21 Ağustos 2015 Cuma

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Yedinci Bölüm: Sahibine Dönen Kılıç

Yedinci Bölüm: Sahibine Dönen Kılıç

    “SELAM OLSUN PRENS MAGLOR’A!” çığlıklarıyla inledi Gri Limanlar. Askerler defalarca bağırdı ve Uinen bile şaşkınlıkla kalakaldı. Çığlık tufanı sona erdiğinde ve en önde diz çöken asker konuştuğunda her yer sessizleşti: “Birinci Çağ’ın karanlığında ve Morgoth’un zulmü sırasında, ben Kral Finrod’un sancağı altında çarpışmıştım. Dagor Alcarin* sırasında da Prens Maedhros ve Prens Maglor’un atlarının ardında at sürme onuruna eriştim ve zaferlerine tanık oldum. Kuşkusuz ki Maglor Geçidi’ni savunan ve Morgoth’a karşı en önde savaşan bir lordun burada olması beni oldukça şaşırttı efendim.”
    “Adın ne?” diye sordu Maglor ona. Sanki sesi uzun zamandır çıkmıyordu. Zorlukla konuşmuş gibiydi. Ama sesi o kadar gür ve güzeldi ki Elladan tarif edecek kelime bulamıyordu. Askerin önünde bir kule gibi uzanmış bekliyor, yöneltilen övgülerden pek de memnun görünmüyordu. Övgü almak istemiyordu. Alacağı hiçbir övgü onun kalbindeki yaraya merhem olamazdı.
    “Luinil** prensim.” diye cevap verdi adam dik durarak ve ona gururla bakarak.
    “Beni iyi hatırlamana şaşırdım.” dedi Maglor. Sesi bu defa da kederli çıkmıştı. Kederliden ziyade ruhunu kaybetmiş bir adamın şevki ve pişmanlığın gölgesiyle.
       “Öldüğünüzü duymuştuk.”
    “Sanırım herkes öyle sanıyor. Yalan da değil Luinil. Bir ölüden farkım yok. Ruhumu çoktan kaybettim. Mandos’un Salonları’ndaki acıdan daha fazlasını çekiyorum.”
    Sessizlik çöktü o anda aralarına. Luinil üzülmüştü. Prens’in bu halde olması yüreğini yaralamıştı. “Bir ölüden farkınız olmasa prensim, az önce pek çok Elf’i kurtarmış olmazdınız.”
    Maglor o an diğerlerinin farkında varmış gibi oldu ve eliyle Luinil’e kalkmasını işaret etti. “Ben artık hiçbir yerin prensi değilim.” O sırada Uinen ve Ecthelion’la göz göze geldi. “Leydim. Lordum.” diyerek onları selamladı. “Denizlerin leydisini ve Gothmog’un Felaketi’ni buralarda görmeyi beklemezdim.”
    Uinen Luinil’in yanına kadar geldi. “Haberleri duymuş olmalısın Kanafinwë.”
    “Orta-Dünya’ya gölgenin düştüğünü biliyorum. Gri Limanlar’ın durumunu merak ettiğim için gelmiştim ve çok uzaklardan yanan ateşi görmüştüm. Hislerim beni yanıltmamış.”
    “Morgoth pençelerini ona o kadar derin geçirdi ki...” dedi Uinen.
    “Sauron asla ondan daha az kötü olmadı.” diye onu tamamladı Ecthelion. “Ama kuşkusuz ki hala umut varmış Orta-Dünya için. Eğer bir Ñoldorin prens buracıkta karşımıza çıkıyorsa, Hizmetkar’ın korkacak çok fazla şeyi var demektir. Eärendil’in oğlunun da hala yaşadığını hesaba katarsak...” dedi Ecthelion. Maglor arkasına döndü o sırada ve Elladan gülümsediğine şaşırdı. Ondan şu an bir gülümseme beklemiyordu. “Elrond.” dedi Maglor, sakince.
    Elrond da gülümseyişe karşılık verdi ve çok eski bir dostu görmüş misali yaklaştı Maglor’a. “Kanafinwë.” dedi Elrond ve iki Elf güçlüce kucaklaştılar. “Sizi özledim lordum.”
    “Ben de seni Elrond.” dedi Maglor ona. Elini omzuna koydu. “Seni en son gördüğümde kardeşinle beraber Valar’ın Ordusu’na katılmak üzere ayrılıyordunuz yanımızdan.”
    Biraz söyleştiler öylece. Özlemle ve kederle. Elrond, cidden onları son gördüğünde kendi “esirlik” hayatından ayrılıyor ve yanında kardeşi Elros’la beraber Valar’ın Ordusu’na katılmak üzere gidiyordu. Maglor da kardeşi Maedhros’la beraber onların gidişini seyrediyordu. En başta esirleri olsalar da ikisiyle de bir bağ kurmuştu Elrond ve Elros ve en sonunda yanından ayrılmak istediklerinde, Maedhros, Elrond’a ikinci kılıcını vermişi, Elros da Maglor’un kılıcını hediye olarak beline takmıştı.
    “Sizi görmek gerçekten güzel.” dedi Ecthelion Maglor’a.
    “Sizi de öyle. Sayısız Gözyaşı’nda gelişinizi hala unutmuş değilim.”
    “Yapmamız gerekeni yaptık.”
    Maglor tekrar selam verdi onlara. “Görevim sona erdiğine göre artık ıssız yaşamıma ve şarkılarıma geri dönebilirim sanırım. Hepinizi görmek çok güzeldi.” Arkasına dönüp adım atmaya başladığında hepsi şaşkın şaşkın ona baktılar ve Elrond anında seslendi ona doğru. “Nereye lordum?”
      “Orta-Dünya’nın atmosferine kendimi tekrar kaptıramam Elrond.”
    “Ama size ihtiyacımız var.” diye seslendi ona Uinen. “Eönwë gelene dek Sauron’u oyalamak zorundayız. Bu savaş siz yanımızdayken bile zor Prens Maglor. Sizsiz ne hale düşeriz bir düşünün.” Güzel gözleri endişeyle baktı ona doğru, ardında umut kırıntılarıyla. Maglor yarı arkasını dönük bir şekilde kaldı ve Denizlerin Leydisi’nin bakışlarındaki endişe kalbine kadar işledi.
    “Sizin kadar iyi bir kumandana sahip değiliz lordum.” diyerek onu destekledi Ecthelion. En az Maglor’unki kadar siyah saçları rüzgara uyum sağlarken sarı zırhı güneşle beraber parlıyordu. “Sayenizde neler başarabileceğimizi bir düşünün.”
    Maglor başını yukarı kaldırdı hafifçe ve ona derin bir bakış fırlattı. “Bir karanlık lordu yenmekte başarısız olduk. Yeminimizi tutamadık. Silmarilleri kaybettik. Gerçekten elinizdeki en iyisi ben miyim? Üç defa akrabalarını katleden ben?”
       Uinen ona doğru yürüdü. “Valar affedicir. Affedilmeyecek suç yoktur.”
       “Mesele benim kendimi affetmem.” diye karşılık verdi Maglor.
    “Dagor Aglareb’deki zaferiniz ya da Morgoth’un güçlerine karşı defalarca savunma yapmanız mühim şeyler değil mi lordum?” diye sordu Ecthelion ona. Maglor bir şey diyemedi. Kalbindeki keder her ne kadar yoğun olsa da Sauron’a karşı verilecek savaşta Orta-Dünya’nın Özgür Halkları’na büyük yardımda bulunabilirdi.
    Bu defa rüzgar öyle bir kuvvetlendi ki herkesin dikkatini çekti. Bulutlar toplandı gökyüzünde, rüzgar uğuldadı tüm gücüyle ve bir anda Gri Limanlar’ın üzerinde büyük bir dalga belirdi. Dalga bir anda şekillenerek önlerinde devasa bir kule misali dikiliverdi. Birinci Çağ’da dikildiği gibi Orta-Dünya’nın kıyılarına çıkmıştı bir kez daha Ulmo. Uzun bir zamanın ardından bizzat gelmişti.
    “Ey Fëanor oğlu Maglor!” diye seslendi ona. Ñoldor onu daha yeni gördüklerinden bu defa o kadar şaşkınlık geçirmediler ve eğilerek selam verdiler, ancak Elrond ve adamları şaşkındılar. Özellikle Maglor hayalet görmüş gibi bakıyordu. Bir Vala görmeyeli altı bin yıldan fazla zaman olmuş olmalıydı. “Orta-Dünya’nın yeteneklerine ihtiyacı varken çekip gidecek misin? Sizin için gerçek umut Batı’da uzanıyor, daha önce de olduğu gibi. Ama artık lanetli bir soy değilsiniz. Sen de lanetli değilsin. Üstelik cezanı çektin. Çekmedin mi? Hala çekmeye devam etmek mi istiyorsun? Hayatına devam etmenin vakti gelmedi mi?”
    Maglor önünde diz çöktü Ulmo’nun. Gözyaşlarını görebiliyordu Elladan. Kalbi onun için hüzünle doldu. Maglor diyecek bir şey bulamamıştı ve kalmayı kabul etti. “Lanetimiz yüzünden olsa gerek Sayısız Gözyaşı’nda ihanete uğradık ve bu yüzden Ñoldor’un kaderi çok acı oldu. Bu defa aynısı olmayacağına güveniyorum. Üstelik Sauron Ñoldor’un gücünü iyi bilir. Ona tekrar göstermek gerek.”
    Ulmo gülümseyerek başını salladı ve arkasına dönmeye başladı. “Uinen. Burası sana emanet. Ve Varda’nın yıldızları sizinle olsun ey Ñoldor! Sauron’a, efendisiyle kaderinin aynı olacağını gösterin.” Bulutlar dağıldı, rüzgar kesildi ve Denizlerin Efendisi suya döndü. Böylelikle Ñoldor tekrar bir başlarına kaldılar. Ecthelion yaklaştı Maglor’a. Elini uzattı. Eli tutan Maglor ayağa kalktı ve Ecthelion gülümseyerek ona baktı. “Ñoldor ordusu artık sizin prensim.”
    Böylece Ñoldor’un yolculuğu başladı ve Prens Maglor ordunun başına geçerek onları doğuya doğru yürütmeye başladı. Elrond’un aldığı bilgilerin ışığında hareket ederek Ossë’nin Bree’den Fornost’un yıkıntılarına doğru gittiğini düşündüler. Arnor’un bir zamanlar en güçlü kalesi olan Fornost’a doğru yol aldılar. Pelennor’da yok edilen Angmar’ın Cadı-kral’ı tarafından yerlebir edilmiş kalıntılardan ibaretti Fornost. Kale harabe olsa da duvarları hala yüksekti ve küçük bir orduyu tutmak için yeterliydi. Ossë’nin yanında her kim varsa mantıklı kararlar verebildiği kuşkusuzdu. Önce Bree’ye giderek ordularına katılabilecek insanlar aramış olmaları muhtemeldi. Son görenler onun kuzeye döndüğünü söylemişlerdi, demek ki Fornost’a gidiyorlardı.
    Yol çok uzun değildi ve zorlu geçmedi. Bölgedeki ork miktarı yok denecek kadar azdı ve bu da onların yararınaydı. Fornost’a geldiklerinde yüksek duvarlarına rağmen yıkık dökük bir kaleyle karşılaştılar ve borularını öttürdüklerinde tanınacaklarını umut ettiler. Kale kapıları kırıktı ama biraz onarılmışa benziyordu. Elrond kalenin yıkık olmasına rağmen sahip olduğu ihtişamı izlerken pek çok atlı çıkıverdi kapılardan ve Rivendell’in düşmüş lordu Rohirrim atlılarının öttürdüğü borunun tanıdık tınısıyla rahatladı. Erkenbrand’la beraber yol alan beş bin Rohirrim’in Ossë’yi bulmuş olmasına sevinmişti ve anlaşılan ya güçlerini birleştirmişlerdi ya da buraya sığınmışlardı. Dalgaların lordunun da burada olmasını diledi Elrond.
    Atlılar onlara kaleye kadar eşlik etti ve birkaç tanesi büyük bir coşku ve sevinçle önden dörtnala at sürerek borularını öttürdüler. Coşkulu boru rüzgarla beraber kale duvarlarını yaladı geçti ve gökyüzüne doğru ulaştı. Fornost bir anda bayram yerine dönmüştü.
    İçeri girdiklerinde büyük bir coşku ve sevinçle karşılaştılar. Yüzlerce insan vardı kalede. Silahlanmaya çalışan kuzeyli insanlarla doluydu her yer. Rohirrim’in atları şehrin başka bir tarafında toplanmıştı ve Rohirrim de oraya sığınmıştı. Şehrin ortalarına doğru Gri Limanlı Elflerle karşılaştılar ve akrabaların buluşması coşkulu ve duygu dolu oldu.
    Kuşkusuz en çok şaşıranlardan biri Ossë oldu ve karısına tüm gücüyle sarılarak gelenleri karşıladı. Fornost bir anda gücünü artırmış ve bir Maia daha aralarına katılmıştı. Üstüne üstlük gelen ordu da silahlı ve zırhlı Ñoldor ordusuydu. Başında da Maglor ve Ecthelion bulunuyordu.
    Ossë onları mutlulukla buyur etti ve Bree’de aralarına birkaç yüz insan katıldığını söyledi. Binden fazla kişiydiler. Birkaç yüz Elf de Gri Limanlar ve çevresinden gelmişti. Beş bin Rohirrim atlısı ve dört bin Ñoldor... İşte bu ciddi bir güç olarak görülebilirdi.
    Uinen, Elrond, Elladan, Maglor ve Ecthelion askerler kamp kurarken merdivenleri tırmanmaya başlamış ve Ossë’nin karargah olarak kullandığı yıkık taht odasına doğru gitmeye başlamışlardı. Ossë onlara başlarına gelenleri anlatırken, beş bin Rohirrim atlısı için Elrond’a teşekkür etmeyi de ihmal etmedi. Tam Maglor’la ilgili bir şeyler sorduğu sırada Rohirrim’in borusu bir kez daha çalmaya başladı. Ossë kaşlarını çatarak arkasına baktı. “Gelenler var.”
    Merdivenleri inmek zorunda kaldılar ve birkaç yaralının onlara doğru getirildiğini gördüler. Aerseron adlı Elf yaklaşarak selam verdi. “Lordum, kapılarımıza yaklaşan yaralılar bulduk ve Gondorlu olduklarını gördüğümüzde derhal içeri aldık. Morannon Savaşı’ndan sağ kurtulanlar olduklarını söylüyorlar.”
    “Savaştan sağ kurtulanlar mı var?” diye sordu Elrond şaşkınlıkla. O bunları söylerken yaralılar yanlarına kadar getirilmişlerdi. Ağır yaralı olanlar hemen revire taşındılar. Aralarında hafif yaralı olan bir tanesi soruyu duymuştu ve selam vererek Elrond’a seslendi. “Biz kurtulduk lordum. Kara Kapı’da büyük bir yenilgiye uğrasak da Sauron ve orkları hızlıca Gondor’a saldırabilmek uğruna Mordor’da çok az bir kuvvet bırakıp derhal Minas Tirith’e yürüdüler. Biz şanslı olanlardık. Kendimizi ordan hemen çıkartıp kuzeye yöneldik. Rivendell’in düştüğünü yolda öğrendik ve Rohirrim’in kuzeye gittiği söylendi bize. Biz de buraya kadar geldik.”
    Hepsi şaşkındı ve derhal Gondorlu askeri de alarak içeri girdiler. Kalanlar yaralılarla ilgilendi. Çok geçmeden Erkenbrand da onlara katıldı. Gri Limanlı Elflerin birkaç temsilcisi de beraberinde gelmişti.
    Adam Maiar’ı görünce şaşırmıştı elbette ve neler olduğunu anlaması biraz zor oldu. Ancak açıklandığında oldukça sevindi ve Sauron kadar güçlü birilerinin karşısında oturduğunu anladı. Uzun siyah saçları ve kahverengi gözlere sahip, uzun bir adamdı. Elinde beze sarılmış uzun bir şey tutuyordu ve bir kılıcı andırıyordu.
    “Elinizdeki ne?” diye sordu Ecthelion ona. “Bir kılıca benziyor ve çok sıkıca sarılmışsınız ona.”
    Adam gerçekten de elinden düşürmemişti kılıcı ve vücuduna yapışık tutuyordu sürekli.
    “Bunu savaş kalıntılarının arasında buldum. Toprak ve kirin içinde.” dedi adam ve kılıcı koydu masanın üzerine. Bezi etrafından çıkarttığında müthiş bir kılıç çıktı karşılarına. Gözleri kamaştırıyordu ve çeliği ışıl ışık parlıyordu. Üzerinde şu sözler yazıyordu: "Anar. Nányë Andúril I né Narsil i macil Elendilo. Lercuvantan i móli Mordórëo. Isil."(Güneş. Ben bir zamanlar Elendil’in kılıcı Narsil olan Andúril’im. Mordor’un köleleri benden kaçacaklar. Ay.)
    Bizzat karşılarında Kral Aragorn’un kılıcı uzanıyordu.
    Adam şaşkın bakışları bir soru olarak algıladı ve konuştu: “Evet, Andúril. Kral Aragorn’un kılıcı. Elendil’in kılıcı olan Narsil’in yeniden dövülmüş hali. Kralın bedeninin yanından aldım kılıcı. Onu orada bırakmaya içim elvermedi.” Adamın gözyaşları yanaklarına hücum etmişti, son cümleyi söylemekte bile zorlanmıştı.
    Masaya doğru yaklaşan Maglor, kabzasına elini gezdirdi ve soğukluğunu hissetti. Bir anda tüm gözler ona döndü çünkü çok yakından incelemişti kılıcı ve birazdan eline alacak gibi duruyordu.
    “Narsil... ” dedi kendi kendine. “Bu kadar zaman sonra onu görebileceğimi hiç düşünmemiştim.”
    “Nasıl yani?” diye sordu Erkenbrand. “Bu kılıcı görmüş müydünüz?”
    “Narsil, Nogrod’da, Birinci Çağ’ın 101.yılında kılıç ustası Telchar tarafından dövülmüştü.” Sesi sanki bir an için güçlenmiş ve belki de coşkuyla şarkılar söyleyebildiği bir zamana dönmüştü. “Kardeşim Curufin de onun tarafından yapılmış bir bıçak kullanıyordu. Angrist. Beren Erchamion’un babamın Silmarillerinden birini Morgoth’un tacından kesmek için kullandığı kılıç. Kuşkusuz kardeşimin ellerinden daha iyi hizmet etti ona. Narsil de Telchar tarafından yapıldı.”
    Maglor bakışlarını hala ayırmamıştı ve her detayını inceliyor gibi gözüküyordu. “Ağabeyim ve kardeşlerimle onları Nogrod’da ziyaret etmiştik. Belegostlu cüceler de vardı. Güzel zamanlar olduğunu söyleyebilirim. Narsil’i ilk o zaman gördük. Curufin Angrist’i o zaman aldı, ağabeyim Maedhros Kan Gözyaşı’nı o zaman kuşandı.”
    Elleri kabzasını kavradı Narsil’in ve gülümseyen gözlerle havaya kaldırdı. “Ah güzel kılıcım. Ellerime döneceğini hiç tahmin etmezdim ama bu eller seni cidden özlemiş.”
    Şaşkın bakışlar toplandı üzerinde Maglor’un. Gondorlu adam, Erkenbrand ve diğerleri şaşırmıştı. Elbette Elrond, Maiar ve Ecthelion bunu paylaşmıyorlardı.
    “Bu kılıç sizin miydi?” diye sordu Gondorlu adam.
    Maglor başını salladı. “Evet. Gazap Savaşı’nın ilk yılında Elrond ve Elros yanımızdan ayrılmıştı. Bu kılıç Elros’a hediyemdi ve ona nesilden nesile aktarmasını öğütlemiştim. Öğüdümü tutmuş.” Hala yüzü gülmemişti ama gözlerinin içi kesinlikle gülüyordu. Güçlü-sesli Finwë böylelikle uzun zamandır dokunmadığı kılıcına kavuşmuştu. “Bakın, dinleyin.” dedi diğerlerine. “Sahibine gerçekten bağlıymış kılıç ve şu an yas tutuyor.” Gondorlu adamın ağladığını görmek için sesini duymaya ya da şişmiş gözlerini görmeye ihtiyacı yoktu Maglor’un. Adam kendini topladığında Maglor’dan kılıcı Kral Aragorn’un intikamı adına kullanması için söz istedi. “Size yalvarıyorum lordum.” dedi adam. “Şu güne kadar gördüğüm en kudretli varlıklar karşımda oturuyor. Üstelik kılıç da gerçek sahibine dönmüş vaziyette. Size yalvarıyorum, onun adını yaşatın ve intikamını alın.”
    Fëanor’un yaşayan tek oğlu Andúril’i kabzasına koyduktan sonra adama yaklaştı ve elini omzuna koyarak ona söz verdi. Kalbi ferah bir şekilde yanlarından ayrılan adam Ossë’nin ordusunun komutanlarını böylelikle baş başa bıraktı ama Maglor’un düşünebildiği tek şey “intikam” sözcüğüydü. İntikam... Kral Aragorn’un intikamı... Adamın söylediği sözler kulaklarında yankılanmaya devam ederken Ossë savaş planlarından ve pek çok başka şeyden bahsetmeye başladı ama Maglor başka bir şey düşünemiyordu. ‘Daha önce başka bir kralın intikamı için çıktık yola ama yenilgimiz ağır oldu.’ diye geçti içinden. ‘Ah arsa’thair... Ah Atar... Ah hanno... Beni neden yapayalnız bıraktınız burada? İntikamlarınızı alamadım, beni affedin...’

    Gece üzerlerine çöktüğünde ve güneş uzaktan Arien’in yardımlarıyla batmaya başladığında Fëanor’un yaşayan son oğlu Maglor Kanafinwë kederi, yeni kılıcı ve önlerinde uzanan devasa bir savaşla baş başa kalmıştı.

***

Notlar:

*Alcarin: Quenya'da "Şanlı" demektir. Dagor Alcarin dolayısıyla Dagor Aglareb olarak bilinen Beleriand Savaşları'nın üçüncüsünün Quenyadaki söyleniş halidir.

**Luinil: Quenyada Mavi Yıldız demektir

Arsa'thair: Büyükbaba demektir. Finwë kastedilmiştir.

Atar: Quenyada baba demektir. Fëanor kastedilmiştir.

Hanno: Quenyada erkek kardeş demektir. Maedhros kastedilmiştir.


9 Ağustos 2015 Pazar

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Altıncı Bölüm: Sağ Kalan Yeminkar

Altıncı Bölüm: Sağ Kalan Yeminkar

    Ayrıkvadi’nin her tarafı dolup taşmaya başlamışken Lord Elrond, kızının yanında öylece oturmuş derin kederine çare olmaya çalışıyordu. Hava kasvetliydi. Sonbaharın en boğucu havalarından birine tanıklık ediyorlardı. Yapraklar hiç olmadıkları kadar sararıyor, gökyüzü hiç olmadığı kadar bulutlanıyordu. Eldar yıldız ışığını severdi, ancak hasret kalmışlardı. Güneşin ışığını bile o kadar çok göremiyorlardı.
    Arwen en kötü haberleri duymuştu. Aragorn’un düştüğünü biliyordu. Ruhu acılar içindeydi ve Elrond’un elinden hiçbir şey gelmiyordu ama kızı tüm gücüyle ağlamıştı, şu an sadece derin derin nefes alıyor, boş gözlerle yerdeki taşları seyrediyordu.
    Lindir, uzun boyuyla içeri girdi. Biraz utana sıkıla Elrond’a seslendi: “Lordum.”
    Baba ve kızı başlarını kaldırıp Lindir’e baktılar. Lindir devam etti: “Gelenler var.”
    Ses tonundan gelenlerin ork ya da Sauron olmadığını anlamıştı Elrond. “Kim?”
    “İnsanlar.” dedi Lindir. “Akın akın insan geliyor lordum, kuzeyden ve güneyden. Özellikle de batıdan.”
    Ayrıkvadi lordu şaşırmıştı. “Batıdan mı?”
    Başını salladı Lindir. Serin odadan dışarı doğru çıkarken Arwen’i kederiyle yalnız bıraktılar ve Orta-Dünya’nın karanlık atmosferine beraber adım attılar. “Arnor’un kalıntılarının arasındaki pek çok insan bir şeyden kaçarak buralara gelmiş.”
    Basamakları inip ana kapıya doğru yürürlerken Elrond endişe ve kuşkuyla ona baktı: “Sauron’un eli çoktan oraya ulaştı mı?”
    Başını iki yana salladı uzun boylu Elf: “Gri Limanlar’a gittiğini biliyoruz ama oradaki işini bitirince Mordor’a döndüğü de kesin. Orklarının başına.”
    “Ve Lothlórien’e saldırdığı da...” Elrond karanlık düşüncelere kapıldı, ancak Leydi Galadriel’in ona söylediği son sözleri çabucak kafasından atıp konuya döndü. “Öyleyse kimden kaçtılar?”
    “Siz sorarsanız daha iyi olur diye düşündüm Lordum.” dedi Lindir eliyle ana kapıda biriken yüzlerce insanı göstererek. Ayrıkvadi son direnme noktalarından biri olacaktı kuşkusuz. Ancak tutmaları mümkün değildi. Sauron en önde duvarlarına saldırırken mümkün değildi.
    Mülteciler yüzlerce kişiydi. Kuzeyli insanlar oldukları belliydi ve korku içindelerdi. Genelde gri ve kahverengi kııyafetlere sarınmış, yorgun argın yüzlerle oldukları yerde şaşkın gözlerle Ayrıkvadi’yi inceliyorlardı. Büyülenmiş gibiydi hepsi. Elrond liderleri olduğunu düşündüğü adama doğru giderken Elfçe onlara yemek ve su getirilmesini emretti.
    İnsanlar Elrond’u görünce, asaletinden olsa gerek, oldukları yere sindiler ve pek çoğu eğilerek selam verdi. “Lideriniz kim?” diye sordu Elrond onlara.
    Kırklı yaşlarında bir adam öne çıktı: “Benim, efendim. Adım Minil.”
    İnsanların Bree’den kaçtıklarını öğrendi. Zorlu bir yolculuk geçirmişlerdi ama hızlı hareket etmişlerdi.
    “Neyden kaçtınız?” diye sordu Elrond ona.
    Minil’in yüzüne gölge düştü. Bakışlarını kaçırdı. Acı bir anıyı, keskin bir korkuyu tekrar yaşıyor gibiydi. “Onu uzaktan görmemiz bile yetti. Yanında çok fazla asker yoktu ama öfkeyle doluydu... Bağırıyor, çağırıyor, intikam yeminleri ediyordu sanki. Devasa bir dalga gibi uzanıyordu. Daha önce hiçbir şeyden o kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Sadece bir an bakabildim ona. Tüm Bree korku içinde titredi. Geride kalanlara ne olduğunu bilmiyorum.”
    Elrond duyduklarına şaşırmıştı. “Sauron’dan bahsetmiyorsun değil mi?”
    “Hayır. Sauron gibi karanlıklar içinde değildi. Yüzük taktığı da yoktu. Mavimsi bir zırhı vardı, uzun boyluydu. gümüş rengi saçları vardı sanki ama miğferinden dolayı emin olamıyorum. Çok uzun süre görme fırsatım olmadı.”
    Ayrıkvadi’nin lordu neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. “O kim olabilir ki?”
    “Bilmiyoruz efendim ama Sauron’dan yana mı ondan emin olamasak bile korkutucu olduğunu garanti edebilirim size. Sauron’un tekrar yükseldiği haberleri geldiğinden beri korku içinde yaşıyorduk zaten. Bu da artık kaçmamıza sebep oldu.”
    Elrond elini onun omzuna koydu. “Burada güvendesiniz. Dinlenin.” O bu sözleri söylerken bir boru duyuldu uzaklardan. Hüzünlü hüzünlü Imladris boyunca yankılandı ve duvarlara çarpıp kayboldu. Yaralılarla ilgilenen bir Elf bunu duymuştu ve başını kaldırıp kapıların ardına baktı: “Bu Rohirrim borusu!”
    Bir heyecan dalgası sardı etrafı ve gözcülerden “Kapıları açın!” sesleri yükseldi. “Elladan ve Elrohir geliyor!” Elrond ve Lindir hızla ana kapıya doğru yöneldiler ve kapılar gürültüyle açıldı ve uzaklardan görülen bayrak seline Elrond bile epey şaşırdı. Şaşkınlığı dile getiren Lindir oldu: “Kaç kişiler öyle?”
    “Yüzlerce”den fazla oldukları kesindi, içeri girmeleri uzun sürdü. En önde Elrond’un oğulları ve Rohirrim’in komutanı olduğu belli olan nispeten yaşlı bir adam gelmişti. Yerleştiler hızla ve Elrond oğullarıyla hasret giderdi. Çalışma odalarından birinde, geniş olanlarından bir tanesinde, Rohirrim’in komutanı onları bekliyordu. Elrond oğullarıyla birlikte onun yanına gitti.
    “Lord Elrond.” diyerek selam verdi ona Rohirrim. “Ben Erkenbrand.”
    Elrond tanımıştı Erkenbrand’ı. Gandalf’la birlikte Hornburg Savaşı’nın kaderinin değiştirilmesinde büyük rol oynamıştı. Kısa selamlaşmaların ardından Erkenbrand, Elrond’un oğullarına baktı: “Oğullarınız sayesinde hayattayız lordum. Topraklarımızı kaybettik ama en azından onlar için savaşabiliriz.”
    “Elladan ve Elrohir’in geri dönmesini ben de beklemiyordum ancak Valar merhametli. Topraklarınız için üzgünüm, umarım onları tekrar güzel sancağınız üstünde dalgalanırken görebilirsiniz.” Elrond bunu tüm yüreğiyle dilemişti.
    “Neler oldu anlatın bana.”
    “Elladan ve ben Kara Kapı’nın düştüğü haberi üzerine kuzeye yöneldik. Aragorn’un geçitleri korumak üzere bıraktığı Rohirrim’le karşılştık yolda, bize katıldılar ve hızla Edoras’a giderek Erkenbrand’ı uyardık. Onlar da orada savunamayacaklarını biliyorlardı.” diye anlattı Elrohir.
    “Doğal olarak Hornburg’ü düşündük, ancak Sauron’a karşı tek başımıza savaşamayacağımız kesindi. Üstüne üstlük Sauron yolları denetlesinler diye silahlı orklar ve troller yollamıştı.” diyerek devam etti Erkenbrand.
    “Biz de onları buraya davet ettik Atar.” diye tamamladı Elladan onu. “En azından Imladris güçlü bir kale.”
    “İyi yapmışsınız.” diyerek onayladı Elrond. Endişeli bir gözle baktı pencereden dışarıya doğru. Bir umutsuzluk dalgası çöreklendi yüreğine. Onlara batıda yükselen yeni tehditten bahsetti ve fikirlerini aldı. Hiçbirinin o bahsedilen miğferli adamın kim olduğuna dair bir fikri yoktu.
    “Kaç askeriniz var lordum?” diye sordu Elrond, Erkenbrand’a.
    “Beş bin Rohirrim atlısı.”
    “Öyleyse hepiniz batıya gidin.”
    Elladan da, Elrohir de, Erkenbrand da şaşkın şaşkın baktılar Lord Elrond’a. “Nasıl yani?” dedi Rohirrim kumandanı.
    “Batıdaki tehdidin ne olduğunu görmeye gidin. Araştırın. Anlatılanlardan yükselen bu gücün bir İnsan ya da Elf olmayacağı belli.”
    “Yani bir Maia mı?” diye sordu Elrohir şaşkın bir şekilde. “Valar bu kadar erken yardım göndermiş olamaz.”
    “Bilemeyiz.” dedi Elrond. “Ancak kuzey hala güvenli, Rohirrim de oraya en hızlı şekilde ulaşabilir. Eğer dostsa onu güçlendirmiş oluruz ve yardımlarını bekleriz. Düşmansa neler yapılacağına da Lord Erkenbrand karar verebilir.”
    Ölçüp tarttılar aralarında ve uzun uzun konuştular. En sonunda Erkenbrand, Elrond’u haklı buldu ve batıya doğru gitmeye karar verdi. Gün batarken beş bin askeri uğurlayan Elrond ve çocukları atlıların gidişini seyretti ve daha o dakika Elrond’un kalbine bir karanlık çöreklendi. Gölge’yi beklerken aklına batıdaki yeni rüzgarlar takıldı ve zihni oralarda dolaştı.
    Güneş iki defa Arien’in rehberliğinde Arda’yı turlayıp iki gün geçtiğinde Imladris savunmalarını hazırlamış ve üstüne çökmek için fırsat kollayan gölgelerdeki hayaletlerin uzun kollarına karşı gözlerini dört açmıştı. Elrond sarı zırhını kuşanmış, İlk Çağ’dan kurtarmayı başardığı Nogrod yapımı kılıcını kınına takmıştı. Güneş üçüncü defa batmaya hazırlanırken gölgeler en uzun hallerini almaya başladılar ve bir rüzgar onlara eşlik etti.
    Altın Çiçek Hanedanı’nın reisi, Balrog katili ve Mandos’un Salonları’ndan dönmeyi başaran Elf Lordu Glorfindel içeri girdiğinde orkların yaklaştığını haber almışlardı. “Gölge yaklaşıyor.”
    “Artık bizim için son geldi.” dedi Elrond. “Ne kadar çabalasak da olmadı. Yüzük ona geri döndü ve karanlık üstümüze çöktü.”
    Glorfindel derin bir nefes alarak pervaza dayandı elleriyle ve batan güneşi seyretti. “Orkların ayak seslerini duyar gibiyim.” Altın saçları güneşin kızıl ışıklarından dolayı kızıla çalan bir renkte gözüküyordu ama dalgalarına rüzgar eşlik etmiyordu.
    “Ben de öyle.” dedi Elrond ve ona doğru baktı. “Sıkıştık. Çıkamıyoruz.”
    “İronik aslında.” dedi Glorfindel, kendini gülümsemeye zorlayarak. “Tarih tekerrür ediyor. Bundan altı bin yıl önce Karanlıklar Efendisi’ne karşı son umut ve son kale olan Gondolin’in içinde sıkışıp kalmıştım. O zaman da orkları duyar gibiydim. Balrogların kükremeleri kulaklarıma geliyordu sanki. Ejderhaların alevlerini ensemde hissediyordum. Şimdi de Sauron’un yüzüğünün parlaması gözümü alıyor sanki. Büyük karanlığın bir kopyası önümüzde uzanıyor.”
    “Ama ondan kurtulmayı başardın.”
    “Arkamda küller bırakarak...” dedi Glorfindel. Uzun bir sessizlik oldu. Elrond, ona o günler hakkında soracağı her şeyi sormuştu zaten. Tek yapabilecekleri gölgenin gelişini beklemekti. Aklına yeni bir fikir gelmiş gibi bakan Glorfindel kaşlarını çattı. “Lordum.”
    “Evet?” dedi Elrond ona dönerek.
    “O karanlık günlerden nasıl kurtulduğumuzu hatırlarsınız. Babanız gidip bizzat Valar’dan yardım istemişti. Eğer Sauron’un karanlığından kurtulmak istiyorsak da bu defa Eärendil’in oğlu gitmelidir belki de.”
    Elrond şaşırmış gözlerle baktı ona. “Halkımı ve kalemi yalnız bırakamam lordum.”
    Glorfindel ona baktı ve gülümsedi. Bir elini çenesine koydu. Güneşin son ışıkları da ufukta kaybolurken Elrond’un gözlerine baktı. “Yalnız bırakmayacaksınız. Başlarında ben olacağım. Vilya’yı da bırakmanız gerekecek. Gri Limanlar’a gidecek, eğer bir gemi kaldıysa Valar’ın yanına gideceksiniz ve babanızın yaptığı gibi yardımlarını isteyeceksiniz. Nasılsa Eldar’dan sayılmayı istediniz ve en az benim kadar bir Ñoldo’sunuz. Valinor’a kabul edileceksiniz ve biz de aradığımız yardımı bulacağız. Eğer zamanında bulamayacak olsak bile Mandos’un Salonları’nı bir kez daha ziyaret eder, halkımıza orada da yol gösteririm. Sauron’un karanlığına karşı savaşarak ölmekten hepsi gurur duyacaktır.”
    Tartışmaları uzun sürdü. Elrond en başta elbette ki kabul etmediyse de, birilerinin Batı’ya gönderilmesi gerektiğinin farkındaydı. Güvendiği birkaç kişiyi yollamayı teklif etti. Glorfindel ise ikna olmadı ama Elrond’un da ikna olmaya niyeti yoktu. En sonunda orkların elinden artık nasılsa kurtulamayacağını söyleyerek kalması konusunda Glorfindel’i de ikna etti.
    Bu sırada borular öttürüldü ve herkesin bakışları kapılara doğru kaydı. Elrond da Glorfindel de yerlerini aldılar ve askerlerinin başına geçtiler. Oğulları ve Arwen de geldi. Arwen tüm kederini kenara bırakıp silahlarını kuşanmıştı ve Lúthien’in bir yansıması misali yıldızlardan parçalar saçarak askerlerin arasında gezindi.
    Borular yaklaştı ve sesler arttı. Kapıya vurulmaya başlandı. GÜM sesleri her yanı sardı. Hepsi karanlığı üzerinde hissediyordu ve kapıdan gelen sesler çok geçmeden son buldu. Herkes bir şeylerin döndüğünü anlamıştı. Elrond, Glorfindel’e baktı. “Şimdi de o geliyor. MANWA!”
    Herkes hazırola geçti ve mızraklar öne doğrultuldu. Mızrakların bıçaklarının seslerini keskin bir büyü patlaması takip etti ve Imladris’in kapısı toz ve ateşler içerisinde paramparça oldu.
    Glorfindel işte o anda, güzel sesiyle haykırdı: “Natúra apairë en Ñoldor!”
    Herkes onu tekrar etti: “Natúra apairë en Ñoldor!”
    İşte savaş o sırada başladı ve ork yığınları yerine sadece tek bir kişi gördüler: Yüzüklerin Efendisi’ni.
    Sauron ağır adımlarla ve korku dolu bakışlar arasında ilerledi. Orkları da kapıdan yavaş yavaş girmeye başladılar ve sessizlik ölüm gibi üzerlerine çöktü. Imladris’in asıl kısmına giriş sadece köprüden mümkündü ve Elrond o kısma çok güvense de Sauron’a karşı tutamayacaklarının farkındaydı. Sauron ilginç bir şekilde orklarını önden yollamak yerine kendisi yaklaşmayı sürdürdü ve her adımında zaman yavaşladıkça yavaşladı. Köprüye adım atmakta da tereddüt etmedi ve fırtınayı başlatacak sözler Elrond’un ağzından döküldü: “LEITHIO I PHILINN!”
    Okçuların yayları böylece orkların ölüm şarkısını söylemeye başladı ve Sauron oklardan kendini korusa da arkasındaki birlikleri bundan nasibini aldı ama orkların hiçbiri durdurak bilmedi. Cesetlerin üzerine basarak ilerlemeye devam ettiler ve köprünün önünde bekleyen savunma Sauron’un tek bir saldırısyla çözündü. Imladris artık düşüşüne çok yakındı.
    Şarkılar kuşkusuz Imladris’in Düşüşü’nü Sauron’un en büyük zaferlerinden biri olarak anlatacaktı, çünkü o kadar kaybı başka hiçbir savaşta vermemişti. Imladris’in Elfleri öyle bir savaşmışlardı ki Sauron onlardan herhangi birini öldürmek için en az beş orkundan fedakarlık yapmak zorunda kalmıştı. Elbereth’in gözbebekleri altında Imladris kana boğuldu ve Elrond son savunmaların arkasına çekilmek zorunda kaldı. Kalbi kederliydi. Kızı Arwen ve oğlu Elrohir esir düşmüştü. Elladan yanıbaşındaydı ve Glorfindel ortalıklarda yoktu ama savaşmasının sesi herbir yandan duyuluyordu. Kılıcını her savuruşu Imladris’te yankılanıyor, devirdiği orkların gürültüsü taş zeminden gökyüzüne yükseliyordu.
