Dördüncü Bölüm: Kaderin Efendisi - Birinci Kısım
Gözlerini açtığında kendini bir ormanın
ortasında buldu Túrin. Önce ayağa kalkamadı. Sadece etrafını saran ağaçların
dallarının arasından gökyüzüne baktı. Gece, güneş görmeyen bir mağara kadar
karanlıktı. Ay yoktu gökyüzünde bugün. Yıldızlar puslu bir göğün ardında
Túrin’i selamlarcasına parlıyordu.
Ormanın kokusu burnuna geldi, çimenlerin ve
meyvelerin kokusu. Üzerinde yattığı toprak yumuşak ve rahattı. En başta kalkmak
istemedi Túrin. Dünya ona şu haliyle güzel geliyordu ama birdenbire her şeyi hatırladı.
Ani bir acı saplandı yüreğine, midesine. Acıyla vuruldu ve anında ayakta kalktı
iki büklüm olarak. Belinde kılıcını görünce şaşırdı. Gözlerini ovuşturdu, sonra
doğruldu olduğu yerde.
Önce yaşananlara anlam veremedi. Zihnini
bunun için zorlarken tüylerini ürperten bir çığlık duydu. Acı içinde
haykırıyordu çığlığın sahibi. Bir kadına aitti sanki ses. Hemen ardından bir
erkeğin haykırışları duyuldu. Sanki rüzgarın bizzat içindeydi tüm sesler. Túrin
nereden geldiğini ayırt edemiyordu çığlıkların. Kalbinin karardığını hissetti.
Bir hüzün kapladı içini. Bu kadar kederli sesler hatırlamıyordu daha önce.
Eli karnına gitti önce. Gurthang’ın delip
geçmesi gereken karnına. Hiçbir şey yoktu. İyiydi. Kana dair en ufak bir iz
bile yoktu. Ama nasıl hayattaydı? Bilemiyordu Turambar Túrin.
Önce etrafına bakındı ve bu ormanları
tanımadığını fark etti. Beleriand’ın düzlüklerini, ormanlarını iyi bilirdi.
Buralar daha önce gördüğü hiçbir yere benzemiyordu sanki. Belki de hafızasının
kendini yanılttığını düşünerek ilerlemeye başladı. Kederliydi hâlâ. Glaurung’un
devasa cesedini ya da Niníel’in narin bedenini görebileceğini düşünerek
ilerlemeye koyuldu. “Niya hayattayım ben?” diye fısıldadı olduğu yerde durarak.
“Ve nerelerdeyim?”
“Valinor’dasın Turambar Túrin, ey Húrin’in
oğlu!” dedi pez bir ses, Túrin gene nereden geldiğini ayırt edemedi sesin. Eli
kılıcına uzansa da içinden bir ses etrafta düşman olmadığını söylüyordu ama
tedbiri elden bırakmadı ve Gurthang’ı kınından çıkarırken, kara kılıcın asil
sesi ormanın derinliklerinde çınladı. “Kimsin? Çık karşıma!”
Karanlığın içinden kara kukuletalı bir adam
çıkageldi. Görünüşü aksini haykırsa da Túrin içten içe bu karanlık adamın
düşman olmadığını biliyordu. Kılıcını yere indirdi ve adamın bir şeyler
söylemesini bekldi. Adam onu çok bekletmedi. “Ölümsüz Topraklar’dasın Húrin’in
oğlu.” dedi. “Ve bir sebepten dolayı hayata döndürüldün. Son yaklaştı.”
“Neyin sonu?” diye sordu Túrin. Adama doğru
bir adım attı. “Ve sen kimsin?”
“Son. O büyük Son.” dedi. “Savaşların
Savaşı ve Ilûvatar Çocukları’nın intikam günü.”
Túrin şaşakaldı olduğu yerde. “Dagor
Dagorath?” diye tekrarladı Sindar dilinde. “Öyleyse sen…”
“Mandos.” dedi adam, yüzü hala görünmüyordu
karanlığın ardında. Túrin şu an Ay’ın nerelerde olduğunu merak ediyordu. Adam
sanki düşüncelerini duymuş gibi konuştu. “Ay ve Güneş de yoklar artık. Yok
edildiler Karanlık Olan tarafından. Işık bir kez daha alındı Arda’nın
canlılarının ellerinden. Ve sen Túrin, Húrin’in oğlu, intikamı alacak olan
kişisin.”
Vala Mandos’un kim olduğunu bir şekilde
biliyordu Túrin ve Dagor Dagorath da çocukluğunda anlatılan yatak vakti
öykülerinden biriymiş gibi geliyordu. Belki de Doriath’taki zamanlarında Kral
Thingol’den dinlediği hikayelerden biriydi. Mandos’un adı da oralarda geçmişti.
“Morgoth’tan intikamı ben mi alacağım?”
“İstemez miydin?” dedi Mandos. “Bu senin
kaderin.” Elini yana açıp birazcık sağa çekildi. “Morgoth’un en çok acı
çektirdikleridir belki de Húrin ve onun soyu. Morgoth’tan alınacak bir intikam
en çok da Húrin’in oğluna yakışmaz mı? Húrin’in Çocukları’nın intikamı…”
Karanlıklar içinden beş kişi daha belirdi sessizlik içinde. Túrin tekrar
şaşırdı ve kılıcını kaldırıverdi. Ama yıldızışığı altında yüzleri az da olsa
aydınlanınca adeta dizlerinin ve dirseklerinin bağı çözüldü. Kılıcı yana
düşüverdi ve gözlerinden yaşlar döküldü.
Karanlıklar içinden beş kişi çıkmıştı.
Babası Húrin, hiç olmadığı kadar bilge ve güçlü gözüküyordu o zırhların içinde.
Efsanevi baltası kınından sarkıyor, zırhlı elleri bir kadının elini tutuyordu.
Simsiyah saçları ve vakur duruşuyla yıldızlar altında başı dik bir şekilde
yürüyordu Morwen. Gözleri yaşlıydı ama ağlamıyordu katiyen. Morwen daima güçlü
olmuştu ve olmaya da devam edecekti. Ama yaklaştı oğluna sessizce. Kocasının
elini bıraktı ve gri kıyafetleri yıldız ışığını savururken dört bir yana
oğlunun yüzünden tuttu iki elleriyle. “Biricik oğlum!” diyebildi sadece.
Sarıldılar o anda güçlüce. Túrin ağladığını biliyordu. Gözyaşları annesinin
omzunu ıslatıyordu. Amcası Huor ve kuzeni Tuor’u o vakit gördü, annesinin omzu
üzerinden. Bir de onlara sarıldı annesinden kopabildiği vakit. Sonra da
babasına sarıldı güçlüce. “Gün yeniden doğacak.” dedi babası, oğluna sarıldığında,
Sayısız Gözyaşı Savaşı’nda esir düşmeden evvel yetmiş defa tekrarladığı gibi.
“Buna eminim Atar.”
Ve sıra geldi beşinci insana. Varda’nın
bir yıldızı misali parlıyordu Niennor Niníel ormanın içinde. Gözleri yaşlı,
sarı saçları hiç olmadıkları kadar güzeldi. “Selam olsun ey iki kez sevdiğim!”
dedi çatallı bir sesle. Sanki zar zor konuşuyordu. Biraz daha konuşsa
gözyaşlarına boğulacak gibiydi. Yanakları birkaç yaşla ıslanırken Túrin sarıldı
kardeşine. Sonra Mandos’a baktı. “Aradan ne kadar zaman geçti?”
“Sizin zaman hesabınızla bunun cevabını
vermek zor.” dedi Mandos. “Elfler için bile çok uzun bir zaman geçti. Çağları
geride bıraktık, binlerce yıl… Belki de onbinlerce yıl… Ama Morgoth siz göçüp
gittikten sonra yenildi, Boşluk’a atıldı.” Sonra onlara kısaca olanlardan
bahsetti. İnsanların soyunun nasıl da Numenor’dan devam ettiğine, onların
Sauron’la savaşına ve Üçüncü Çağ’a dair kısa bir öykü anlattı onlara. “Ve
Morgoth geri döndü, ölüler bir bir ayaklanıyor ve Savaşların Savaşı’nın vakti
geldi.”
Mandos onları İnsan ordularının toplandığı
yere götürdü. Edain’in Üç Hanesi’nin sancaklarıyla, Gondor’un ve Arnor’un güçlü
insanlarıyla, Rohan’ın süvarileriyle, Angmar’ın kudretli askerleriyle dolup
taşıyordu her yer. Hala eksikler olduğu Mandos ama yavaş yavaş hazır
olacaklarını söyledi.
Tepelerin ve dağların ardından bir haykırış
duydular. Korkunç bir ses meydan okuyordu sanki tüm dünyaya. Bu sesin kime ait
olduğunu hemen hemen anlamıştı herkes. “Şimdi gitmem gerek.” dedi Mandos ve bir
anda ortadan kayboldu.
Túrin neden sonra ailesine veda etti ve
onları büyük ordularla baş başa bırakıp ormana daldı tekrar. Bunu neden
yaptığını bilmiyordu ya da gitmesi gereken yeri nasıl bulacağından da emin
değildi ama içinden bunu yapmak gelmişti.
Ormanda epey gezindikten sonra karaltıların
içinde birinin hareket ettiğini fark etti ve o yöne doğru seslendi. Burada hiç
ork ya da lanetli başka bir varlık bulamayacağını anladığı için kalbi az da
olsa ferahtı Túrin’in. Önündeki büyük savaştan önce biraz huzur bulmaya
ihtiyacı vardı ama ilerideki şeklin de kim olduğunu merak etmişti.
Grimsi, yeşilimsi bir pelerinle kukuleta
giyiyordu ve belinde bir kılıç vardı. Cüce ya da elf olmadığı belli olduğundan
yüzünde bir sakal olduğunu görmek şaşırtmamıştı Túrin’i ama adam bir elfin
gözlerini ve yüzünü taşıyordu sanki. Gülümsedi adam hafifçe. “Fırtına öncesi
buralarda birinin bulmayı beklemezdim.” dedi.
“Ben de öyle.” diye karşılık verdi Túrin.
“Bu karanlığın içinde ne yapıyorsun öyle?”
“Bulmam gerekenler var.” dedi adam. “Ya
sen?”
“Benim de biraz huzur bulmam gerekiyor.”
Bu kez bir çığlık kesti sohbetlerini. Tiz
bir çığlık. İnsanın kalbini sıkıştıran, gözlerinin dolmasına sebep olan bir
çığlık. “Ah Arien’in çığlıkları çağlar boyu bırakmayacak rüzgarın peşini
sanırım.” dedi adam. Başını hüzünle iki yana salladı. Bu sefer çığlık sesini
bir adamın haykırışları takip etti. “Ve Tilion asla yılmayacak anlaşılan.”
Túrin bu rutine alıştığını sanıyordu ama Ay ve Güneş’in yakarışlarını her
duyduğunda ruhu ürperiyordu. Bu sefer beklenmedik bir ses duydular. Morgoth’un
meydan okuyuşunu. Sanki yanıbaşlarında konuşuyordu Valar’la. Bağırıyordu tüm
gücüyle.
“Bak hele sen şu korkağa.” dedi adam.
“Sanırsın ki çağlar önce bir Vala değildi de, Ainur’dan biri olduğunun farkına
yeni vardı.” Bir an durdu ve bakışları gökyüzünden Túrin’e döndü. “Sence onu
yenebilecek miyiz?”
Túrin dudak büktü. “Bilemiyorum.” Başını
eğip kınındaki Gurthang’a baktı. “Ama onun çığlıklarını duymadan ölmeyeceğim.
Öleceğimi de sanmıyorum.”
Adam güldü. “Ben de öyle. İnsanların ateşli
kalbi, cücelerin inadı ve elflerin kudreti bizlerle.”
“Onların da ejderhaları varmış sanırım.”
dedi Túrin. Ölenlerin arasında Glaurung’un da dirildiğini biliyordu. “Hepsi
uçamasa da hala tehlikeliler.”
Bir
rüzgar esti güçlüce. Çığlıklar bir kez daha duyuldu. “Tüm ejderhaların bir
şekilde öldürüldüğünü duymuştum.” dedi adam. “Çocukken öyle hikayeler anlatıldı
bana. Yiğit Fingon’un nasıl da atlı askerleriyle Glaurung’u Angband’a kadar
kovaladıklarını duymuştum. Ve nasıl yiğit bir adamın onun böğrüne kara kılıcını
saplayıp siyah, zehirli kanını akıttığını.” Adam gülümsedi ve gözleriyle
Túrin’in kılıcını işaret etti.
“Sanırım bu kılıcı tanıyorsun.” dedi Túrin
ve kınından çıkardı Gurthang’ı. “Ölümdemiri.” dedi yıldızların altında daha da
karanlık gözüken kılıca. “Morgoth kılıcın geldiğini göremeyecek bile.”
“Umarım da öyle olur dostum.” dedi adam.
“Túrin Turambar’la tanışmak daima bir zevktir.” diyerek selam verdi ve arkasına
döndü. “Savaş meydanında birlikte kılıç sallayacağımız için oldukça
heyacanlıyım.” dedi omzunun üzerinden. Yavaşça uzaklaşmaya başladığında Túrin
arkasından seslendi. “Bana adını söylemedin?”
Adam duraksadı ve omzunun üzerinden bakarak
gülümsedi. “Ben, Kutlu Eärendil’inin ve güzeller güzeli Elwing’in oğlu Elros
Tar-Minyatur. Numenor’un ilk kralı.”
Túrin bir akrabasını bulduğunu fark ederek
sevindi. “Tuor seninle karşılacağımı bilse eminim selamlarını yollardı.”
diyerek güldü. “Yolun açık olsun Elros.”
“Senin de öyle Turambar. Büyükbabama
selamlarımı iletirsin.”
“Seve seve.” dedi Túrin ve Elros
Tar-Minyatur karanlıkların içinde gözden kayboldu. Túrin de artık vaktin
geldiğini düşünerek geri dönmeye karar verdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder