25 Temmuz 2014 Cuma

Dagor Dagorath (Savaşların Savaşı) - Üçüncü Bölüm: Valinor Düzlükleri'nde Karşılaşma

Üçüncü Bölüm:   Valinor Düzlükleri’nde Karşılaşma

    Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerek. Milyonlarca kişi Valinor Düzlükleri’nde ayakta duruyor, kimisi uçuyor ama tek bir taş bile oynamıyor yerinden. Altın renkli zırhı ve sakalıyla yumruklarını sıkıyor Tulkas. Gözleri hiddetle süzüyor ilerideki karanlık şekli. Rüzgar yok. Güneş yok. Ay’ın güzel ışığı yok. Sadece Varda’nın gözbebekleri seyrediyor Arda’nın yüzeyindeki fırtına önceki sessizliği. Tüm Valinor derin bir şekilde tutmuş nefesini, ilk kimin konuşacağını bekliyor. On dörde karşı milyonlar dikiliyor ayakta, on dört yarı-tanrının karşısında milyonlarca kalbi kara şekil duruyor…
    Düz çimenlikten başka bir şey yok etraflarında. Taniquetil Dağı epey uzaklarda, dumanların ardında gizlenmiş vaziyette onları seyrediyor. Sadece bakıyorlar birbirlerine Melkor ve Valar. Düşüncleriyle bile iletişim kurmuyorlar. Tam manada bir sessizlik hakim Arda’ya sanki.

    “Kardeşim.” diyerek imalı bir şekilde sessizliği bozdu Melkor. Yüzü gerildi. “Uzun zaman oldu.”
    “Boşluk’a atılalı ne kadar oldu Melkor? Altı bin yıl mı?” diyerek araya girdi Tulkas, Manwë bir şey diyemeden evvel. “Duyduğuma göre bana bile gerek kalmamış alaşağı edilebilmen için.”
    “Seninle konuşan olmadı güreşçi.” diye karşılık verdi Melkor, gergin yüzünü Tulkas’a çevirmeye zahmet etmemişti.
    “Bu kadar huysuz olma ama—“ derken Manwë elini kaldırdı ve susmasını işaret etti. Tulkas sinirle yumruklarını sıktı ama ağzını açmadı. Melkor’un hizmetkarları huysuzca bakıyorlardı onlardan tarafa. Manwë henüz savaşa başlamak istemiyordu. Tulkas teke tekte Melkor’u alabilecek dahi olsa, milyonlarca kişiyle baş edemezlerdi. Balroglar dizilmişti Melkor’un ardında. Yirmi tanesi. Yirmi bir güzeller güzeli ateş ruhunun geldiği halleri düşününce Manwë’nin yüreği sızladı. Yirmisi Balrog olmuş, biri, çok değil daha birkaç gün önce Melkor tarafından katledilmişti. Melkor’un yanında iki Maia daha duruyordu. Biri Curumo, Istari’nin en kudretlisi ve diğeri de tabii ki Mairon… Sindar dilindeki adıyla Sauron. Ancalagon ve ejderhaları yıldızlara yakın uçuyorlardı ancak kanat sesleri gelmiyordu onlara. Belki de uçmuyorlardı, söylemesi zordu. Sadece yıldızların ve milyonlarca meşalenin ışığı vardı etraflarında.
    “Evet, uzun zaman oldu.” dedi Manwë en sonunda. “Büyük bir güç toplamışsın.”
    “Ölen herbir hizmetkarım tekrar ayaklandı.” diye cevap verdi Melkor ellerini yana açarak. “Ya senin ordun nerede? Çok sevdiğin Vanyar’ın? Ayaklarıma katledilsinler diye gönderdiğin Ñoldor’un? Ya o küçük insancıkların neredeler?”
    “Savaş istemiyorum Melkor.” dedi Manwë. En az Melkor’unki kadar gergindi yüzü. Maviler içindeki zırhını giymişti ama silah taşımıyordu. Bembeyaz saçları rüzgarsız havada omuzlarından aşağı dökülüyordu. “Savaşmak zorunda değiliz.”
    Melkor onları şaşırtarak derin bir kahkaha attı. Eski Melkor olmadığını göstermek istermişçesine. “Yani elini sallayıp ordumu yok mu edeceksin kardeşim? Hadi ama… Bana yaptığınız onca şeyden sonra, oturup konuşalım mı yani?”
    “BİZİM YAPTIKLARIMIZ MI?” Varda bir adım öne çıkıp Manwë’nin yanına kadar geldi. Simsiyah saçlarını yıldız ışığı bile daha aydınlık yapamıyordu. Mavi-gri kıyafetleri içinde hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu. Ancak yüzü hiddetle gerilmişti ve gözleri gölgelenmişti. Sanki yanıyorlardı. “Günlerin başlangıcından bu yana tek arzun iyi olan ne varsa kıskanmak ve yok etmek oldu!” Melkor bu sefer gülmedi ve ciddiyetle bakmaya devam etti Elbereth’e. Bir şeyler daha söylemesini bekliyordu sanki.
    “Işığımızı iki defa elimizden aldın…” Sesi fısıltı gibi çıksa da Melkor duymuştu dediklerini ama cevap vermedi. Manwë elini Varda’nın omzuna koydu ve Varda tekrar gerileyerek yerine döndü. “Zarar veren hep sen oldun kardeşim. Şu an dönüştüğün şeyden sadece sen sorumlusun.”
    Melkor küçümseyici bir ses çıkardı. “Ya ne demezsin sevgili kardeşim.” Neden sonra bir an için durakladı ve derin bir nefes aldıktan sonra tekrar konuştu: “Barış olmayacak. Siz veya ben ölene kadar savaşacağız. On dördünüzün de, tüm Maiar’ın da, tüm elflerinden de, size sadık kalan tüm insanların da, tüm cücelerin de, tüm kartalların da, tüm entlerin de kellelerinizi kazığa oturtmadan durmayacağım.” Elleri sıkı sıkıya tuttu Grond’unu. Sanki savuracakmış gibi durduğunu fark etti Manwë. Bir an için saldırı emri vereceğinden korktu. “Hadi çağır ordunu. Vakit geldi. Konuşmak yok, müzakere yok. Sadece kan var.”
    İşte o an gözlerindeki parıltıyı fark etmişti Manwë. Konuşmanın bittiğini anlamıştı. Melkor için savaş çoktan başlamıştı. Sadece sağ elini kaldırıp parmaklarını şıklattı.
    O sırada öfkeli bir rüzgar çıktı ve hemen ardından sis çöktü Valar’ın ardına.
    Ve bir bir belirdiler Valar’ın arkasında Maiar. Yoktan var oldular tozla dumanın içinden, sanki rüzgarın kendisi gibi. Zrıhlıydı hepsi, gözleri ateşli. En önlerinde Eönwë duruyordu elbette. Uzun kahverengi saçları Manwë’nin rüzgarları tarafından etrafa savurulurken, geniş zırhı süslüyordu üzerini ve kılıcı parıldırıyordu yıldızların altında. Eğer güneş olsaydı gökyüzünde şimdi, belki Melkor’un öncü kuvvetlerini bile kör edebilirdi kılıcın parıltısı. Hemen yanında Ilmarë duruyordu elbette. Varda’nın odalığı. Diğer yanında Bilge Olorin durmuştu. Ak Gandalf derlerdi Orta-Dünya’da ona. Asasını tutuyordu bir elinde, diğerinde ise sadık kılıcı Glamdring parlıyordu o mavi soluk aleviyle. Ossë bile kalkıp gelmişti denizlerden. Sarı saçları ıslak gibiydi. Elinde bir mızrak vardı ve zırhı Numenorluların zırhını andırıyordu. Belki de aslen Numenorluların zırhı Ossë’ninkini andırıyordu demek daha doğru olurdu.
    “İşte böyle…” dedi Melkor gülümseyerek. Miğferi Thorondor’un açtığı yaraları  kapatamıyordu. Zırhı Ringil’in kesiğini gölgeleyemiyordu. Melkor hala acı çekiyordu. Hiç çekmediği kadar. Manwë bu sefer bir şey demedi ve parmaklarını bir kez daha şaklattı.
    O anda borular gürledi dört bir yanda. Rüzgarla beraber aktılar. Gecenin sessizliği delindi. Yıldızlar bile daha gür parladılar. O anda sarı bir deniz belirdi Valinor’un Düzlükleri’nin ucundan. Devasa sancaklar açmışlardı. Elfler geliyordu. Sağ kanatta Ñoldor, sol kanatta Vanyar bayrakları rüzgarla dans ediyordu.
    “Ah, sonunda Ilûvatar Çocukları’nın en güzelleri de geldiler.” dedi Melkor alay ederek. “Eldar diyordunuz değil mi onlara? Bakın oysa çok sevgili Eldar’ınıza en büyük hediyeyi vermişim. Çok sevdikleri yıldız ışığından daha fazlası yok artık Arda üzerinde.”
    İlk gelen Elflerin Yüce Kralı Ingwë oldu ardında Vanyar’la. Maiar’ın ardına geçtiler Valar’ı selamlayarak. Melkor onları umursamadı bile. Vanyar’ın her daim Valar’ın en sadık adamları olduğunu biliyordu. Asıl düşmanları uzaktan geliyordu. Ñoldor.
    Çok geçmeden geldi Finwë’nin halkı. En önlerinde Finwë vardı. Tacını takmış, zırhını kuşanmıştı. Kuzgun siyahı saçları hiç olmadığı kadar koyuydu. Gözleri nefretle bakıyordu ufka, Melkor’a doğru. Ordularını bırakıp Valar’ın yanına kadar geldi Finwë, çocukları ve torunlarıyla.
    “Selam olsun Valar’a!” diye haykırdı Finwë ellerini kaldırarak. “Selam olsun Dünyanın Güçleri’ne! Ve selam olsun Morgoth’a! Dünyanın Karanlık Düşmanı’na!” Sanki tükürerek konuşmuştu Finwë.
    “Bizi iyi hatırladığını umuyorum!” Fëanor’un sesi hiç olmadığı kadar etkileyici ve gürdü sanki. Tüm Ñoldor’u isyana kaldırırken yaptığı konuşmada bile sesi böylesine kuvvetli değildi.
    “Ve benim kılıcımı da iyi hatırladığını umuyorum.” dedi Fingolfin. Siyah saçları ve delici bakışlarıyla, yüzünde adeta intikam ateşleri yanıyordu.
    “Bugün, Ilûvatar Çocukları’nın intikam günü!” dedi Finwë, nefret dolu bakışlarla.
    Artlarında tüm Ñoldor uzanıyordu. Sarı bir denizdi sanki. Mızraklar, mızraklar, mızraklar! Herbir yana uzanıyorlardı. Elflerin uyanışından bu yana yaşamış her Ñoldo o gün oradaydı. Çoğu Morgoth yüzünden hayal bile edilemeyecek acılar çekmişti. Herbirinin Morgoth’un yüreğine bir mızrak sokmak için onlarca sebebi vardı. Fëanor, Maedhros ve Maglor silmarilleri çıkardılar pelerinlerinin içinden. Manwë Melkor’un gözlerinden bir parıltı geçip gittiğini gördü. Hala ışığa olan arzusu ve kıskançlığı dinmemişti demek.
    “Artık bizim olan bize döndü.” dedi Fëanor. “Ve sen yaptıkların için ödeyeceksin!” Kılıcını kaldırıp Melkor’a işaret etti. Direkt gözlerine bakıyordu. Bir an için bile kırpmadı gözlerini.
    “Göreceğiz.” dedi Melkor, ağzı çok hafif bir gülümsemeyle kıvrılırken. “Belki de Valarakuar’ımın söyleyecek son bir sözü vardır.” Balroglarına işaret ettiğinde Fëanor sadece kahkaha atmakla yetindi. “Delirmiş gibi bir halim mi var?” Gülümsemesi hemen silindi yüzünden. “Balroglarınla son karşılaştığımda yedisinin cesedi tepeyi kaplıyordu ve Balrogların lordu tir tir titriyordu.” İşte o an Gothmog’la göz göze geldi Fëanor. Fingon da bir adım öne çıktı ve kılıcını çekerek meydan okudu. Gothmog ikisinin de katiliydi ne de olsa. Finwë’nin de dediği gibi, intikam saatleri yaklaşıyordu.
    Manwë bir kez daha parmaklarını şıklattığında rüzgar kesildi ve bir kez daha borular duyuldu. Teleri geliyordu. İnsanlar geliyordu. Cüceler geliyordu. Lindon’dan, Alqualondë’den, Gondor’dan, Rohan’dan, Eregion’dan, Lorien’den, Demir Tepeler’den, Moria’dan, Yalnız Dağ’dan, Dol Amroth’tan. İyilerin bugüne dek topladıkları en büyük ordu bir araya geliyordu. Edain’in Üç Hanesi geliyordu. Cücelerin ataları geliyordu. Ölümsüz Durin, Azaghal, Yaşlı Bëor, Huor, Beren, Húrin geliyordu. Tuor’un elinde baltası vardı. Húrin’in de öyle. Silmaril hırsızı Beren kılıcını çekmişti. Güçlüyay Beleg yayını kuşanmıştı. Kral Elwë zırhını giymişti. Rohan’ın binicileri borularını öttürüyordu. Genç Eorl, küheylanının üzerinde gururla duruyor ve Pelennor’un kahramanı Theoden’in yanında at sürüyordu. Rohirrim en önce varan oldu Valar Ordusu’nun yanına. Tamamı atlıydı ne de olsa. Atları hiç olmadıkları kadar güçlü gözüküyordu. Sarı saçlı at binicileri cesurca bakıyordu Balroglara ve karanlığın ordusuna. Manwë hiçbirinin yüzünde korku görmediği için mutlu oldu. Yüreğine su serpildi.
    Melkor tekrar güldü. “İşte gücünün geri kalanı da geliyor kardeşim. Sadece bu kadar olmaları ne de büyük şanssızlık senin için.”
    “Savaşların sayıyla kazanılmadığını sen benden iyi bilirsin.” dedi Manwë. “İstediğin kansa, bunu alacaksın.” Ñoldor’un beyleri ve Valar arkalarına döndüler o anda. Rüzgar tekrar çıktı ve Yavanna’nın adımını attığı yerlerdeki yeşillik hiç olmadığı kadar güzelce parladı yıldızların ışığında. Adım adım yürürlerken ordularının yanında, Manwë Melkor’un bir emir verdiğini duydu.
    “Saldır Ancalagon.” dedi. Sesi fısıltıya yakındı ama Valar’ın hepsi duymuştu. Ñoldor beylerinin ve leydilerinin güçlü kulakları da işitmişti. Kanat seslerini o vakit duydular. Göklerden gelen bir fırtınayı andırıyordu. İşte o sırada silmarillerini havaya kaldırdı Finwë’nin en büyük oğlu ve en büyük iki torunu. Manwë gözlerini kapattı ve kartallarına emir verdi. O sırada aksi yönden de kanatların seslerini duydular ve Eärendil bir kez daha geldi. Gemisinde silmaril yoktu belki ama üçü bir arada ve gerçek sahiplerinin ellerindeydi.
    Savaş önce gökyüzünde patlak vermişti. Fırtına ilk önce gökyüzünde kopmuştu. O anda bağırmaya başladılar orklar, sesleri her bir yana yayıldı. Savaş naraları Valinor Düzlükleri’nı kapladı. Manwë, elflerin iğrenç taklitlerine baktığında içinde sadece acıma duygusunun belirdiğini fark etti ve ordunun başında dikildi diğer beyler ve leydilerle birlikte.
    “Hazır olun.” dedi, sesi bir fısıltıdan fazlası değildi ama herbir asker ne dediğini işitmişti. Kralın rüzgarları en küçük fısıltıyı bile taşımıştı askerlerin kulağına.
    “Ve Melkor’u bana bırakın.” dedi Tulkas. Bir kahkaha attı. “Geri kalanıyla istediğinizi yapabilirsiniz.”
    O sırada uzaklardan gelen bir adamı geç de olsa fark ettiler. Manwë şaşırarak baktı o tarafa doğru. Ellerinde kapkara bir kılıç olan, sakallı ve yakışıklı bir adam geliyordu. Tek başınaydı. Bir insandı. Saçları uzundu. Zırhı ve miğferi yoktu. Kara kılıcını elinde sımsıkı tutuyordu. Gözleri keskin bir kararlılıkla bakıyordu. Valar’ın yanına kadar geldiğinde tek bir şöyledi sadece: “Ben de yakınlarınızda olacağım efendim Tulkas ve Húrin’in Çocukları’nın intikamı alınırken Melkor’un cesedenin başında duracağım! Gün geldi ey karanlık olan! Gurthang’ın çeliğini tadacak, Húrin’in oğlu intikamını alırken acı içinde çığlıklar atacaksın!” Son sözlerini karanlığın ordusuna dönerek söylemişti.

    Tulkas yaklaştı insana. Tekrar kahkaha attı, ama alay etmiyordu. Bu onun alışılmış tavırlarından biriydi ve kara kılıçlı adam alınmış gibi de gözükmüyordu. “Hoş geldin Túrin Turambar, ey Glaurung’un Felaketi! Biz de senin yolunu gözlüyorduk.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder