9 Ekim 2016 Pazar

Star Wars: Soğuk Yıldızlar - Birinci Bölüm: Dengenin Koruyucuları

    “Tangrene’de olanları duydun mu?” diye sordu Calla. Navigasyon bilgisayarlarının ve mekanik her şeyin çıkardığı ses Trinna’yı o kadar rahatsız ediyordu ki, Calla’ya bakışları oldukça soğuktu. Denon’un parlak görüntüsü sağ tarafından yıldızlarla beraber istasyonu selamlasa da çok sevdiği gezegeni bile neşesini yerinde tutamıyordu. Oysa birkaç sene önce böyle değildiler. Hala neşeli olabiliyorlardı. Uzun Ateşkes dönemi, gerçekten nadir bir olaydı ve Denon’un bundaki rolü oldukça büyüktü. Uzun Ateşkes belki de hatalı bir tabirdi ama Soğuk Savaş döneminde bile varlıklar en azından gülümsemeyi tekrar hatırlayabilmişlerdi.
    Ta ki birkaç sene önce savaş tekrar başlayana kadar.
    “Duydum.” diye onayladı Trinna, Calla’nın sorusundaki ayrıntıyı fark ettiğinde. “Savaştaki tüm Jedilar ölmüş. Cumhuriyet için önemli kişilerdi.”
    “Aralarından biri Skywalker’mış sanırım.”
    “Diğeri de Solo. Galaksideki en büyük aile dramasını yaşatanların ölmesine pek de üzülemeyeceğim açıkçası.” Trinna oturduğu yerden kalktı ve Calla’nın bilgisayar portuna doğru yürüdü. Önündeki ekranlar silahlarla ilgili verileri gösteriyordu. Hepsi dolu ve tam şarjlıydı. Üstat Garrox onları bu istasyona yönetici olarak atadığından beri olduğu gibi.
    “Üstat Garrox üzülmüş olmalı. Skywalker’ı ve oğlunu pek severdi.” Trinna elini Calla’nın oturduğu sandalyenin üst kısmına koyarak ekranları inceledi. Calla ona doğru baktı.
    “Cumhuriyet’le büyük bir derdi yok. Ancak Federasyon’un Cumhuriyet’ten iyi olduğunu düşünüyor.”
    “Cumhuriyet yozlaşmıştı.”
    “Klişe laflar etme Trinna. Federasyon’da işlerin düzgün işlemesinin sebebi tamamen Başkan Nexul. Gezegenlerden gelen temsilci ve senatörleri iyi idare ediyor. Ayrıca savaş zamanı kimlere görev verilmesi gerektiğini de iyi biliyor. Tulian Sollcasen’ın da benzer bir adam olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet şu an pek çok şey ama yoz olup olmadığı tartışılır.”
    Trinna gözlerini devirdi. “Federasyon Cumhuriyet’e geri mi katılsın yani?”
    Koltuğunu çevirip ona bakan Calla kaşlarını çattı. “Öyle bir şey kastetmedim. Ancak düşman olmak zorunda değiller.”
    “Kimse değil, evet. Ama illa ki birileri düşman olacak ve birileri de müttefik olacak. Bu tamamen o anki çıkarlara bağlı.”
    Calla başını iki yana sallayıp önüne döndü. “Sen öyle diyorsan.”
    “Galaksiyi olduğu gibi görmen gerek Calla. Aksi takdirde Güç tek başına yeterli olmaz.”
    Trinna yanından ayrılıp koltuğuna doğru dönerken köprünün kapısı açıldı ve uzun, siyah cüppeler içinde üç adam içeri girdi, arkalarında da gri-beyaz geçişli zırhlara sahip, kırmızı işaretlerle süslenmiş Federasyon Komandoları vardı. Dört kişiydiler ve galaksi boyunca adlarını duyurmuş askerlerdi. Onlara “Kırıkmızrak Birliği” denirdi ve zamanında Şansölye Oloruk’u öldüren vurucu takımın içindelerdi.
    Cüppeli üç adam ise sadece varlıklarıyla bile güçlü olduklarını hissettirir bir edayla girdiler komuta köprüsüne. En önde içeri giren adamın belinde upuzun bir ışın kılıcı kabzası asılıydı. Trinna daha görür görmez Üstat Totreia’nın masmavi ve çift taraflı ışın kılıcının görüntüsünü hatırlamıştı. Onu savuran eller kesinlikle inanılmaz bir yeteneğe sahipti. Diğer iki adam Üstat Baltir ve Üstat Gonemon’du. En az Totreia kadar güçlülerdi ve ikisinin de ışın kılıçları bellerinde asılıydı.
    Kukuletalarını açtılar. Üstat Totreia hafif uzun siyah saçlı, gür sakallı bir adamdı ve çakır renkli gözleri tatlı sert bakardı. Otuzlarının sonuna yeni gelmişti. Üstat Baltir uzun, sarı saçlıydı ve asil duruşlu bir adamdı, otuzlarına yeni girmişti ama genç yaşına rağmen Federasyon’da da, Cumhuriyet sektörlerinde de kılıç konusunda dengi pek azdı. Üstat Gonemon’un da siyah saçları vardı ve en yakın dostu Üstat Totreia gibi otuzlarının sonlarındaydı. Sık sık tıraş olur ve saçlarını keserdi. Bir keresinde esprili bir dille fazladan kıla sahip olmanın gereksiz ağırlık yarattığını söyleyip Trinna ve arkadaşlarını güldürmeyi başarmıştı.
    Calla ve Trinna anında ayağa kalkarak selam verdiler üstatlarına. Federasyon selamı vermişlerdi. Sağ ellerini, sol omuzlarına koymuşlar ve hafifçe eğilmişlerdi. Bu onların Federasyon’a sadakatleriyle birlikte üstatlarına olan saygılarını da gösteriyordu.
    “Sizi gençleri görmek güzel.” diyerek onları selamladı Üstat Totreia. Genç kadınlar aynı şekilde karşılık verdiler. Totreia köprünün duraçelik camlarına doğru yürüdü ve Denon’un manzarasına baktı. Sonradan dönerek manzarayı arkasına aldı. “Üç standart saat sonra Bothawui’ya gideceğiz üstatlarınızla birlikte. Bothanlarla bazı görüşmeler yapılacak.”
    “Bothanlar bize mi katılacak?” diye sordu Calla hevesli bir sesle.
    Totreia ona bakıp gülümsedi. “Öyle umuyoruz. Ancak kesin bir şey yok. Trinna’dan benimle gelmesini isteyecektim.”
    Trinna ona doğru şaşkın gözlerle bakınca, Totreia tekrar gülümsedi. “Diğer üstatlarımız aslında yolda ayrılacaklar, ben de tek başıma gitmektense yanıma yetenekli bir Şövalye alayım diyorum.”
    Gözleri parıldayan Trinna hevesle başını salladı. “Onur duyarım üstadım. Sizinle bir göreve çıkmak benim için büyük bir keyif olur.” Calla’ya baktığında sarışın kızın gülümsediğini gördü. Hafifçe yanaklarına yayılan çilleri ufak bir gamzenin samimiyetiyle oldukça uyumlu görünüyordu. Yeşil gözlerinde arkadaşı için duyduğu mutluluk hissedilebiliyordu.
    “Bothawui’ya gittiğimiz sırada, biz Gray Axe’le birlikte hiperuzay noktalarından birinde sizden ayrılacağız, benim Derin Uzay’da bir istasyona gitmem gerekiyor.” dedi Üstat Baltir. “Üstat Ganemon’un da aynı şekilde başka bir istasyona gitmesi gerekiyor, hayati önem taşıyan bazı durumlar var, bunları yolda açıklarız. Ben de yanıma Calla’yı almayı düşünüyordum.” Sarışın kıza bakan üstat, Calla’nın gözlerindeki parıltıyı görünce gülümsedi. “Aynı şekilde Şövalyelerimizden Kherin de bize katılarak Üstat Ganemon’a eşlik edecek.” Trinna ve Calla tekrar birbirlerine bakıp gülümsediler. Calla selam vererek görevi büyük bir zevkle kabul etti. Trinna da Calla da sonunda bu istasyondan ayrılacaklarına sevinmişlerdi. Denon Yörünge Merkez İstasyonu’nun öneminin farkındalardı, Üstat Garrox onları bu istasyona boşuna atamamıştı. Trinna’nın da Calla’nın da yeteneklerine güveniyordu ve savunma açısından böylesine önemli bir istasyonun yetkilerini de kesinlikle Şövalyelere bırakmak istiyordu. Bu yüzden kendilerini Yedi Gümüş Savaşı’nda kanıtlayan iki Şövalye seçmesi mantıklıydı. Yine de hem Trinna’nın, hem Calla’nın istedikleri yerler buralar değildi. Onlar ön saflarda İmparatorluk’a ya da Sith’lere karşı savaşmak istiyorlardı.
    “Güzel öyleyse.” diyerek ellerini birleştirdi Üstat Totreia, hafif bir alkış gibi. “Bir saat içinde sizi hangarda bekliyor olacağım. Topçu gemiler bizi bekliyorlar ve pek tabii Gray Axe ve Saber da.” İki genç şövalye üstatlarını selamladılar ve üç Üstat, Kırıkmızrak Birliği’yle birlikte köprüyü terk etti.
    Trinna onlar çıkarken Kırıkmızrak’taki askerlerin nasıl da kendi varlıklarını gizleyebildiklerini fark ettiğinde bir hayli şaşırdı. Dikkati onlardan üstatlara kaydığı andan beri dikkati tekrar onlara yönelmemişti.
    Bilgisayarın başına doğru yürüdü Trinna. Cüppesini aldı ve sırtına geçirdi. Siyah cüppeleri yüzünden Sith sanıldıkları çok oluyordu ama kıyafetleri genelde tamamen siyahtan oluşmadığı için bu algı çok doğru değildi. Üstelik ışın kılıçları da kırmızı olmazdı. Üstat Garrox, şövalye ve öğrencilerin arasında pek yasak koymazdı ama kırmızı kristalli kılıçlar kesinlikle yasaktı. Trinna da Calla da Corsalum gezegeninde buldukları gümüş kristallerle kılıç yapmışlardı, Birlik içinde bu kristaller epey yaygındı. Jedi Birliği içinde yaygın olan sınavlardan bir tanesine benzer şekilde Trinna, Calla gibi pek çok şövalye kendi ışın kılıcını yapardı. Çünkü kristal, kılıcın olduğu gibi şövalyenin de kalbiydi.
    Calla açık renkli kıyafetlerinin üzerine simsiyah cüppesini geçirdi. Sarı saçlarıyla hoş bir tezat oluşturan görüntüsü, köprüdeki subay ve askerlere selam vererek duraçelik kapının tıslamasının ardından dışarı çıktı. İki Şövalye de heyecanlılardı ve etraflarındaki gri ve çirkin duvarlara, bilgisayarlara ve veri portlarına rağmen mutlu bir şekilde kendilerine ayrılan odalara giderek hızla hazırlandılar. Trinna iki lazer tabancasını beline astıktan sonra, uzay yolculukları ve görevlerde giydiği tarzda, önceki kıyafetinden daha koyu bir kıyafet giydi ve gümüş ışın kılıcının kabzasını da en kolay ulaşabileceği yere astı. Uzun kahverengi saçlarını at kuyruğu haline getirip topladı ve aynada kendine baktı. Koyu mavi gözleri vücudu üzerinde gezindi ve kendi hatlarını beğenerek süzdü. Kıyafetlerini de beğenmişti. Eğer Bothanlarla görüşeceklerse güzel olması, güçlü olması kadar önemli olabilirdi. Siyah cüppesini üzerine geçirerek odadan çıktı ve Calla’nın da hazır olduğunu gördü, koyu sarı-siyah geçişlere sahip bir uçuş kıyafeti-cüppe giymişti. Uzun, kukuletalı Şövalye cüppesini sevmezdi, içinde “çok fazla Jedi” olduğunu söylerdi. Saçlarını o da at kuyruğu yapmıştı ve güzel olduğu kadar güçlü de görünüyordu. Tam da olması gerektiği gibi.
    İkisinin kollarında da Federasyon’un üçgeni yer alıyordu ve kabartmaları uzaktan kim olduklarını haykırıyordu. Aynı zamanda diğer omuzlarında da birliklerinin daire içindeki kılıç süslemesi yer alıyordu, korkulmaları gerektiğini haykırıyordu. Garrox’un birliğindeki şövalyelerin güçleri hafife alınmamalıydı. Üstat Garrox da, diğer üstatlar ve şövalyeler de bunu pek çok defa kanıtlamışlardı.
    Trinna’nın aklına tekrar Şansölye Olorok’un öldürüldüğü gün geldi. Sith ve Jediların omuz omuza savaştıkları günlerden biriydi. Güç kullanıcılarına saldırıldığı zaman Üstat Garrox’un istediği ortam oluşmuş ve vurucu takım, Kırıkmızrak Birliği’nin de desteğiyle, kırmızıdan maviye her renk ışın kılıçlarını açarak Şansölye ve onu koruyanların karşısında dikilmiş, Şansölye’nin başı omuzlarından ayrıldığında herbiri Jedi Birliği’ni de Sith İmparatorluğu’nu da terk ederek Üstat Garrox’un ekibine katılmışlardı.
    O zamanlar ittifak yapmayı öğrenmiş Jedilar ve Sithlerden kalmamıştı artık etrafta. Skywalkerlar bile bu ittifaktan sayılamazdı pek.
    Trinna Saber’a bindiğinde, geminin subaylarının koyu mavi üniformaları arasında komuta köprüsüne gitti ve Üstat Totreia’yı düşünceli bir şekilde Denon’u incelerken gördü.
    “Üstat?”
    “Ah, Trinna, gel.” Adeta bir rüyadan uyanmış gibi bir sesi vardı.
    Çevrede pek çok rütbeli subay ve görevli, bilgisayarların başında durarak geminin son ayarlarını yapıyor ve durum ekranlarını gözetliyorlardı. Dev duraçelik camın ardından Denon’un müthiş manzarası gibi, Saber’ın güçlü topları ve koyu gri zırhı da görünüyordu.
    “Düşünceli gibisiniz üstat.”
    Totreia önüne doğru dönerken, Trinna yanına gelerek camın önünde durdu. Cam o kadar mükemmeldi ki yansımaları kesinlikle gözükmüyordu. Denon’un ışıkları gözlerini alırken gemi yavaşça kendini hiperuzaya sıçramak için uygun bir pozisyona getiriyordu.
    “Savaş, Trinna.” dedi adam, sesi tekrar uzaklara dalmış gibiydi. “Bu savaş diğerleri gibi olmayacak.”
    “Neden?” Trinna başını üstadına çevirip dikkatle baktı.
    “Çok fazla nefret var. Çok fazla kin.”
    Trinna Üstat Totreia’nın eski Jedi olduğunu hatırladı. Trinna gibi direkt Birlik’in içinde yetişmiş biri değildi. Vurucu takım Olorok’u vurmaya gittiğinde, Üstat Totreia ve Üstat Garrox çok daha önemli bir işle meşgullerdi.
    “Cüretimi bağışlayın üstat ancak bu nefret ve kin Büyük Üstat Garrox’ta bile yok mu?”
    Totreia başını salladı ve ufak bir gülümseme bahşetti. “Gizlemiyor da zaten. Sithlerin büyük bir kısmına duyduğu nefreti gizlemeyi de düşünmüyor. Aslında İmparator Kanamon’la ilgili bir konu değil bu. O dönemde Kanamon’u Taris’e saldırmaya ikna eden Darth Trakun’la alakalı. Saldırıyı da o yönetmiş, acımasız saldırısını Bilim Akademisi’ne de o yoğunlaştırmıştı.”
    “Darth Kanamon’la anlaşma bile yaptıklarını duymuştum.”
    “Evet Güç’e karşı ortak sorumluluk gibi bir şeydi o. Yoksa savaşları devam ediyor. Sith İmparatorluğu hala Galaktik İmparatorluk’tan sonra en büyük düşmanımız.”
    “Çok fazla taraf olduğu için mi bu kadar endişelisiniz?”
    “Evet.” dedi Totreia.
    Aralarına kısa bir sessizlik girdiği sırada, hiperuzay sıçraması için geri sayım başladı. Gemi motorlarının sesleri gemi boyunca yankılanırken yıldızlar yıldız şeritlerine dönüştü ve Saber hiperuzaya sıçradı.
    “Denon Federasyonu’na ve ordusuna güvenim tam olsa da bu galaksideki işler hiç belli olmuyor Üstat, siz daha iyi bilirsiniz.”
    “Doğru. Ancak bu savaşın bir özelliği daha var. Her taraf sadık ve akıllı adamlarla dolu. Bu galaksi çok fazla vasıfsız varlığın ayakları altında acı çekti. Bu sefer öyle birisi yok. İmparatorluk’taki askeri cuntanın disiplini kimsede yok ve Amiral Sandlon’un planının ne kadar harika ilerlediğini eminim sen de duymuşsundur. Darth Kanamon’un karizmasını herkes biliyor ve Federasyon’un da Cumhuriyet’in de liderleri uzun zamandır görülmemiş yetenekte adamlar. Hem siyasi hem de askeri liderleri.”
    Trinna gülümsemesini geride tutamadı. “Sizin gibi mi üstat?”
    Totreia ona dönüp küçük bir kahkaha attı. “Hayır Büyük Amiral’den ve Mareşal’den bahsediyordum.”
    “Alçak gönüllüsünüz üstat. Cumhuriyet’e hizmet verirken yaptıklarınızı tüm Birlik biliyor.”
    Totreia dudaklarını büktü gülümseyerek. “Güç benimle. Tek sebebi bu.”
    Trinna uzatmadan ellerini arkasında birleştirerek hiperuzayın alacalı görüntüsünü seyretti. Yolculuk en azından iki gün sürecekti. Üstat Totreia çok geçmeden meditasyon yapmak için komutayı Trinna’ya bırakarak odasına çekildi ve Trinna kendini uzayın siyahlı-mavili alacalı görüntüsüyle yalnız başına buldu.
    Bothanların gezegenine sonunda vardıklarında, gezegenin etrafında birbirlerinden bir güneş ve bir ay kadar uzak gibi görünen iki uzay istasyonu Trinna’nın dikkatini çekti. Saber en yakında istasyon doğru hareket etmeye başladı. Görünüre pek çok, değişik boyutlarda Bothan gemisi girmişti. Üstat Totreia içeri girdiğinde tam teşekküllü bir şekilde hazırdı. Gümüş zırhı göz kamaştırıyordu. Çift taraflı ışın kılıcı belinde asılıydı ve siyah pelerini arkasından süzülüyordu. Trinna hayran olmadan edemedi. “Haydi gidelim Trinna.”
    Hangara gittiklerinde ve bir taşıyıcı gemisine bindiklerinde Trinna’nın ağzı açık kaldı. Arkalarında tüm görkemiyle uzanan gemiyi yeni görmüştü. “Bu... Valor mu?”
    “Evet. Sana söylemedim değil mi? Üstat Garrox da burada.”
    Trinna o sırada Güç’e uzanarak istasyonda göz gezdirdi ve tehlike göremese bile bir karmaşa olduğu kesindi. “Üstat? İstasyonda bazı sıkıntılar var gibi görünüyor.”
    Totreia gülümsedi ve ona doğru manalı bir şekilde baktı. “Bothanlar birkaç gün önce Sithlere katıldılar. Darth Trakun’un da bazı konular için gezegeni ziyaret edeceğini duyduk.”
    “Peki neden hala ateş etmediler?”
    “Saber ve Valor’a ateş edecek kadar aptal olduklarını sanmıyorum.”
    “Sithler burada mı?”
    “Geleceğimiz vakti çok iyi ayarladık. Neyse ki Darth Trakun bir savaş kruvazörüyle değil ufak gemilerle gelmişti.”
    “Yani bu bir diplomasi görevi değil.” Trinna şaşkınlıkla donakalırken taşıyıcı gemisi havalandı ve Saber’ın hangarını terk etti. İstasyona doğru uçtukları sırada taşıyıcının içi karardı, kırmızı ışıklar yandı ve askerlerin silahları şarj olurken metalik bir ses çıkardı. Trinna yutkundu ve Darth Trakun’un karşısına tek çıkmayacağı için Güç’e içinden şükürler etti.
    “Korkunun seni ele geçirmesine izin verme. Korkmak bir yere kadar iyidir, aklını başında tutmanı sağlar ama sakın içine işlemesin.”
    “Bir Sith’ten korkacağım gün henüz gelmedi Üstat.” dedi Trinna, üstadından çok kendisine verilen bir sözdü bu. Darth Kanamon’un kendisi bile gelse korkmazdı, basitçe ölümü kabullenir ve gümüş kılıcını onun kudretle bakan gözlerine doğru çevirirdi.
    Üstat Garrox’un Darth Kanamon’la kişisel bir derdi olmasa da Trinna’nın vardı ve onun öleceği günün görebilmenin hayaliyle tutuşuyordu. Belki de nefret ettiği tek kişi oydu. Darth Kanamon boşa eziyet yapan ve gereksiz yere öldüren biri değildi ancak gerektiğinde neler yaptığını en iyi Trinna biliyordu.
    Anıların üzerine yıkılışından taşıyıcıdaki ışıkların tamamen sönüşüyle sıyrıldı. Derken parlak ışıklar tekrar yandı ve istasyonun içine giren taşıyıcının kapağı ağır ağır açılmaya başladı. Etraf karanlıktı. Taşıyıcıdaki ışıklar da söndü. Karanlık istasyonun hangarını tamamen örttüğünde Trinna Güç’e uzandı ve Totreia’nın gümüş misali parlayan bir ay gibiydi. İleride de bir karanlık vardı. Karanlığın içine dahi çöreklenen bir gölge. Sessiz ve güçlü bir avcı gibi onları bekliyordu.
    Kapı tamamen aşağı indi ve metalin metale değiş sesi her yeri kapladı. Adeta hiç kimse nefes almıyordu. O sırada Trinna’yı şaşırtır bir şekilde yepyeni bir alevin zihninin arkasında filizlendiğini fark etti. Öyle bir ateşti ki sanki tüm gezegeni kavurabilirdi. Nefretle doluydu ama kesinlikle karanlık taraftaki gibi bir gölge değildi.
    Bu kadar güç Büyük Üstat Raisen Garrox’tan başkasına ait olamazdı. Ancak o bu kadar dengeli bir alevle yanabilirdi.
    Başka bir taşıyıcı da hangara girdi ve onun da kapısı açıldı. Trinna artık sessizlikten rahatsız olmaya başladığı sırada tok ve gür bir ses duyuldu. “Ateş açın!”
    Kırmızı bir ışın kılıcı açıldı ve tıslaması tüm odayı kaplarken, gölge, karanlığın içinden harekete geçti. Sith’in hareketini Totreia’nın ileri sıçraması takip etti ve Trinna da arkasından atlarken üç ışın kılıcının art arda açılışının sesi odayı doldurdu.
    Ardından da kıyamet koptu.
    Her tarafta lazerler uçuşmaya başladığında Trinna, üstatlarından Soresu öğrendiği için mutlu olduğunu hissetti. Savaşla kavrulan bir galaksi için en uygun dövüş stili kesinlikle Soresu’ydu. Lazerler bir bir ışın kılıcına çarpıp etrafa kontrollü bir şekilde dağılırken Trinna, “savaş için uygun” bir diğer sanatın canlı gösterisine şahit olacağını fark etti.
    Karanlığın içerisinde gümüş kılıcıyla ileri atılan Raisen Garrox öyle bir tutkuyla Sith’e doğru atıldı ki, oraya giderken savurduğu tüm lazerler sahiplerine dönmüştü.
    İşte Juyo sanatının galaksideki en büyük ustası bu kadar güçlüydü.
    Işın kılıçları çarpıştığında Sith askerlerinin çoğu düşmüştü. Eğer galaksideki en iyi Juyo kullanıcısı Raisen Garrox ise, en iyi ikinci de kesinlikle Üstat Totreia idi. Askerlerin arasına dalışı o kadar mükemmeldi ki Trinna’nın nutku tutuldu. Üstatlarını bu kadar ciddi kılıç kullanırken ilk defa görüyordu.
    Üstat Garrox’un öfkeli bağırışından sonra kılıçlar birbirine çarptı ve iki adam tüm güçleriyle savaşmaya başladılar. Gümüş ve kırmızı kılıçların çarpışması esnasında Trinna son askerleri biçiyordu ve Darth Trakun olduğunu tahmin ettiği adam gittikçe yalnız kalıyordu.
    Çok geçmeden Üstat Garrox çevik bir hamleyle Sith’in kılıcını elinden düşürttü ve Sith kendini yerde buldu.
    “Şu hangarın ışıklarını açın!” dedi Üstat Garrox.
    Üstat Totreia telsizle birine ışıkları açmasını söyledi. Işıklar bir anda geri geldi ve geride bıraktığımız dehşeti apaçık ortaya serdi. Savaş meydanı tanımı buna uyuyordu. Her yerde yanmış silahlar ve kopmuş uzuvlar vardı. Federasyon tarafında olmayıp yaşayan bir tek Sith Lordu kalmıştı.
    “Son sözün var mı?”
    “Yani beni öylece öldürecek misin?” Sith’in sesi beklenilenin aksine oldukça sakindi. Yüzü ifadesizdi.
    “Evet. Tabi önce işkence görmen de fena olmayabilir. Ne dersin?”
    “Kendini öfkene mi kaptıracaksın Garrox?”
    “Kaptırırsam ne olacak?”
    “Karanlık tarafa düşeceksin.” diyerek gülümsedi Trakun.
    Raisen Garrox o an Sith’e dehşet verici bir gülümseme bahşetti. Trinna Güç’e uzanıp onlara doğru baktığında Üstat Garrox da gördüğü tek şey Güç’tü ve ondan gelen kudret. O hiddetin altında sadece kayıpları için yas tutan bir adam vardı.
    Ama karanlık taraftan eser yoktu.
    Gümüş ışın kılıcı Sith’in kafasını biçip geçti ve kopan baş metale çarparak yuvarlandı.
    “Karanlık taraf da yoktur, aydınlık taraf da.” dedi Garrox. Ardından Trinna da Totreia da ona eşlik ettiler: “Sadece Güç vardır.”



8 Ekim 2016 Cumartesi

Star Wars: Soğuk Yıldızlar - Giriş: Sessizlikteki Denge

    Her şey sisler içindeydi. Aynı yıldızları gözlerden saklayan gökyüzü gibi. Hava, bulutların ardından parlayan güneşle beraber turuncu bir renge bürünüyordu, sarı ışıklar sisin içerisinde dağılıp güçsüzleşiyordu. Etrafta sanki sadece sis vardı da başka bir şey asla var olamamış gibiydi. Sessizlik göğün de yerin de kaderi olmuş, uzay boşluğunun dinginliği gibi ses geçirmiyordu sanki. Boşluk ve sessizliğin içinde, adeta sessizlikle bütünmüş gibi bir vızıltı duyuluyordu. Metalik bir vızıltı. Sürekli ve artmayan bir sesti. Azalmıyordu da. Adeta rahatlatıcı bile denilebilirdi. Sanki gürültüyle sessizliğin arasındaki dengeyi anımsıtıyordu, ne gürültülü bir ortam yaratıyordu ne de sessizliği bozuyordu. Bir ses, sessizlikle ancak böyle bütünleşebilirdi. Güneşin ışığına benzer bir parıltı yayılıyordu ama bu parıltı gökyüzünden gelmiyordu. Vızıltının kaynağından geliyordu. Sarı bir ışın bir metre boyunca yayılıyor, bir akarsunun güneşle buluştuğu yer gibi güzellikle parlıyordu. Işın kaynağında metal bir şey vardı ve o metal şeyi de narin bir elin üzerine geçirilmiş bir eldiven tutuyordu. Eldiven siyahtı ve kaliteliydi. Güneşin ve vızıltının kaynağının ışığıyla hafifçe renk değiştirmişti. Sessizlikteki dengenin kaynağı sesini asla değiştirmedi ve elin sahibinin gözleri onu dikkatle inceledi. Ela gözleri sarı ışığa bakarken zorlanıyormuş gibi görünmüyordu. Ses de görüntü de o gözlere ve sahibine yabancı değildi. Elinde tuttuğu şey, kalbinin bir parçasıydı. Bir silahtan çok daha fazlasıydı. Sarı rengi bile ona pek çok şey anlatıyordu ve sesi, kulaklarındaki pası aldığı gibi zihnindeki dinginliği de sağlıyordu.
    Sisler dağılmaya başlarken siyah eldivenli diğer el de metalik şeyi sarmaladı ve ela gözlü kadın bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Yıldızları tekrar görebilmenin umuduyla yukarı baktı. Bulutlar hala oradaydı ve umursamazca uçsuz buçaksız şehri selamlamaya devam ediyorlardı. Bir anda vızıltı kesildi ve sarı ışık kaynağı ortadan kayboldu. Sessizlik kazanmıştı ve gürültü o seferlik yenilmişti.
    Ela gözlü kız başını iki yana salladı. Aşağılara inen siyah uçuş elbisesi ve cüppe karışımı en sevdiği kıyafetiyle birlikte hızlı adımlarla yürümeye başladı. Büyük bir platformun üzerinde duruyordu. Hava soğuktu ve elindekini beline astıktan sonra kollarını omuzlarına koyup kendini sardı, bir anda üşümüştü. Hava nasıl da anında soğumuştu öyle. Eldiveninin üzerinden yıldızkuşunu hissedebiliyordu. Kızıl anka kuşunu... Onun sıcaklığı bile içini ısıtmaya yetti ve konsantre olmasına gerek kalmadan artık üşümediğini fark etti. Platformun az ilerisinde devasa bir mekik duruyordu ve sisin ana kaynağını onun güçlü motorları oluşturuyordu. Artık durdukları için sis dağılmaya başlamıştı sonunda ama bulutlar hala yıldızlara engel olmaya devam ediyordu. Mekikten henüz inen olmamıştı ama ela gözlü kadından başka bekleyen kimse yoktu. Koyu kahve saçları sert bir rüzgarla gözlerinin önüne geldi ve kadın rüzgarın geldiği yöne doğru baktı.
    Mekikten küçük bir köprü çıktı ve platforma değdi. O an kadın için o kadar yavaş gelmişti ki sanki köprünün gemiden çıkışına ve yere inişine kadar her saliseyi saymış gibi hissediyordu. İniş köprüsünde biri belirdi, kahverengi bir cüppesiyle ve siyaha doğru çalan rahat kıyafetleriyle güçlü gözüken biriydi. Başında kukuletası olsa da kadın onun kumral-sarı saçları olduğunu biliyordu. Sol yanağındaki yara izi onu ele vermesi için yeterliydi. Kendininkine benzer metalik bir alet, belinde asılı duruyordu ve adamın her adımında bir karamsarlık seziliyordu. Normalde karamsar olunmaması gerekirdi ama bugün kesinlikle karamsar bir gündü.
    Platforma inen adam etrafına bakınmak için kukuletasını çıkardı ve saçlarını kadına göstermiş oldu. Kadın yanılmamıştı. Yara izi olması gereken yerdeydi ama adamın bakışları eskisi gibi değildi. O sıcak, içten bakışların yerinde yeller esiyordu. Sadece umutsuzluk vardı artık. Başka hiçbir şey yoktu. Öfke ve nefrete dair en ufak iz bile görünmüyordu.
    Adam kadına doğru baktı ve onu fark etti. Dudaklarında zoraki birer gülümseme oluştu ikisinin de. İkisi de artık gülemediklerini hissediyorlardı. Kadının bedeni artık ona yaklaşamıyordu ve adam da onu doğru adım atabilecek gibi değildi. İkisinin şu an birbirlerine sarılıp, birbirlerinin omuzlarında ağlaması gerekiyordu. Onlar kaderin bağladığı dostlardı ve hiçbir şey bunu bozamazdı ama... Ama ikisinin de ayakları gitmiyordu birbirlerine.
    Platformun ilerisindeki gözlem kulesinin altından bir kapı açıldı ve birkaç kişi gözüktü. Gelenler beş kişiydi. Soylu gibi giyinmişlerdi ve adeta kırmızı anka kuşuna daha iyi nasıl hakaret edilir, onun yollarını arıyorlardı. Kadın onları açık bir hoşnutsuzlukla süzmeye başlayınca adam da onlara doğru döndü, kadın gölgelere çekildi ve onlar tarafından görülmediğine emin olmak istedi.
    Ne konuştuklarını bilmiyordu ama umrunda da değildi. Gözleri yukarıdan ayrılmıyor, sanki kaybettiklerini tekrar görebilecekmiş gibi bakıyordu bulutlara. Aradan çekilmeleri için yalvarıyordu. Gökyüzünü ve yıldızları görürse onlara tekrar kavuşacağını düşünüyordu. Düşüncelere dalmışken adamın varlığındaki tanıdık hisle birlikte dünyaya geri döndü ve gölgesinin üzerine düştüğü yakıt tankının yanında duran ve hüzünlü gözlerle bakan adama baktı. “Söylemene gerek yok.”
    “Daha atmosfere girdiğimizde biliyordun, değil mi?”
    “Hiperuzaydan çıktığınızda anlamıştım.”
    Adam başını salladı ve ilk defa cesaret edip ona yaklaştı. “Kendini tutma.”
    Kadın başını iki yana sallayarak karşılık verdi, gözleri nemlenmeye başlamış, bastırdığı acı günyüzüne çıkmıştı. “Yapamam.”
    “Yapabilirsin.” dedi adam ona doğru bir adım daha atarak. “Yapman gerekiyor.”
    “Senin de öyle.”
    “Sen yaparsan, ben de yapacağım Padmé.”
    Tekrardan kendine sarılıp kızıl anka kuşundaki huzuru hissetmeyi istedi Padmé ama işe yaramadı. “Kanel.” diye seslendi adama. “Gerçekten öldüler mi?”
    “Üzgünüm.” dedi Kanel ona. “Artık Güç’le bir oldular.”

    Padmé Solo o an kendini Kanel Skywalker’ın kollarına bıraktı ve son hatırladığı şey tüm gücüyle ağladığıydı ve Kanel Skywalker’la birlikte bir aile kaybetmenin ne demek olduğunun acısını paylaşmalarıydı...


10 Şubat 2016 Çarşamba

Gölge ve Dalgaların Savaşı - On Birinci Bölüm: Gümüş Yol

“Sauron birbiri ardına zaferler kazandı.” dedi mavi renkli pelerini rüzgarda savrulan Ecthelion. “Herkes onlardan bahsediyor ve Orta-Dünya’nın hiç olmadığı kadar karanlık olduğunu söylüyorlar.”

Güneye indiklerinden bu yana birkaç gün geçmişti. Ossë’nin ordusu güneye tam gücüyle inip Sauron’la karşılaşacaksa, neyin nerede olduğunun bilinmesi gerekiyordu. Bu yüzden Maglor, Ecthelion ve yirmi adamı keşif görevi için harekete geçmişlerdi. Ossë’nin ordusundaki en iyi savaşçılar bu yirmisiydi kuşkusuz. Maglor ve Ecthelion Birinci Çağ’ın Elfleri’ydi ve Maglor, Fëanor’un oğlu; Ecthelion ise Balrogların lordunun katiliydi. Yanlarındaki yirmi adam da Öfke Savaş’ından kurtulup gelenlerdi, o yüzden hepsi Ecthelion’ın dediklerine sırıttılar.

“Hiç olmadığı kadar demek.” dedi Maglor. “Bir de Sauron’un efendisini görselerdi ne düşünürlerdi acaba?” Yere tükürdü. “Yıldızların laneti üzerinde olsun Morgoth’un!”

“Öfke Savaşı’nın başlarında, Orta-Dünya kıyılarına indiğimizde görmeleri lazımdı buraları.” dedi askerlerden biri. Adı Celeblith’di. “Hayatım boyunca Valinor’da yaşamıştım. Güneş’in doğmasından yetmiş sene sonra doğdum ve beş yüzüme yaklaştığım sırada Eärendil geldi. Sizin nasıl şeyler yaşadığınızı tahmin edemem Lord Maglor, Lord Ecthelion. Kral Finarfin doğumumdan önce olan olayları babamla bir sohbetleri sırasında anlatmıştı. Daha küçüktüm. Siz en başından beri o karanlığın içinde yürüdünüz. Orta-Dünya’ya geldiğimizde Gondolin’in öyküleri hala dillerde dolanıyordu. Ñoldor karanlığın içinde yaşıyordu ve hayatımı Tirion’da geçiren biri olarak, elimdeki kılıca her ne kadar güvensem de kıyıya ilk ayak basışımı hala unutamam. Bulutları hatırlıyorum lordlarım. O karanlık bulutları, ejderhaların nefesini, gölgeyi ve umutsuzluğu hatırlıyorum. Kral Finarfin’in elini omzuma koyup bana güven verişini de öyle. Babamın keza kollarında ölüşünü de öyle.”

Ecthelion ve Maglor onun hikayesi için üzüldüler ve kederin sessizliği aralarına çöktü. Bir şey söylemenin anlamı yoktu, çünkü hepsi çok büyük acılar çekmişlerdi, zaten Celeblith de bunları teselli aradığından söylemiyordu. Çoktan altı bininci yaşını geçmiş bir Elf teselli aramazdı. Üstelik lordların yaşadıklarını kendi yaşadıklarıyla da kıyaslamıyordu.

“Şimdiki gölge, o zamankinin ufak bir yanılsaması sadece. Barad-dur, Angband’ın ancak soluk bir kopyası olabilir.”

“Angband’ı gördün değil mi?” diye sordu Maglor, anıları üzerine çökerken. “O şeytani yüzünü, bitmek bilmeyen duvarlarını ve etrafını saran karanlığını?”

Başını salladı Celeblith. “Eärendil, Ancalagon’u düşürdükten sonra Lord Eönwë’yle birlikte Angband’a ilk girenlerden biriydim. Kırk yıllık savaşın benim gibi hayatı günlük güneşlik geçen birinin üzerindeki etkilerini az çok tahmin edebilirsiniz sanırım. Teleri gemilerinden indiğimiz zaman hissettiğim şeylerle, Angband’ın kapıları önünde hissettiğim şeyler birbirinden o kadar farklıydı ki. Gördüğü ve hissettiği karanlık tarafından az daha yutulmak üzere olan basit bir askerden, Morgoth’un tüm kötülüklerini sadece kendi kılıcıyla silebileceğine inanan gerçek bir Ñoldo’ya dönüştüm. İnanın övünmeye çalışmıyorum ama Sirion geçidinde yaptığımız savaşlar kılıcımı da kalbimi de bilememi sağladı. Angband’ın kapılarından geçerken Kral Fingolfin gibi Morgoth’a tek başına meydan okuyabileceğimi hissediyordum, pek çok arkadaşım gibi. O gün hepimiz öyleydik.”

“Ruhu Mandos’un yanında huzur bulsun.” dedi Maglor ileri bakarak. “Amcam bir Elf’in olabileceği en üst noktadaydı kuşkusuz.”

Bir ağaç dalına çarpmamak için onu bükerek yoluna devam eden Celeblith Maglor’a doğru baktı omzunun üstünden. “Onu görebilmeyi isterdim. Onun ve Kral Fingon’un hikayeleri savaşta bize katılan bir avuç Ñoldor tarafından sık sık anlatılırdı. Sürgünler’in arasında onun kadar güçlüsü olmadığını söylüyorlardı.”

Maglor başını salladı. Ani Alev Şavaşı’nı hatırladı bu kez de. Glaurung’un alevini tekrar teninde hissedince ürperdi. “Ringil’i savuruşu görülmeye değerdi. Beleriand’ın Baharı’nda büyük bir turnuva düzenlemiştik.” Maglor uzun zamandır bu anıları hatırlamıyordu. Gülümseyebildiğine şaşırdı. “Hithlum o sıralar savaşta gördüğünüz gibi değildi. Angband’ın yakınlarında olmasına rağmen o kadar yeşil ve güzeldi ki. Üstelik Ard-galen de henüz bozulmamıştı, Morgoth’un alev nehirleri daha üzerlerinden geçmemişti. O turnuvada ağabeyim de vardı. Ñoldor’un en güçlüleri orada savaştılar. Ben daha ilk turda Kral Fingolfin’le eşleşip elendim. Nelyo ise dostu Fingon’u yenip finalde Kral Fingolfin’le eşleşti. Ağabeyim gözümde hep en iyi kılıç kullanıcılarından biri olmuştu, o gün de bunu kanıtlamıştı ancak Kral’la dövüşleri uzun sürse de yenilmekten kurtulamamıştı. Ringil’in buz gibi görüntüsü ve masmavi parıltısını hala hatırlarım. Ağabeyimin Sercëníre’si o güne kadar dövülmüş en iyi kılıçlardan biriydi ama Ringil... işte o çok başkaydı Celeblith.” Bir an için durdu. “Sana neden Celeblith adını vermişler?”

Celeblith simsiyah saçlıydı, ancak adı “gümüş kül” anlamına geliyordu. Celeblith gülümseyerek lorda baktı. “Doğduğumda doğal olarak babamın adını taşıyordum ancak mutlu bir çocukken, bir gün etraftan kayboluvermişim. O sıralar Valmar’daymışız, açıkçası hatırlayacak yaşta değildim. Beni sonunda bulduklarında Ağaçlar’ın mezarında bekliyormuşum. Telperion’un külleri saçımdaymış, Laurelin’in küllerine bakıyormuşum. O zaman annem ağlayarak sarmış beni, babam da bu ismi seçmiş bana. Gümüş ağacın külleri saçımda olduğu için.”

“Güzel bir isim.” dedi Maglor. “Ağaçlar’ın ardından isimlendirilmek büyük bir onur olmalı.”

“Onları da görebilmeyi dilerdim.”

“Çok güzellerdi.” dedi Maglor. “Gerçekten çok güzellerdi.”

Maglor o kadar çok anının ağırlığı altında kalmıştı ki kendi bile sayamıyordu. Başını iki yana sallayıp önlerindeki tehdite döndü.

“Sauron en az efendisi kadar kötü ama hakkını yememek lazım.” dedi Ecthelion. “Zamanında Ñoldor’u da az uğraştırmadı.”

“O günlerinden çok daha güçlü, orası kesin.” diye belirtti Maglor. “Gerçekten yarattığı karanlık takdire şayan, efendisi Gece Kapısı’nın ötesinden buralara bakabiliyorsa onunla gurur duyuyor olmalı.”

“Onu yenmeye gücümüz yetecek mi?” Celeblith bunu sorduğunda açıklık bir alana geldiler ve Maglor bir parmağını kaldırıp sessiz olunmasını işaret etti. Keskin gözleri ileride pek çok karaltı görmüştü. Derhal ağaçların arasına geçme emri verdi ve sessizce kılıçların çekilmesi gerektiğini söyledi. İleride pek çok ork olmalıydı. Ağaçların arkasına geçtiler ve dinlediler. Gerçekten de ileride orklar vardı ve yaklaşıyorlardı. Maglor doğuda kalan yüksek yere doğru çekti adamlarını ve yükseltinin ardına gizlenip orkları izlemeye başladılar. Ayaklarının altında ezilen toprak, adeta her adımda feryat ederken hava iyice kararmaya başladı ancak etraf yine de güneş alıyordu ve orklar sorunsuz bir şekilde yürümeye devam ediyorlardı. “Kara uruklar.” dedi Maglor. “Gondorlu ve Rohanlı dostlarımızın bahsettiği yeni bir ork türü.”

“Güneşte yürüyebiliyorlar değil mi?” diye sordu Celeblith.

“Aynen öyle.” diye cevapladı Maglor. Orklar iyice görünüre girmeye başladığında Maglor dikkatle, kendini göstermeden kafasını çıkardı tepeden ve orklara baktı. Bir anda kanının donduğunu hissetti ve başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Gözlerinin bir çeşit büyüyle aldatıldığına emin gibiydi.

Ork güruhunun önünde ork olmadığını bas bas bağıran biri yürüyordu.

Masmavi gözleri Ringil kadar soğuk bakıyordu. Kötücül havası tüm ormanın içine işliyor, toprak dahi onun varlığını reddediyordu. Belinde mükemmel bir kılıç asılıydı ama o bile Sauron’un karanlığıyla lekelenmitşi. Yüzü, ölü mü diri mi belli değildi, bir hayalet gibiydi ancak tam olarak ölememişti sanki. Bir eli kılıç kabzasının üstündeydi ve işaret parmağında masmavi bir şey parlıyordu. Maglor onun çok güzel bir yüzük olduğunu fark etti ama mavi parıltısı bile karanlıktı sanki...

Ecthelion da başını kaldırıp baktı ve Maglor ona döndüğünde, Ecthelion’un donup kaldığını gördü. Göz bebekleri büyümüş, dili tutulmuştu. “Bu nasıl mümkün olabilir?”

Karanlık adam orkların önünde yürümeye devam ederken Maglor ona baktı. “Hayal görüyor olamayız değil mi? Sabah içtiğimiz sudan olabilir mi?”

Ecthelion tepki vermedi ve adama bakmayı sürdürdü. “Bu gerçekten olamaz. O... Glorfindel mi?”

“Öyle görünüyor.” dedi Maglor hüzünle. “Parmağındaki de Elrond’un bahsettiği Yüzük olmalı. Ah Elbereth’in yıldızları!”

“Glorfindel bir Yüzüktayfı mı olmuş yani?” diye sordu Elflerden biri.

Ecthelion hareketlenecekti ki, Maglor omzundan tuttu. “Hayır lordum. Onun ne kadar güçlü olduğunu bilmiyoruz. Elrond’un bana anlattığı kadarıyla, Glorfindel çok daha güçlü olarak dönmüş, senin gibi. Kendine bir bak, yaptığın fedakarlığın nasıl da yüzüne yansıdığını, bir Maia kadar parlak ve güçlü olduğunu gör. Glorfindel de aynı şekilde geri gönderilmişti.” Ecthelion durdu ve öylece bakındı. En sonunda başını salladı onaylar bir şekilde bu sefer geriye, kuzeye doğru döndü. “O zaman dönüp diğerlerini uyarmak zorundayız. Yeterince güneydeyiz zaten.”

Maglor işaret etti ve dönüp gitmek üzerelerken bir ıslık duyuldu. Tam arkasına dönmüş olan Maglor tepeden aşağı baktığında orkların etraflarına bakıştığını gördü, tam ortalarına ucu tüten bir ok düştü. İşte o tam o anda tüm orklar oraya odaklanmışken ağaçların aralarından onlarca adam belirdi, hepsi dikleşip ellerindeki kaliteli yayları orklara doğru tuttular ve aradan bir saniye bile geçmeden ok yağmuru tüm orkları delik deşik etti. Okların tiz sesleri ormanda yankılandı.

Glorfindel de delik deşik edilmişti ama hala ayaktaydı. Elini göğsüne saplayan bir oku diğer eliyle çıkarıp kırdı. Canı yanmışa benzemiyordu. O an ona kimse yaklaşamadı. Okçular ona korkmadan ok atabilmişlerdi ama her an giderek artan soğuk ona yaklaşmayı imkansız kılıyordu. Tayf yavaşça geri çekilmeye başladı. İşte o anda Ecthelion yerinden fırlayıp bağırdı: “GLORFINDEL!”

Ses orman boyunca yankılandı. Okçular bile dönüp o tarafa baktılar. Tayf da olduğu yerde durdu ve sesin geldiği yere baktı. Masmavi, ölüm saçan gözleri Ecthelion’u tanımıştı. Ama pek umursamadığı belliydi. İlerideki atların yanına gitti Tayf ve kimse ona yaklaşamadığından, Ecthelion ona doğru koşsa da, hızlıca atın birine dönüp oradan uzaklaşıverdi. Pınar’ın lordu arkasından seslense de sonuç alamadı ve bağırarak lanetler savurdu. Derin birkaç nefes alıp sakinleştiğinde, “Altın Çiçek Hanedanı’nın lordu gidiyor böylece...” dedi, ardından bakarak.

Maglor ve adamları yanına indiler ve okçular da dışarı çıktı. Hepsi İnsan’a benziyordu ama cidden çok kalabalıklardı. Liderleri olduğu anlaşılan bir tanesi onlara selam verdi. “Buralarda Elf görmeyi pek beklemiyorduk!” Siyah saçlıydı ve asil duruşluydu. Maglor onda Elros’un duruşunun çok ufak bir kırıntısını görmüştü. Kollarını kavuşturması ve gözlerinin aldığı şekil, Numenor soyundan gelen pek çoğu gibi, onu andırıyordu ister istemez. Maglor, Elros’un soyundan birini ne zaman görse tanırdı.

“Biz de bu kadar kalabalık insanı bir arada görmeyi beklemiyorduk!” diye karşılık verdi Maglor. “Kimsiniz?”

“Ben Elphir.” dedi adam, birkaç askeriyle yanlarına gelirlerken. “Dol Amroth prensi. Kara Kapı’da kaybettiğimiz Prens Imrahil’in en büyük oğluyum.” Prens Elphir kardeşlerini de tanıttı. Kuzey’e gitme amacı güttüklerini söyledi, ancak Elphir Ulmo’yla konuşmasından ve kral olma niyeti olduğundan bahsetmedi. O olaydan sadece kardeşlerinin haberi vardı ve Elphir bu durumu aynen devam ettirmek istiyordu.

“Sanırım daha şanslı olamazdık.” dedi Celeblith memnuniyetle. “Kaç kişisiniz?”

“Ordumuz buranın biraz kuzeybatısında kamp kurmuş vaziyette, olabildiğince gözlerden uzak ve dağınıklar. Tabii tek bir boruyla aynen kuzeye olan yolculuğumuza devam edecekler. İki bin beş yüz kişiyiz.”

Çok geçmeden yirmi iki Elf ve Dol Amroth ordusu kuzeye yürümeye başlamıştı. Bir gün boyunca sorunsuz bir şekilde yürüdüler. Ecthelion, Maglor, Celeblith ve Elphir iyice birbirlerine alıştı ve kaynaştılar. Ossë’nin ordusunda komutan olacaklarsa birbirlerini tanımaları gerektiğini biliyorlardı. Karanlık Güçler’e karşı verilecek savaşta, Özgür Halklar tek yumruk olmalıydı.

Dumanlı Dağlar’a yakın bir yolda ilerledikleri sırada, Maglor bir kez daha orkları fark etti, öncü olarak önden gittiklerinden otuz-kırk kişiydiler ve Elphir de onlarlaydı. “Yine mi orklar?” diye şikayet etti Maglor. “Himring’teki günlerimizde bile orklarla bu kadar sık karşılaşmıyorduk.”

Ecthelion güldü ve kılıcını çekti. “Güneye iniyor gibiler, sanırım onlarla çarpışmaktan başka seçeneğimiz yok.” Valinor’da dövülmüş yepyeni kılıcı hoş bir tınıyla kınından çıktı ve hafifçe titreşti. Ñoldor’un hala yetenekli demircileri vardı ve kılıcın çeliğindeki güzellik bile Maglor’u eski günlere götürmeye yetti. Hala Ağaçların Işığı’nın parladığı dönemlere.

“Öyleyse onlara güzel bir tuzak hazırlayalım lordlarım, ne dersiniz?” diye teklifte bulundu Elphir gülümseyerek. İleride ağaçların sıklaştığı yeri gösterdi. Ağaçlar tırmanmaya uygundu. Pusu için mükemmel olabilirdi. Maglor ve Ecthelion Elf gözleriyle orkları incelerken yanlarında esirler olduğunu fark ettiler. “Esirleri var.” diye belirtti Maglor. “İki kişi. İnsan ya da Elf. Bu yüzden daha da dikkatli olmamız gerekiyor.”

Hepsi kısa sürede yerlerini aldı ve gürültü etmeden sessizce beklemeye başladılar. Hepsi dikkatle etraflarına bakınıyordu. Elphir, Tayf’ın çevresinde uygulanan taktiği önerdi, bu yüzden herkes yay kuşandı. Birkaç kişinin ise yayı olmadığından iyice ileri uca giderek orkları takip altında tutacaklardı. Ayrıca ok atışından sağ kalan olursa orkları arkadan da sarmış olacaklardı.

Orklar iyice yaklaştığında Maglor emri verdi. Yaylar gerildi ve dikkatle nişan alındı. Esirlerin kaflinenin arkasında elleri bağlı olarak getirildiklerinden vurulma ihtimalleri yoktu, başlarına kumaş gibi bir şey geçirildiğinden yüzleri gözükmüyordu. Maglor son kez emir verdiğinde gerilen yaylar serbest kaldı ve orkların hepsi aynı anda yere düştü. Elphir taktiğin bir kez daha işe yaradığını görünce gülümseyerek üstünde durduğu daldan aşağı atladı. Derhal bir askeriyle beraber esirlere doğru koştular, diğerleri de yavaş yavaş yaklaştılar ve Maglor, orklara ait olmadığı belli olan eşyaları ayırmaya başladı askerleriyle birlikte. Elphir esirlere seslendi. “Merak etmeyin iyi olacaksınız.”

“Elbereth’in parlak yıldızlarına şükürler olsun!” diye karşılık verdi esirlerden biri mutlulukla. Bir kadına aitti ses ve oldukça güzeldi. Elphir ve askeri iki esirin başındaki kumaşları çıkarttılar.

İkisi de Elf’ti. Elphir’in çözdüğü elf siyah saçlı bir erkekti ve uzun boylu, asil duruşlu bir adamdı. Elphir’den de kalıplıydı. Askerinin çözdüğü Elf ise kadın olandı ve gümüş mü gümüş saçları vardı. Dol Amroth’un kıyılarında uzanan denizler kadar da maviydi gözleri. Elphir ona baktığı an kör olmuş gibi hissetti, başka bir hiçbir şey göremediğini düşünüyordu ve kadın minnettar gözlerle önce askerine sonra da Elphir’e bakarken zaman yavaşlamış gibi geliyordu Elphir’e. “Size ne kadar teşekkür etsem az.” dedi.

“Gerçekten, çok teşekkür ederiz.” dedi adam da ona. Elphir gülümseyerek başını salladı, dili tutulmuş gibi geliyordu. “Ben Elphir.” diyerek tanıttı kendini. “Dol Amroth’un prensi.”

Kadın acıyan bileklerini ovuştururken Elphir’e minnettar gözlerle baktı bir daha. Hüzünlü bir gülümsemesi vardı yüzünde. “Ben Celeblir.” dedi kadın. “Tekrar teşekkür ediyorum, size hayatımızı borçluyuz.”

Elphir ona bakakalmıştı ve o masmavi gözlerin hayallerinde gördüğü gözler olduğuna emindi. Ulmo ne demişti: “Tilion’ın parıltılarından bir farkı yok saç renginin...” İşte gümüş saçlar ve aynısı olduğundan adı kadar emin olduğu o güzel yüz ve o gözler... Bu kadın birlikte Fornost’ta taç giyerken merdivenlere yürüdüğü ve kalbini fetheden kadındı. Elphir beyninden vurulmuşa benziyordu ama kibarlık gereği adama dönmesi gerektiğini biliyordu. O da adını söyleyecekti. Tam kafasını çeviremeden arkasından bir ses işitti:

“Celebrimbor? Bu sen misin?” Maglor’un sesi yüksekçe ve şaşkınlık içinde çıkmıştı. Adam ondan da şaşkın gözükürken Elphir bir anda hayallerinde gördüğü kadını da unuttu, kral olacağı Fornost merdivenlerini de öyle. Celebrimbor mutlulukla gülümsedi ve ona doğru gitti: “Ey babamın kardeşi! Ey, Maglor Geçidi’nin lordu! Ey Güçlü sesli!” diye seslendi Celebrimbor ona. Güç Yüzükleri’nin yapımcısı ve İkinci Çağ’daki Fëanor Hanesi’nin lordu Gümüş Elli Celebrimbor, amcası Maglor’a sarıldı ve herkes şaşkınlıkla onlara bakakaldı.

“Ey Eregion lordu! Eğer Elf Yüzükleri’nin yapıcısı! Ey kardeşimin oğlu! Mandos’tan dönmene sevindim!"