Üçüncü Bölüm:
Valinor Düzlükleri’nde Karşılaşma
Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerek.
Milyonlarca kişi Valinor Düzlükleri’nde ayakta duruyor, kimisi uçuyor ama tek
bir taş bile oynamıyor yerinden. Altın renkli zırhı ve sakalıyla yumruklarını
sıkıyor Tulkas. Gözleri hiddetle süzüyor ilerideki karanlık şekli. Rüzgar yok.
Güneş yok. Ay’ın güzel ışığı yok. Sadece Varda’nın gözbebekleri seyrediyor
Arda’nın yüzeyindeki fırtına önceki sessizliği. Tüm Valinor derin bir şekilde
tutmuş nefesini, ilk kimin konuşacağını bekliyor. On dörde karşı milyonlar
dikiliyor ayakta, on dört yarı-tanrının karşısında milyonlarca kalbi kara şekil
duruyor…
Düz çimenlikten başka bir şey yok
etraflarında. Taniquetil Dağı epey uzaklarda, dumanların ardında gizlenmiş
vaziyette onları seyrediyor. Sadece bakıyorlar birbirlerine Melkor ve Valar. Düşüncleriyle
bile iletişim kurmuyorlar. Tam manada bir sessizlik hakim Arda’ya sanki.
“Kardeşim.” diyerek imalı bir şekilde
sessizliği bozdu Melkor. Yüzü gerildi. “Uzun zaman oldu.”
“Boşluk’a atılalı ne kadar oldu Melkor?
Altı bin yıl mı?” diyerek araya girdi Tulkas, Manwë bir şey diyemeden evvel.
“Duyduğuma göre bana bile gerek kalmamış alaşağı edilebilmen için.”
“Seninle konuşan olmadı güreşçi.” diye karşılık
verdi Melkor, gergin yüzünü Tulkas’a çevirmeye zahmet etmemişti.
“Bu kadar huysuz olma ama—“ derken Manwë
elini kaldırdı ve susmasını işaret etti. Tulkas sinirle yumruklarını sıktı ama
ağzını açmadı. Melkor’un hizmetkarları huysuzca bakıyorlardı onlardan tarafa.
Manwë henüz savaşa başlamak istemiyordu. Tulkas teke tekte Melkor’u alabilecek
dahi olsa, milyonlarca kişiyle baş edemezlerdi. Balroglar dizilmişti Melkor’un
ardında. Yirmi tanesi. Yirmi bir güzeller güzeli ateş ruhunun geldiği halleri düşününce
Manwë’nin yüreği sızladı. Yirmisi Balrog olmuş, biri, çok değil daha birkaç gün
önce Melkor tarafından katledilmişti. Melkor’un yanında iki Maia daha
duruyordu. Biri Curumo, Istari’nin en kudretlisi ve diğeri de tabii ki Mairon…
Sindar dilindeki adıyla Sauron. Ancalagon ve ejderhaları yıldızlara yakın
uçuyorlardı ancak kanat sesleri gelmiyordu onlara. Belki de uçmuyorlardı,
söylemesi zordu. Sadece yıldızların ve milyonlarca meşalenin ışığı vardı
etraflarında.
“Evet, uzun zaman oldu.” dedi Manwë en
sonunda. “Büyük bir güç toplamışsın.”
“Ölen herbir hizmetkarım tekrar ayaklandı.”
diye cevap verdi Melkor ellerini yana açarak. “Ya senin ordun nerede? Çok
sevdiğin Vanyar’ın? Ayaklarıma katledilsinler diye gönderdiğin Ñoldor’un? Ya o
küçük insancıkların neredeler?”
“Savaş istemiyorum Melkor.” dedi Manwë. En
az Melkor’unki kadar gergindi yüzü. Maviler içindeki zırhını giymişti ama silah
taşımıyordu. Bembeyaz saçları rüzgarsız havada omuzlarından aşağı dökülüyordu.
“Savaşmak zorunda değiliz.”
Melkor onları şaşırtarak derin bir kahkaha
attı. Eski Melkor olmadığını göstermek istermişçesine. “Yani elini sallayıp
ordumu yok mu edeceksin kardeşim? Hadi ama… Bana yaptığınız onca şeyden sonra,
oturup konuşalım mı yani?”
“BİZİM YAPTIKLARIMIZ MI?” Varda bir adım
öne çıkıp Manwë’nin yanına kadar geldi. Simsiyah saçlarını yıldız ışığı bile
daha aydınlık yapamıyordu. Mavi-gri kıyafetleri içinde hiç olmadığı kadar güzel
görünüyordu. Ancak yüzü hiddetle gerilmişti ve gözleri gölgelenmişti. Sanki yanıyorlardı.
“Günlerin başlangıcından bu yana tek arzun iyi olan ne varsa kıskanmak ve yok
etmek oldu!” Melkor bu sefer gülmedi ve ciddiyetle bakmaya devam etti
Elbereth’e. Bir şeyler daha söylemesini bekliyordu sanki.
“Işığımızı iki defa elimizden aldın…” Sesi
fısıltı gibi çıksa da Melkor duymuştu dediklerini ama cevap vermedi. Manwë
elini Varda’nın omzuna koydu ve Varda tekrar gerileyerek yerine döndü. “Zarar
veren hep sen oldun kardeşim. Şu an dönüştüğün şeyden sadece sen sorumlusun.”
Melkor küçümseyici bir ses çıkardı. “Ya ne
demezsin sevgili kardeşim.” Neden sonra bir an için durakladı ve derin bir
nefes aldıktan sonra tekrar konuştu: “Barış olmayacak. Siz veya ben ölene kadar
savaşacağız. On dördünüzün de, tüm Maiar’ın da, tüm elflerinden de, size sadık
kalan tüm insanların da, tüm cücelerin de, tüm kartalların da, tüm entlerin de
kellelerinizi kazığa oturtmadan durmayacağım.” Elleri sıkı sıkıya tuttu
Grond’unu. Sanki savuracakmış gibi durduğunu fark etti Manwë. Bir an için saldırı
emri vereceğinden korktu. “Hadi çağır ordunu. Vakit geldi. Konuşmak yok,
müzakere yok. Sadece kan var.”
İşte o an gözlerindeki parıltıyı fark
etmişti Manwë. Konuşmanın bittiğini anlamıştı. Melkor için savaş çoktan
başlamıştı. Sadece sağ elini kaldırıp parmaklarını şıklattı.
O sırada öfkeli bir rüzgar çıktı ve hemen
ardından sis çöktü Valar’ın ardına.
Ve bir bir belirdiler Valar’ın arkasında
Maiar. Yoktan var oldular tozla dumanın içinden, sanki rüzgarın kendisi gibi.
Zrıhlıydı hepsi, gözleri ateşli. En önlerinde Eönwë duruyordu elbette. Uzun
kahverengi saçları Manwë’nin rüzgarları tarafından etrafa savurulurken, geniş
zırhı süslüyordu üzerini ve kılıcı parıldırıyordu yıldızların altında. Eğer
güneş olsaydı gökyüzünde şimdi, belki Melkor’un öncü kuvvetlerini bile kör
edebilirdi kılıcın parıltısı. Hemen yanında Ilmarë duruyordu elbette. Varda’nın
odalığı. Diğer yanında Bilge Olorin durmuştu. Ak Gandalf derlerdi Orta-Dünya’da
ona. Asasını tutuyordu bir elinde, diğerinde ise sadık kılıcı Glamdring parlıyordu
o mavi soluk aleviyle. Ossë bile kalkıp gelmişti denizlerden. Sarı saçları
ıslak gibiydi. Elinde bir mızrak vardı ve zırhı Numenorluların zırhını
andırıyordu. Belki de aslen Numenorluların zırhı Ossë’ninkini andırıyordu demek
daha doğru olurdu.
“İşte
böyle…” dedi Melkor gülümseyerek. Miğferi Thorondor’un açtığı yaraları kapatamıyordu. Zırhı Ringil’in kesiğini
gölgeleyemiyordu. Melkor hala acı çekiyordu. Hiç çekmediği kadar. Manwë bu
sefer bir şey demedi ve parmaklarını bir kez daha şaklattı.
O anda borular gürledi dört bir yanda. Rüzgarla
beraber aktılar. Gecenin sessizliği delindi. Yıldızlar bile daha gür
parladılar. O anda sarı bir deniz belirdi Valinor’un Düzlükleri’nin ucundan.
Devasa sancaklar açmışlardı. Elfler geliyordu. Sağ kanatta Ñoldor, sol kanatta
Vanyar bayrakları rüzgarla dans ediyordu.
“Ah, sonunda Ilûvatar Çocukları’nın en
güzelleri de geldiler.” dedi Melkor alay ederek. “Eldar diyordunuz değil mi
onlara? Bakın oysa çok sevgili Eldar’ınıza en büyük hediyeyi vermişim. Çok
sevdikleri yıldız ışığından daha fazlası yok artık Arda üzerinde.”
İlk gelen Elflerin Yüce Kralı Ingwë oldu
ardında Vanyar’la. Maiar’ın ardına geçtiler Valar’ı selamlayarak. Melkor onları
umursamadı bile. Vanyar’ın her daim Valar’ın en sadık adamları olduğunu
biliyordu. Asıl düşmanları uzaktan geliyordu. Ñoldor.
Çok geçmeden geldi Finwë’nin halkı. En
önlerinde Finwë vardı. Tacını takmış, zırhını kuşanmıştı. Kuzgun siyahı saçları
hiç olmadığı kadar koyuydu. Gözleri nefretle bakıyordu ufka, Melkor’a doğru.
Ordularını bırakıp Valar’ın yanına kadar geldi Finwë, çocukları ve
torunlarıyla.
“Selam olsun Valar’a!” diye haykırdı Finwë
ellerini kaldırarak. “Selam olsun Dünyanın Güçleri’ne! Ve selam olsun
Morgoth’a! Dünyanın Karanlık Düşmanı’na!” Sanki tükürerek konuşmuştu Finwë.
“Bizi iyi hatırladığını umuyorum!”
Fëanor’un sesi hiç olmadığı kadar etkileyici ve gürdü sanki. Tüm Ñoldor’u
isyana kaldırırken yaptığı konuşmada bile sesi böylesine kuvvetli değildi.
“Ve benim kılıcımı da iyi hatırladığını
umuyorum.” dedi Fingolfin. Siyah saçları ve delici bakışlarıyla, yüzünde adeta
intikam ateşleri yanıyordu.
“Bugün, Ilûvatar Çocukları’nın intikam
günü!” dedi Finwë, nefret dolu bakışlarla.
Artlarında tüm Ñoldor uzanıyordu. Sarı bir
denizdi sanki. Mızraklar, mızraklar, mızraklar! Herbir yana uzanıyorlardı.
Elflerin uyanışından bu yana yaşamış her Ñoldo o gün oradaydı. Çoğu Morgoth
yüzünden hayal bile edilemeyecek acılar çekmişti. Herbirinin Morgoth’un
yüreğine bir mızrak sokmak için onlarca sebebi vardı. Fëanor, Maedhros ve
Maglor silmarilleri çıkardılar pelerinlerinin içinden. Manwë Melkor’un
gözlerinden bir parıltı geçip gittiğini gördü. Hala ışığa olan arzusu ve
kıskançlığı dinmemişti demek.
“Artık bizim olan bize döndü.” dedi Fëanor.
“Ve sen yaptıkların için ödeyeceksin!” Kılıcını kaldırıp Melkor’a işaret etti.
Direkt gözlerine bakıyordu. Bir an için bile kırpmadı gözlerini.
“Göreceğiz.” dedi Melkor, ağzı çok hafif
bir gülümsemeyle kıvrılırken. “Belki de Valarakuar’ımın söyleyecek son bir sözü
vardır.” Balroglarına işaret ettiğinde Fëanor sadece kahkaha atmakla yetindi.
“Delirmiş gibi bir halim mi var?” Gülümsemesi hemen silindi yüzünden.
“Balroglarınla son karşılaştığımda yedisinin cesedi tepeyi kaplıyordu ve
Balrogların lordu tir tir titriyordu.” İşte o an Gothmog’la göz göze geldi
Fëanor. Fingon da bir adım öne çıktı ve kılıcını çekerek meydan okudu. Gothmog
ikisinin de katiliydi ne de olsa. Finwë’nin de dediği gibi, intikam saatleri
yaklaşıyordu.
Manwë bir kez daha parmaklarını şıklattığında
rüzgar kesildi ve bir kez daha borular duyuldu. Teleri geliyordu. İnsanlar
geliyordu. Cüceler geliyordu. Lindon’dan, Alqualondë’den, Gondor’dan,
Rohan’dan, Eregion’dan, Lorien’den, Demir Tepeler’den, Moria’dan, Yalnız
Dağ’dan, Dol Amroth’tan. İyilerin bugüne dek topladıkları en büyük ordu bir
araya geliyordu. Edain’in Üç Hanesi geliyordu. Cücelerin ataları geliyordu.
Ölümsüz Durin, Azaghal, Yaşlı Bëor, Huor, Beren, Húrin geliyordu. Tuor’un
elinde baltası vardı. Húrin’in de öyle. Silmaril hırsızı Beren kılıcını
çekmişti. Güçlüyay Beleg yayını kuşanmıştı. Kral Elwë zırhını giymişti.
Rohan’ın binicileri borularını öttürüyordu. Genç Eorl, küheylanının üzerinde
gururla duruyor ve Pelennor’un kahramanı Theoden’in yanında at sürüyordu.
Rohirrim en önce varan oldu Valar Ordusu’nun yanına. Tamamı atlıydı ne de olsa.
Atları hiç olmadıkları kadar güçlü gözüküyordu. Sarı saçlı at binicileri
cesurca bakıyordu Balroglara ve karanlığın ordusuna. Manwë hiçbirinin yüzünde
korku görmediği için mutlu oldu. Yüreğine su serpildi.
Melkor tekrar güldü. “İşte gücünün geri
kalanı da geliyor kardeşim. Sadece bu kadar olmaları ne de büyük şanssızlık
senin için.”
“Savaşların sayıyla kazanılmadığını sen
benden iyi bilirsin.” dedi Manwë. “İstediğin kansa, bunu alacaksın.” Ñoldor’un
beyleri ve Valar arkalarına döndüler o anda. Rüzgar tekrar çıktı ve Yavanna’nın
adımını attığı yerlerdeki yeşillik hiç olmadığı kadar güzelce parladı
yıldızların ışığında. Adım adım yürürlerken ordularının yanında, Manwë
Melkor’un bir emir verdiğini duydu.
“Saldır Ancalagon.” dedi. Sesi fısıltıya
yakındı ama Valar’ın hepsi duymuştu. Ñoldor beylerinin ve leydilerinin güçlü
kulakları da işitmişti. Kanat seslerini o vakit duydular. Göklerden gelen bir
fırtınayı andırıyordu. İşte o sırada silmarillerini havaya kaldırdı Finwë’nin
en büyük oğlu ve en büyük iki torunu. Manwë gözlerini kapattı ve kartallarına
emir verdi. O sırada aksi yönden de kanatların seslerini duydular ve Eärendil
bir kez daha geldi. Gemisinde silmaril yoktu belki ama üçü bir arada ve gerçek
sahiplerinin ellerindeydi.
Savaş önce gökyüzünde patlak vermişti.
Fırtına ilk önce gökyüzünde kopmuştu. O anda bağırmaya başladılar orklar,
sesleri her bir yana yayıldı. Savaş naraları Valinor Düzlükleri’nı kapladı.
Manwë, elflerin iğrenç taklitlerine baktığında içinde sadece acıma duygusunun
belirdiğini fark etti ve ordunun başında dikildi diğer beyler ve leydilerle
birlikte.
“Hazır olun.” dedi, sesi bir fısıltıdan
fazlası değildi ama herbir asker ne dediğini işitmişti. Kralın rüzgarları en
küçük fısıltıyı bile taşımıştı askerlerin kulağına.
“Ve Melkor’u bana bırakın.” dedi Tulkas.
Bir kahkaha attı. “Geri kalanıyla istediğinizi yapabilirsiniz.”
O sırada uzaklardan gelen bir adamı geç de
olsa fark ettiler. Manwë şaşırarak baktı o tarafa doğru. Ellerinde kapkara bir
kılıç olan, sakallı ve yakışıklı bir adam geliyordu. Tek başınaydı. Bir
insandı. Saçları uzundu. Zırhı ve miğferi yoktu. Kara kılıcını elinde sımsıkı
tutuyordu. Gözleri keskin bir kararlılıkla bakıyordu. Valar’ın yanına kadar
geldiğinde tek bir şöyledi sadece: “Ben de yakınlarınızda olacağım efendim
Tulkas ve Húrin’in Çocukları’nın intikamı alınırken Melkor’un cesedenin başında
duracağım! Gün geldi ey karanlık olan! Gurthang’ın çeliğini tadacak, Húrin’in
oğlu intikamını alırken acı içinde çığlıklar atacaksın!” Son sözlerini
karanlığın ordusuna dönerek söylemişti.
Tulkas yaklaştı insana. Tekrar kahkaha
attı, ama alay etmiyordu. Bu onun alışılmış tavırlarından biriydi ve kara
kılıçlı adam alınmış gibi de gözükmüyordu. “Hoş geldin Túrin Turambar, ey
Glaurung’un Felaketi! Biz de senin yolunu gözlüyorduk.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder