazgûllarının olmamasına üzülüyordu elbette ama Khamûl buralardaydı. O korkutucu siyah gölge halinde olmasa, doğunun insanları Melkor’un yanlarındaki yerlerini almışlardı. Smaug’a doğru gitti Sauron. Ejderhanın yeri titreterek heybetle doğrulduğunu gördü. Göz göze geldiler. Smaug heybetle baktı. Keskin gözleri, mavi bir alev olmuş yanıyordu. “Selam olsun Yüzüklerin Efendisi’ne.”
    “Ve selam olsun Erebor’un felaketine.” diye karşılık verdi Sauron. “Eski heybetinde olduğunu görmek güzel.” Ejderha fazla hareket etmedi ve hafifçe güldü. Ama bu hafif gülüş bile yerin titremesine sebep oluyordu.
    “Ama sen eskisi kadar korkutucu görünmüyorsun.”
    Başıyla tepeyi işaret etti Sauron. “Efendimiz etrafteyken o biraz zor.”
    “Haklısın elbette.” dedi ejderha. “Erebor’dayken benimle iletişim kurmanı bekledim.”
    “Biliyorum.” diye itiraf etti Üçüncü Çağ’ın karanlıklar efendisi. “Gücümü toplamam gerekiyordu. Ama daha tam toplayamadan Ak Divan’ın müdahelesiyle karşılaştım, ki sen de oklanmışsın.”
    Sinirle gerildi kanatları Smaug’un. “Kara ufak bir okun beni öldürebileceğini kim bilebilirdi ki?”
    “Ufak bir buçukluğun beni yenebileceğine kim inanırdı asıl?” diye karşılık verdi Sauron. İronik bir andı elbette. “Şimdi intikam vakti.”
    Smaug parlak gözleriyle orduya göz gezdirdi. “Kudretli bir liderin eşliğinde, kudretli bir ordu… Kibirlenmenin anlamı yok ama ateşimizin karşısında durabileceklerini sanmıyorum.”
    “Göreceğiz.” dedi Sauron. “Milyonların karşısında durabilecek bir orduları var mı göreceğiz.”
    Sauron onun yanından ayrıldı ve ordunun arasında dolaşmaya devam etti. Kamp ateşlerinin arasında, yıldız ışığının altında, pis kokuların ve derin bir korku ve nefretin içinden yürüdü Sauron. Bağırış çağırış içinde, zamanın kumlarının arasında dolaşıyordu sanki Sauron. Lanetler ediyordu başına gelenlere. Gondor’un insanlarına, Valar’a, buçukluklara, Gandalf’a ve yenilmesinde rol oynayan herkese. Ork kokuları arasında ve troll bağırışlarının içinde Saruman’ı buldu. Ak büyücü Üçüncü Çağ’ın bininci yılından beri benimsediği görünümündeydi tekrar. Saruman hafifçe eğildi Sauron’un önünde. “Bir emir var mı?”
    Başını iki yana salladı Sauron. “Valar sessiz. On beşi birden.” diye yanıt verdi Sauron. “Sanki düşünceleriyle konuşuyorlar. Daha önce yaptıkları gibi.” Kadim Günler’e dair anılar geldi akıllarına. İkisi de Aulë’nin Maia’sıydı zamanında. Sauron en baştan beri Melkor’un hizmetindeydi elbette. Gizliden de olsa. Taa Ainur müziğini icra ederken Eru’nun yanıbaşında, Melkor’un ezgisine kulak vermişti Mairon adını taşırken daha. Onun ezgisinin etkisinde kalmıştı. En baştan beri amacı orada hayal ettiklerini gerçekleştirebilmekti. En başta bunu o ezginin yaratıcısıyla beraber yapabileceğini düşünmüştü ama Valar engel olmuştu. Eönwë tüm gücüyle gelmişti batıdan. Sonra bunu kendi başına yapmayı denemişti. Valar’ın bir Vala olmadığı için ona müdahele etmeyeceğini düşünerek. En fazla beş büyücüyü yollamışlardı. Birini kendi safına çekmişti. Biri kendiliğinden ağaçlarla, ormanlarla ilgilenmeye başlamıştı, ki tahminen Yavanna onu sadece o görev için yollamıştı, diğer ikisi de doğuda kaybolmuş ve başarısız olmuşlardı. Başarılı olan tek bir tanesi olmuştu.
    “Manwë tahtından inecek denir bu günle ilgili.” dedi Saruman. Sauron’la beraber durdular yan yana ve ordularına göz gezdirdiler. “Tulkas ejderha alevinin tadına bakarken Melkor’la güreşebilecek mi bakalım.” diye ekledi Sauron düşüncelere dalmış gibiydi. “Manwë de pişman olacaktır indiğinden tahtına. Onu Boşluk’ta süzülürken göreceğim an için sabırsızlanıyorum.”
    “Hepimiz sabırsızlanıyoruz.” diye katıldı ona Saruman.
    Sauron pelerinin savurarak ileri adım attığında. “Katıl bana dostum.”
    Saruman başını salladı ve peşine düştü. “Eski birkaç dostu tekrar görmek üzücü olacak.”
    “Onları tekrar öldürmek diyorsun herhalde.”
    “Olabilir.” dedi Saruman yanlarından orklar koştururken. O kadar aceleleri vardı ki iki Maia’yı fark etmemişlerdi bile. Saruman dikkatle baktı Sauron’a. “Seni bu halde görmeyeli ne kadar oldu?”
    “Ağaçlar yok edildiğinden beri sanırım.” dedi Sauron. “Gerçi ondan önce de ben efendimizi bekliyordum Angband’da.”
    “Sonra çığlığını duydunuz.”
    Başını salladı Sauron. “Balrogların uçuşu görülmeye değerdi… Ve geri döndüğünde Melkor’un öfkesi. Silmariller elini yakıyordu ama avcunu bir an için açmamıştı. Sonra tacının yapım emrini verdi. Bizzat ben yaptım demirden tacını. Elbette silmarillere dokunmadım, zaten cüret de edemezdim ama eğilerek sundum ona ve eline aldığında silmarillere uygun bir taç olduğunu söyledi. Sonra birer birer yerleştirdi ve tacının ucuna taktı. Kara tahtına oturdu ardından. O kadar karanlığın, kasvetin içinde parlıyordu silmariller. İnanması güçtü Fëanor’un işlerinin şu an elimizde olması. Nasıl da delirmiştir kim bilir. Efendimiz kara tahtında otururken, etrafındaki karanlık delinmişti böylece ama Angband kötülüğünden en ufak bir şey kaybetmemişti. O kasveti hala yorucuydu, karanlığı hala boğucuydu. Glaurung tahtı başında duruyor, bizzat Melkor Bauglir’in elinden et yiyordu. Tahtın çevresi dev metal sütunlarla, türlü türlü işkence aletleriyle ve karanlıkla çevriliydi. Silmarille oluşturduğu tezatı görmeliydin Curumo. Ainur’un Müziği’nde bile öylesine bir şey görmedim ben.”
    Ancalagon’un kanat seslerini hatırladı Sauron o an. Neden bu anının aklına geldiğini düşünürken sesi gerçekten işittiğini fark etti ve devasa ejderhanın yüzlerce yıldızı kapatarak Melkor’un yakınlarına bir yerlere indiğini gördü. Gece kadar karanlıktı Ancalagon. Yıldızları kapatmasa görünmez bile olabilirdi bulutların ardından, onu ele veren teş şey parlak gözleri olurdu. Göz bebekleri kum saatine benzer şekilde kızıl kızıl parlıyordu. Devasa kanatları Melkor’u yutacakmış gibi görünüyordu. Melkor ona dönmedi, düşünceleriyle hizmetkarlarına emir verebiliyordu, şu an onunla konuştuğuna emindi Sauron, efendisini azıcık tanıyorsa. Kara Ancalagon çok fazla durmadan, devasa bir fırtına çıkararak havalandı ve kanat sesleri duyulmaz hale gelene dek yükseldi gökyüzünde. Hemen ardından boşlukta dinlenen Smaug da yeri titretti ve fırtınayı bu sefer ters taraftan estirerek o da yükseldi ejderhaların en kudretlisine doğru.
    Savaş görkemli olacaktı. Şu ana değin görülmüş en büyük savaş. Valinor’un yerle bir olacağına kuşkusu yoktu Sauron’un. Ama savaş o kadar büyüktü ki, ne bir taktik, ne bir strateji, hiçbir şey işe yaramazdı. Her şey askerlerde bitiyordu. En çok kimin ayakta kalacağına bağlıydı savaşın sonucu. Komutanların ne kadar iyi liderler olduklarına, ne kadar iyi cesaret verdiklerine bakıyordu her şey. Ya da orkların efendilerinden ne kadar korktuklarına…
   Yüzük’ü olmasa da kudretli hissediyordu kendini Sauron. Çünkü efendisi sayesinde güçleniyordu ve o da  hiç olmadığı kadar kudertliydi belki de. Kadim Günler’de yaptığı gibi dağları oyacak kadar hem de.

    Hemen ardından Sauron zihninde bir ses işitti. “Hazırlanın.” dedi Melkor’un zihninden yankılanan sesi. “Vakit geldi, Yüzüklerin Efendisi.”


31 Temmuz 2014 Perşembe

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Beşinci Bölüm: Batı'nın İnsanları

Beşinci Bölüm: Batı’nın İnsanları

    Yeni gelenleri gördüklerinde Aragorn yanlarına gitmeden evvel kara kılıçlı bir adam aralarından ayrılarak ormana döndü. Aragorn, yanında oğlu Eldarion’la birlikte yanlarına gitti ve selam verdi. Atalarıyla tanıştığını fark ettiğinde tuhaf hissetmeden geri durmadı ve Edain’in Üç Hanedanı’nın liderlerine ve Numenor soyunun başı Tuor’a bakarak gururlandı. Onlara kendini tanıttı Aragorn ve Edain’in Üç Hanedanı’nın ordularının toplandığı yere işaret etti. “Sanırım oradakileri benden iyi tanıyorsunuz efendim.”
    “Güçlü, kudretli Edain’in askerlerini tanımamak mümkün mü?” dedi Huor. Kuşkusuz, Aragorn da bunu biliyordu ki, İlk Çağ’ın insanlarının kudreti elflerle bile yarışabilecek kadar çoktu. Aragorn onlara hizmet etmekten onur duyardı. Beşi de ordularının kamplarına doğru giderken Aragorn oğluyla birlikte kendi kampına döndü. Birleşmiş Krallık’ın sancakları herbir yanda ışıl ışıl yıldızların ve meşalelerin ışığıyla birlikte parlarken Kraliçe Arwen Aragorn’un yanına geldi. Aragorn biraz gergin görünüyordu ve heyecanlıydı doğal olarak. “Uyandığımızdan beri çok zaman geçti ve şimdi burada ordumla son bir savaşa doğru gidiyorum, yanıbaşımda atalarım ve kaybettiğim dostlarımla beraber at süreceğim.”
    “Rahatla.” dedi Arwen şefkatle ve omzunu sıvazladı. Eldarion gülümserken ayağa kalktı ve ilerisini işaret etti. “Baba, gelenler var.” Aragorn tekrar ormanın bittiği yere bakarken kalbi sıkıştı. Gondor sancakları mıydı gördükleri? Yoksa gözleri kendisiyle oyun mu oynuyordu? Ya da bir büyü tarafından aldatılıyor muydu? Tüm Gondor ve Arnor ordularının burada olduğunu düşünmüştü nedense. Öyle bir hataya kapılmıştı ama anlaşılan son değildi bu. Gelenleri selamladı bir kez daha borular öter ve kuşlar kaçınırken. En önde yürüyen adamlar tanıdık gelmişti ona ama hangi Gondor kralı olduğunu nereden bilebilirdi Aragorn? Belki Eldarion’un torunlarından biri bile olabilirdi karşılarındaki.
    “Selam olsun Gondor ve Arnor’un kralı Aragorn’a!” diye seslendi en öndeki adam. Orduları durup kamp kurmaya başlarken iki adam Aragorn ve Eldarion’a doğru yaklaştılar. Heybetlilerdi. Soldaki adam Aragorn’un şu ana dek gördüğü en uzun İnsan’dı ve yanındaki adam da en yakışıklarınından ve yapılılarından olabilirlerdi. Dúnedain olduklarına kuşku yoktu. Aragorn atalarından birine bakmanın verdiği kıvançla saygıyla eğildi adamlar yanlarına kadar gelene dek. “Ve onun oğlu Kral Eldarion’a da selam olsun!” dedi sağdaki adam. Siyah saçları ve sakalları, meşalelerin ışığıyla birlikte oynaşıyordu sanki karanlık içinde.
    İyice yaklaştıklarında Aragorn’un gözleri faltaşı gibi alçaldı ve olduğu yerde donakaldı.
    “Hakkında çok güzel şeyler duydum.” dedi sağdaki adam. Başıyla ufak bir selam verdi. “İnsanların kalplerinin benimkinden daha güçlü olabileceğini bilmek beni çok mutlu etti. Senin gibi sağlam bir kalbe sahip birinin halkımıza kral olmasını uzaklardan kıvançla ve mutlulukla seyrettik babamla beraber.”
    “Öyle.” dedi soldaki adam. “Kesinlikle öyle. Dúnedain’a yaraşır bir kralsın.”
    “Elendil!” diyebildi Aragorn. Derhal eğiliverdi atası Elendil ve Isildur’un önünde. Gondor’un ve Arnor’un krallarının gülümsediğini hissedebiliyordu. Elendil kalkması için omzuna dokundu. “Kırılan kılıç onarılmış ve taçsız olan kral olmuş yeniden.” Aragorn o sırada Narsil’in Elendil’in belinde asılı durduğunu fark etti ve güzel kılıcının asıl sahibinin yanında olduğunu idrak edince kalbi ferahladı. “Hoş geldiniz!” diyebildi sadece. Yutkundu. Elendil kolunu uzattı ve Aragorn da karşılık verdi buna ve dirseğine yakın bir yerden atasının kolunu kavradı ve parlayan gözlerine mutlulukla baktı. “Sizi burada görmek büyük bir onur.”
    “O onur bize ait.” dedi Isıildur ve birkaç adım atmaya başladığında Elendil, Aragorn ve Eldarion onu takip ettiler. “Kardeşim Anarion nerede kaldı acaba?” diye merak etti Isildur. Elendil bilmediğini belirten bir ifade takındı. “Gelecektir. Batı’nın İnsanları’nın hepsi toplanıyor.” Durakladı ve tanımadığı sancaklara bakarken buldu kendini. “Bunlar…” Aragorn gülümsedi. “Atalarımızın sancakları.” dedi. “Edain’in Üç Hanesi’nin, Birinci Çağ’ın kahraman insanlarının sancakları.”
    “Túrin Turambar buralarda mı acaba?” diye sordu Eldarion merakla. O da Aragorn kadar uzundu. Sakalları gürdü ama hepsinden de genç gösteriyordu. “Ya da Beren’i görebilmemiz mümkün olabilecek mi?”
    “Hepsini zaman gösterecek.” dedi Elendil. “Gelin, bana hikayeleriniz anlatın şimdi.”

    Uzun süre söyleştiler ateş başında. Isildur, Arwen’den Elrond’a dair şeyleri dinlerken vicdan azabını gizlemedi. O gün, Kıyamet Dağı’nda Ñoldor beyini hayal kırıklığına uğratmıştı ama ona rağmen bir İnsan’ın bunları tersine yapabildiğine ve Yüzük’e direnebildiğini öğrendiğinde mutlu olduğunu da gizlememişti. “Pek çok hatalar yaptım.” dedi kederle başını sallarken.
    “İnsan olmanın gereği bu.” dedi Aragorn. “İnsanların kalpleri karanlığa yakındır. Elfler gibi değiliz ki.”
    Isildur ona hak verdiğini belirten bir şekilde salladı başını. “Yüzük’ü yok edenin Buçukluklar olduğuna inanmak güç.”
    “Ben onların görevlerini tamamlayabileceğine hep inandım.” dedi Aragorn ateşin ısısı yüzüne vururken. “Onlardan başka Yüzük’e bu kadar dayanabilecek varlıklar olduğunu sanmıyorum Orta-Dünya’da.”

    O sırada karanlığın içinden, bu defa arkasında ordular olmayan, iki şekil çıkageldi. Karanlık yüzünden yüzlerini ayırt etmekte güçlük çekiliyordu. Vakur ve gururlu adımlar atıyorlardı. Ordular kamp kurmuş, kamp ateşlerinin başında kah içkilerini yudumlarken, kah güzel hikayeler eşliğinde kahkaha atarken bir bir geçti ikisi de onları. Kralların kamplarını arıyorlardı sanki ama daha çok nereye gittiklerini tam olarak bilmeden yürüyorlardı. Biri babasını arıyordu içten içe. Diğeri ona eşlik ediyordu, onu asla bırakmama sözü vermişti ne de olsa. Çok da uzakta olmayan bir yerde dört adamın ve elf güzelliğinde bir insanın ateş başında oturduklarını gördü. Adamlar krallara yaraşır kıyafet ve zırhlarla süslenmişlerdi. Soylu oldukları açıktı. Kadın adamlardan birinin omzuna başını dayamış, uzun zamandır onun hasretini çekiyormuş gibi görünüyordu. Koyu bir sohbetin eşliğindeydiler. Elbette adamlardan hiçbiri karanlık kıyafetler içindeki adamın babası değildi. Aslında böyle krallar da görmemişti adam daha önce. İnsan oldukları belliydi ama insanların beyleri ne zamandır taç giyiyorlardı? Adam dünyadan göçüp gittiğinde ne bir insan kralı olmuştu, ne de insanlar Ñoldor’un hizmetinden çıkmayı akıllarına getirmişlerdi. Kudretli elf beylerine yardımcı olabilmek için canla başla mücadele ederlerdi.
    Kadın adamın elini sıktı ve kukuletasının ardında gizlenen büyüleyici gözleri bir an için adamınkiyle buluştu. “Onu bulacağız.” der gibi bakıyordu kadın. Neden sonra adam düşüncelerini anlamış gibi baktı ona. Kadın da ekledi. “Anneni de öyle.” Sesi bir fısıltıdan fazlası değildi ama adamın yüreğine su serpilmişti.
    Çimenlerin ardında, kızaran etlerin ve içkilerin keskin kokuları ve ateşlerin arasında çıtır çıtır yanan odun sesleri eşliğinde ilerlemeye devam etti adam ve kadın. El eleydiler. Birbirlerini bırakmayı akıllarından bile geçirmiyorlardı aslında. Kamp ateşinin başında, kahkahalarla gülen adamların yanından geçtiler. Ama kadının başını omzuna dayadığı adam onları fark etti ve ayağa kalkarak onları durdurdu. “Siz kimsiniz?” dedi. Orduların arasından böyle gizemli kişilerin geçmesinden kuşkulanmıştı doğal olarak. Kadın da ayağa kalktı ve onlara doğru geldi.
    Adam kukuletasını çıkardı. Yüzü sanki tıraş edilmiş gibiydi ama insan olduğu belli oluyordu. Kadın kukuletasını çıkarmakta tereddüt etti ama kral inceleyen gözlerle ona bakmayı sürdürdü. “Düşmanın casusları mısınız yoksa?”
    Gülümsedi adam. “İnan dostum bizler düşmanın casusları olabilecek son kişileriz.” Sevdiği kadına doğru döndü. Başını salladı bir defa. Kadın biraz tereddüt etse de elleri kukuletasına gitti ve yavaşça çıkardı başından. Saçlarını geriye doğru attı ve simsiyah saçlar omzundan aşağı doğru zerafetle indi.
    Aragorn da Arwen de küçük dillerini yutmuşçasına bakakaldılar kadına. Yavaş yavaş tüm bakışlar onlardan tarafa döndü. Elendil, Isildur ve Eldarion da ayağa kalktılar. Kadına bakabiliyorlardı sadece. Gözleri en parlak silmariller kadar güzeldi sanki. Teni bembeyazdı, Varda’nın bir kopyası duruyordu sanki karşılarında. Yüzünün güzelliğini tarif edecek kelime yoktu, silmarilleri tarif edecek kelimeler olmadığı gibi. Aragorn o an karşısındakinin kimler olduğunu kavramıştı.
    “Ben Beren.” dedi adam gülümseyerek.
    “Ve ben de Luthien Tinúviel.” dedi kadın ince bir gülümseme dudaklarını süslerken.
    Aragorn ve Arwen gülümseyebildiler şoklarının ilk devresini atlattıklarında. Aragorn’un onların hikayesine dair zaman söylediği şarkılar geldi akıllarına. Küçüklüğünde ezberlediği şarkılar, Arwen için söylediği şarkılar. Arwen’in güzelliği Luthien’inkiyle yarışamıyordu bile. Maia kanı yüzünden gözleri sanki Ağaçların Işığı’yla parlıyordu Luthien’in. Zerafet akıyordu duruşundan sanki. Sesi ise bir bülbülinki kadar güzeldi cidden de. Tüm gözler onlara dönmüştü.
    “Sizler sanırım soyumuzu taşıyan insanlarsınız.”
    “Öyleyiz.” dedi Aragorn elini uzatarak. “Ben Aragorn. Bu da eşim Arwen.”
    Beren gülümseyerek elini sıktı Aragorn’un. “Şarkımızın yeniden vücut bulmuş hali gibisiniz.” dedi. “Arwen’in elf olduğunu anlamak oldukça kolay.”
    “Doğrudur.” dedi Arwen. “Ancak insanların yolunu seçtim. Ben bir yarı-elfim. Babam Elrond, Elwing ve Eärendil’in oğluydu. Elwing ise oğlunuz Dior ve Nimloth’un kızıydı. Babam, onu büyüten Ñoldor beylerinin yolundan giderek bir elf olmayı seçti, kardeşi ise insanların ilk kralı Elros Tar-Minyatur oldu. Annemse Galadriel’in kızı Celebrian’dır.”
    Bu sefer şaşırma sırası Beren ve Luthien’deydi. Silmaril hırsızının kaşları yukarı kalkmıştı. “Dior’a tahmin ettiğinden de çok benziyorsun Arwen. Valar bize oğlumuzun acı sonunu anlatmıştı.”
    “Akraba kıyımı.” dedi Arwen kederle. “Ama o ikincisiydi. Babam ve kardeşi üçüncüsünde ellerine düştüler Fëanor oğullarının ama onların sevgiyle yetiştirdiklerini söyler babam onları. Elf olmayı seçmesinde büyük etkenler oldukları şüphesiz. O yüzden Fingon’un oğlu Gil-galad’a hizmet etmeye devam etti.”
    Az daha “Huzur içinde yatsınlar.” diyecekti Beren ama onların da hayata döndürüldüklerini biliyordu. “Annemi ve babamı ararken, kanımdan başkalarını bulmak beni mutlu etti. Onları nerede bulabileceğimi biliyor musunuz?”
    Edain sancaklarını işaret etti Aragorn. Beren başını salladı. “Ateşinizi paylaşmak için geri döneceğim Kral Aragorn.”
    “Döneceğiz.” dedi Luthien onun elini tutarken. “İçimde şarkımızın notaları sizin hikayenizle tamamlanıyormuş gibi bir his var.” dedi. “Hikayemizi duymuşsunuzdur belki.”
    “Sizin şarkınızı çok defa söyledim leydim.” dedi Aragorn. “Hikayeniz Orta-Dünya’nın dört bir köşesinde bilinir.”
    Veda etti Beren ve Luthien böylece. Aragorn içinin sımsıcak olduğunu, kalbine bir ferahlığın yayıldığını hissetti. Bunca kahramanı, efsanevi insanı, elfi görmek onu mutlu etmişti. Arwen’le birlikte ateşin başına döndüler ve Morgoth’un haykırışları ve meydan okuması eşliğinde son yemeklerini yediler.
    Artık o korkunç ses bile korkutamıyordu kimseyi. Herkes umutla dolmak için bir şeyler buluyorlardı gönüllerinde. Ve Güçlerin Savaşı’nda bizzat Düşman’la güreşen Tulkas’ın da orada olacağını biliyorlardı. Hikayelerdeki kudretli mi kudretli elf beylerinin de orada olacağını biliyorlardı. Sauron’dan bile kudretli olan Eönwë’nin orduların en önünde Arien’in intikamı için kılıç savuracağını biliyorlardı. Belki Kutlu Eärendil bile gelirdi göklerden silmariliyle birlikte. Eldar’ın yüce beyleriyle, efsanevi cücelerle ve İlk Çağ’ın kudretli insanlarıyla savaşacaklardı böylece.
    O sırada Faramir, Éowyn ve Theoden’i gördü Aragorn. Savaş vaktinin başlangıcını haber vereceklerdi anlaşılan. “Morgoth’un orduları Valinor’un düzlüklerinde toplanıyorlar.” dedi Theoden. Sarı saçları, gür sakalıyla hiç olmadığı kadar cesur görünüyordu Rohan Kralı. Yanıbaşında Ithilien’in Prensi ve Prensesi gururla bakıyorlardı Morgoth’un sesinin geldiği yere. O sırada arkalarından birinin ayak seslerini duydular. Aragorn o tarafa baktı ve gelen adamı tanımadığını fark etti. Üzerindeki zırhın sancağını da tanımıyordu. Selam verdi. “Selam olsun Kral Theoden ve Kral Elessar’a!” dedi adam. “Valar’ın Morgoth’la karşılaşmak için Valmar’dan Valinor Düzlükleri’ne indiği haberini aldık. Bekleniyoruz. Savaş vakti yaklaşıyor.”
    Bir şekilde hepsine tanıdık gelmişti bu adam. Aragorn başını salladı. “O halde at sürmenin vakti geldi.” Adam da karşılık olarak başını salladı.
    Tam arkasına dönüp gidecekken Aragorn onu durdurdu. “Siz kimsiniz?”
    Adam döndü arkasına ve gülümsedi. “Angmar’ın kralı, Elendil’in sancak beyi Er-Murazor’um.” dedi, yüzündeki gülümseme silinmemişti. “Beni bir zamanların Angmar’ın Cadı-kralı olarak da tanıyor olabilirsiniz.”
    Éowyn’in, Faramir’in, Theoden’in, Aragorn’un ve Arwen’in yüzündeki ifadeler görülmeye değerdi. Éowyn hayalet görmüşten beterdi. Theoden sanki tekrar ölüyordu Pelennor Çayırları’nda. Aragorn şaşkınlıkla bakakalmıştı.

    “Tabii o sıralar Sauron’un iradesinin kölesiydim.” diye ekledi. Sonra yere tükürdü. “O yüzüğü kabul ettiğim güne lanet olsun. Ama şimdi Sauron’la hesaplaşmamın vakti geldi.” Arkasına dönüp tekrar yürürken, hepsi arkasından bakıyorlardı şaşkınlık içinde. Angmar’ın kralı tekrar durdu ve arkasına döndü. “Size çektirdiğim sıkıntılar için de üzgünüm elbette. Sanırım birinizi öldürmüştüm.” Duraksadı. “Ve biriniz de beni öldürmüştü.” Tekrar duraksadı. “Bunlar binlerce yıl önceydi tabi.” Theoden ve Éowyn tek kelime edemediler ve Angmar’ın kralı kahkaha atmamak için kendini zor tutarak arkasına döndü ve yürümeye devam etti.


30 Temmuz 2014 Çarşamba

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Dördüncü Bölüm: Kaderin Efendisi - Birinci Kısım

   Dördüncü Bölüm: Kaderin Efendisi - Birinci Kısım

    Gözlerini açtığında kendini bir ormanın ortasında buldu Túrin. Önce ayağa kalkamadı. Sadece etrafını saran ağaçların dallarının arasından gökyüzüne baktı. Gece, güneş görmeyen bir mağara kadar karanlıktı. Ay yoktu gökyüzünde bugün. Yıldızlar puslu bir göğün ardında Túrin’i selamlarcasına parlıyordu.
    Ormanın kokusu burnuna geldi, çimenlerin ve meyvelerin kokusu. Üzerinde yattığı toprak yumuşak ve rahattı. En başta kalkmak istemedi Túrin. Dünya ona şu haliyle güzel geliyordu ama birdenbire her şeyi hatırladı. Ani bir acı saplandı yüreğine, midesine. Acıyla vuruldu ve anında ayakta kalktı iki büklüm olarak. Belinde kılıcını görünce şaşırdı. Gözlerini ovuşturdu, sonra doğruldu olduğu yerde.
    Önce yaşananlara anlam veremedi. Zihnini bunun için zorlarken tüylerini ürperten bir çığlık duydu. Acı içinde haykırıyordu çığlığın sahibi. Bir kadına aitti sanki ses. Hemen ardından bir erkeğin haykırışları duyuldu. Sanki rüzgarın bizzat içindeydi tüm sesler. Túrin nereden geldiğini ayırt edemiyordu çığlıkların. Kalbinin karardığını hissetti. Bir hüzün kapladı içini. Bu kadar kederli sesler hatırlamıyordu daha önce.
    Eli karnına gitti önce. Gurthang’ın delip geçmesi gereken karnına. Hiçbir şey yoktu. İyiydi. Kana dair en ufak bir iz bile yoktu. Ama nasıl hayattaydı? Bilemiyordu Turambar Túrin.
    Önce etrafına bakındı ve bu ormanları tanımadığını fark etti. Beleriand’ın düzlüklerini, ormanlarını iyi bilirdi. Buralar daha önce gördüğü hiçbir yere benzemiyordu sanki. Belki de hafızasının kendini yanılttığını düşünerek ilerlemeye başladı. Kederliydi hâlâ. Glaurung’un devasa cesedini ya da Niníel’in narin bedenini görebileceğini düşünerek ilerlemeye koyuldu. “Niya hayattayım ben?” diye fısıldadı olduğu yerde durarak. “Ve nerelerdeyim?”
    “Valinor’dasın Turambar Túrin, ey Húrin’in oğlu!” dedi pez bir ses, Túrin gene nereden geldiğini ayırt edemedi sesin. Eli kılıcına uzansa da içinden bir ses etrafta düşman olmadığını söylüyordu ama tedbiri elden bırakmadı ve Gurthang’ı kınından çıkarırken, kara kılıcın asil sesi ormanın derinliklerinde çınladı. “Kimsin? Çık karşıma!”
    Karanlığın içinden kara kukuletalı bir adam çıkageldi. Görünüşü aksini haykırsa da Túrin içten içe bu karanlık adamın düşman olmadığını biliyordu. Kılıcını yere indirdi ve adamın bir şeyler söylemesini bekldi. Adam onu çok bekletmedi. “Ölümsüz Topraklar’dasın Húrin’in oğlu.” dedi. “Ve bir sebepten dolayı hayata döndürüldün. Son yaklaştı.”
    “Neyin sonu?” diye sordu Túrin. Adama doğru bir adım attı. “Ve sen kimsin?”
    “Son. O büyük Son.” dedi. “Savaşların Savaşı ve Ilûvatar Çocukları’nın intikam günü.”
    Túrin şaşakaldı olduğu yerde. “Dagor Dagorath?” diye tekrarladı Sindar dilinde. “Öyleyse sen…”
    “Mandos.” dedi adam, yüzü hala görünmüyordu karanlığın ardında. Túrin şu an Ay’ın nerelerde olduğunu merak ediyordu. Adam sanki düşüncelerini duymuş gibi konuştu. “Ay ve Güneş de yoklar artık. Yok edildiler Karanlık Olan tarafından. Işık bir kez daha alındı Arda’nın canlılarının ellerinden. Ve sen Túrin, Húrin’in oğlu, intikamı alacak olan kişisin.”
    Vala Mandos’un kim olduğunu bir şekilde biliyordu Túrin ve Dagor Dagorath da çocukluğunda anlatılan yatak vakti öykülerinden biriymiş gibi geliyordu. Belki de Doriath’taki zamanlarında Kral Thingol’den dinlediği hikayelerden biriydi. Mandos’un adı da oralarda geçmişti. “Morgoth’tan intikamı ben mi alacağım?”
    “İstemez miydin?” dedi Mandos. “Bu senin kaderin.” Elini yana açıp birazcık sağa çekildi. “Morgoth’un en çok acı çektirdikleridir belki de Húrin ve onun soyu. Morgoth’tan alınacak bir intikam en çok da Húrin’in oğluna yakışmaz mı? Húrin’in Çocukları’nın intikamı…” Karanlıklar içinden beş kişi daha belirdi sessizlik içinde. Túrin tekrar şaşırdı ve kılıcını kaldırıverdi. Ama yıldızışığı altında yüzleri az da olsa aydınlanınca adeta dizlerinin ve dirseklerinin bağı çözüldü. Kılıcı yana düşüverdi ve gözlerinden yaşlar döküldü.
    Karanlıklar içinden beş kişi çıkmıştı. Babası Húrin, hiç olmadığı kadar bilge ve güçlü gözüküyordu o zırhların içinde. Efsanevi baltası kınından sarkıyor, zırhlı elleri bir kadının elini tutuyordu. Simsiyah saçları ve vakur duruşuyla yıldızlar altında başı dik bir şekilde yürüyordu Morwen. Gözleri yaşlıydı ama ağlamıyordu katiyen. Morwen daima güçlü olmuştu ve olmaya da devam edecekti. Ama yaklaştı oğluna sessizce. Kocasının elini bıraktı ve gri kıyafetleri yıldız ışığını savururken dört bir yana oğlunun yüzünden tuttu iki elleriyle. “Biricik oğlum!” diyebildi sadece. Sarıldılar o anda güçlüce. Túrin ağladığını biliyordu. Gözyaşları annesinin omzunu ıslatıyordu. Amcası Huor ve kuzeni Tuor’u o vakit gördü, annesinin omzu üzerinden. Bir de onlara sarıldı annesinden kopabildiği vakit. Sonra da babasına sarıldı güçlüce. “Gün yeniden doğacak.” dedi babası, oğluna sarıldığında, Sayısız Gözyaşı Savaşı’nda esir düşmeden evvel yetmiş defa tekrarladığı gibi. “Buna eminim Atar.”
     Ve sıra geldi beşinci insana. Varda’nın bir yıldızı misali parlıyordu Niennor Niníel ormanın içinde. Gözleri yaşlı, sarı saçları hiç olmadıkları kadar güzeldi. “Selam olsun ey iki kez sevdiğim!” dedi çatallı bir sesle. Sanki zar zor konuşuyordu. Biraz daha konuşsa gözyaşlarına boğulacak gibiydi. Yanakları birkaç yaşla ıslanırken Túrin sarıldı kardeşine. Sonra Mandos’a baktı. “Aradan ne kadar zaman geçti?”
    “Sizin zaman hesabınızla bunun cevabını vermek zor.” dedi Mandos. “Elfler için bile çok uzun bir zaman geçti. Çağları geride bıraktık, binlerce yıl… Belki de onbinlerce yıl… Ama Morgoth siz göçüp gittikten sonra yenildi, Boşluk’a atıldı.” Sonra onlara kısaca olanlardan bahsetti. İnsanların soyunun nasıl da Numenor’dan devam ettiğine, onların Sauron’la savaşına ve Üçüncü Çağ’a dair kısa bir öykü anlattı onlara. “Ve Morgoth geri döndü, ölüler bir bir ayaklanıyor ve Savaşların Savaşı’nın vakti geldi.”
    Mandos onları İnsan ordularının toplandığı yere götürdü. Edain’in Üç Hanesi’nin sancaklarıyla, Gondor’un ve Arnor’un güçlü insanlarıyla, Rohan’ın süvarileriyle, Angmar’ın kudretli askerleriyle dolup taşıyordu her yer. Hala eksikler olduğu Mandos ama yavaş yavaş hazır olacaklarını söyledi.
    Tepelerin ve dağların ardından bir haykırış duydular. Korkunç bir ses meydan okuyordu sanki tüm dünyaya. Bu sesin kime ait olduğunu hemen hemen anlamıştı herkes. “Şimdi gitmem gerek.” dedi Mandos ve bir anda ortadan kayboldu.
    Túrin neden sonra ailesine veda etti ve onları büyük ordularla baş başa bırakıp ormana daldı tekrar. Bunu neden yaptığını bilmiyordu ya da gitmesi gereken yeri nasıl bulacağından da emin değildi ama içinden bunu yapmak gelmişti.
    Ormanda epey gezindikten sonra karaltıların içinde birinin hareket ettiğini fark etti ve o yöne doğru seslendi. Burada hiç ork ya da lanetli başka bir varlık bulamayacağını anladığı için kalbi az da olsa ferahtı Túrin’in. Önündeki büyük savaştan önce biraz huzur bulmaya ihtiyacı vardı ama ilerideki şeklin de kim olduğunu merak etmişti.
    Grimsi, yeşilimsi bir pelerinle kukuleta giyiyordu ve belinde bir kılıç vardı. Cüce ya da elf olmadığı belli olduğundan yüzünde bir sakal olduğunu görmek şaşırtmamıştı Túrin’i ama adam bir elfin gözlerini ve yüzünü taşıyordu sanki. Gülümsedi adam hafifçe. “Fırtına öncesi buralarda birinin bulmayı beklemezdim.” dedi.
    “Ben de öyle.” diye karşılık verdi Túrin. “Bu karanlığın içinde ne yapıyorsun öyle?”
    “Bulmam gerekenler var.” dedi adam. “Ya sen?”
    “Benim de biraz huzur bulmam gerekiyor.”
    Bu kez bir çığlık kesti sohbetlerini. Tiz bir çığlık. İnsanın kalbini sıkıştıran, gözlerinin dolmasına sebep olan bir çığlık. “Ah Arien’in çığlıkları çağlar boyu bırakmayacak rüzgarın peşini sanırım.” dedi adam. Başını hüzünle iki yana salladı. Bu sefer çığlık sesini bir adamın haykırışları takip etti. “Ve Tilion asla yılmayacak anlaşılan.” Túrin bu rutine alıştığını sanıyordu ama Ay ve Güneş’in yakarışlarını her duyduğunda ruhu ürperiyordu. Bu sefer beklenmedik bir ses duydular. Morgoth’un meydan okuyuşunu. Sanki yanıbaşlarında konuşuyordu Valar’la. Bağırıyordu tüm gücüyle.
    “Bak hele sen şu korkağa.” dedi adam. “Sanırsın ki çağlar önce bir Vala değildi de, Ainur’dan biri olduğunun farkına yeni vardı.” Bir an durdu ve bakışları gökyüzünden Túrin’e döndü. “Sence onu yenebilecek miyiz?”
    Túrin dudak büktü. “Bilemiyorum.” Başını eğip kınındaki Gurthang’a baktı. “Ama onun çığlıklarını duymadan ölmeyeceğim. Öleceğimi de sanmıyorum.”
    Adam güldü. “Ben de öyle. İnsanların ateşli kalbi, cücelerin inadı ve elflerin kudreti bizlerle.”
    “Onların da ejderhaları varmış sanırım.” dedi Túrin. Ölenlerin arasında Glaurung’un da dirildiğini biliyordu. “Hepsi uçamasa da hala tehlikeliler.”
    Bir rüzgar esti güçlüce. Çığlıklar bir kez daha duyuldu. “Tüm ejderhaların bir şekilde öldürüldüğünü duymuştum.” dedi adam. “Çocukken öyle hikayeler anlatıldı bana. Yiğit Fingon’un nasıl da atlı askerleriyle Glaurung’u Angband’a kadar kovaladıklarını duymuştum. Ve nasıl yiğit bir adamın onun böğrüne kara kılıcını saplayıp siyah, zehirli kanını akıttığını.” Adam gülümsedi ve gözleriyle Túrin’in kılıcını işaret etti.
    “Sanırım bu kılıcı tanıyorsun.” dedi Túrin ve kınından çıkardı Gurthang’ı. “Ölümdemiri.” dedi yıldızların altında daha da karanlık gözüken kılıca. “Morgoth kılıcın geldiğini göremeyecek bile.”
    “Umarım da öyle olur dostum.” dedi adam. “Túrin Turambar’la tanışmak daima bir zevktir.” diyerek selam verdi ve arkasına döndü. “Savaş meydanında birlikte kılıç sallayacağımız için oldukça heyacanlıyım.” dedi omzunun üzerinden. Yavaşça uzaklaşmaya başladığında Túrin arkasından seslendi. “Bana adını söylemedin?”
    Adam duraksadı ve omzunun üzerinden bakarak gülümsedi. “Ben, Kutlu Eärendil’inin ve güzeller güzeli Elwing’in oğlu Elros Tar-Minyatur. Numenor’un ilk kralı.”
    Túrin bir akrabasını bulduğunu fark ederek sevindi. “Tuor seninle karşılacağımı bilse eminim selamlarını yollardı.” diyerek güldü. “Yolun açık olsun Elros.”
    “Senin de öyle Turambar. Büyükbabama selamlarımı iletirsin.”
    “Seve seve.” dedi Túrin ve Elros Tar-Minyatur karanlıkların içinde gözden kayboldu. Túrin de artık vaktin geldiğini düşünerek geri dönmeye karar verdi.