    Elrond onun dediklerini düşündü. Zihninde bir bir yankılandı sözleri. En sonunda “ÑOLDOR’UN ZAFERİ BÜYÜK OLACAK!” diye bağırdığında sesleri kesildi ve Elrond ona yardım edemediği için kalbindeki karanlıkla öylece durduğu yerde kalıverdi. Gelen orklar askerleri tarafından bir bir düşürülüyor ve Karanlıklar Efendisi henüz bu tarafa hareket etmiyordu.
    Ama bu uzun sürmedi ve çok geçmeden savunma hattının önünde belirdi tüm karanlığı ve haşmetiyle Karanlıklar Efendisi. Miğferi takılıydı hala ve Elrond onun karşısına çıktı. Söyleyecek bir şeyi yoktu, Sauron’un da ona söyleyecekleri kalmamıştı. Üstelik ne istediği de belliydi. Sauron ona büyüsünü yaptığında Elrond, Vilya’yı parmaklarından çoktan çıkarmıştı ve Sauron’un ona vurduğu gürze engel olamayarak birkaç metre ileri uçtu. Karanlıklar Efendisi ona doğru yürüdü ve düşürdüğü Vilya’yı yanıbaşından alıverdi karanlık elleriyle. Öldürücü hamleyi yapmaya hazırlanırken oğlu Elrohir’in çığlıkları duyuldu ve birkaç askerle beraber Sauron’a saldırdılar arkadan.
    “ATAR!” diye bağırdı ona Elrohir. “BURADAN GİTMEK ZORUNDASIN!”
     Elrond ona yardım çağırmak zorunda olduğunu biliyordu. Elrohir’in de Glorfindel’in de haklı olduğunu biliyordu. Zorlukla yerinden kalktı ve bir bir düşen askerlerin arasından geçip Elladan ve birkaç askeriyle birlikte gizli geçitlere doğru yöneldi. Sauron, Elrohir’le uğraşırken, Elladan’ın kardeşinin arkasından hüzünle baktığını gördü ama o karanlık figürün arkasında karanlık lordla korkusuzca mücadele eden Elrohir onlara bakıp sadece gülümsedi ve yıldızlar aydınlatmış gibi parlak yüzüyle onlara veda etti.
    Sauron birnevi Elrond’un gidişini umursamadı. Valar’a haberin ulaştığını zaten biliyordu. Vilya’yı da ellerinden almıştı ve Imladris’teki zaferi kesin olmuştu. Elrohir aradan çok geçmeden askerleriyle birlikte düştü ama onun hikayesi henüz bitmedi. Şarkılar henüz Elrohir’in kılıcı ve miğferinden bahsetmeyi bırakmamıştı.
    Elrond ve beraberindeki yirmi beş askerin nasıl olup da Gri Limanlar’a kadar gittikleri hiçbir hikayede yazmamıştı. Sadece birkaç mülteciyle yolda karşılaştıkları ve hızla batıya yol aldıkları bilinirdi. En sonunda Gri Limanları gördüklerinde ise içlerinde yanan son umut alevleri de sönüvermişti.
    “Alevler içinde.” Elladan’ın sesi şarkılardaki gibi hüzünle çıkmıştı.
    “Henüz tüm umudumuzu kaybetmeyelim.” dedi Elrond ve hızla adımlarına devam etmeye başladı. Durmuş olan kafile de peşisıra onu takip ettiler. Gri Limanlar’dan yükselen alevlerin dumanları sürekli harlanıyormuş gibi yükseliyor ve güçleniyordu. Yol uzun sürmüştü ama artık bir sonu vardı. İyi ya da kötü.
    Adımları sona yaklaşıp şehir iyice büyürken gözleri önünde Elrond bir rahatsızlık hissetti ve etrafına bakındı. Huzursuz olmuştu ve sanki izleniyormuş gibi hissediyordu. Her adımında huzursuzluk hissi daha da arttı.
    Elini kılıcının kabzasından ayırmadı ve çok geçmeden kötü hislerinin sebebini anladı.
    Elliden fazla ork ağaçların arkasından fırlayarak üzerlerine gelmeye başladı. Limanlar’a çok yakın olsalar da orada hiç Elf olmadığı belliydi. Aksine her yer ork kaynıyor gibiydi.
    Elrond ve askerleri kılıçlarına sarıldılar ve onları beklediği anlaşılan orkları karşıladılar. Sayıları azdı ama orkların devamı asla bitmeyecek gibi geliyorlardı. Gri Limanlar’dan da bir hareketlilik gözüne çarptı Elrond’un. Uzaktaki kara şekiller Gölge sanki onlara karanlıkta yayılma emri vermişçesine pusu birliğine yardıma gelmeye başladılar.
    Imladris halkı büyük bir cesaretle savaşmaya başlasa da işleri kötü gidiyordu. Bir bir askerleri düşüyor, Elrond yoruluyor, Elladan’ın kılıcı öncekinden daha az can almaya başlıyordu. Her kılıçlarını savuruşlarında daha az ork yere düşüyor, daha çok Elda kanı Gri Limanlar’ın güzel topraklarını kırmızıya boyuyordu. Ork çığlıkları her yanlarını sarmaya başladı.
    Karşısından gelen bir kılıcı karşılayarak orku biçen Elrond için zaman bir anda durdu. Ufukta, batıda, hareketli şekiller görmüştü. Sanki deniz canlanmış da dalgaları kafasına göre hareket ediyor gibiydi. Ulmo çağrılarını duyup da mı gelmişti acaba? Yoksa onlar gemi miydi? Elrond hayal gördüğünü sandı bir an. Gözlerine inanamadı.
    Teleri’nin kuğu gemileri kendilerini belli edecek kadar yaklaştıklarında, Limanlar’daki saldırıyı fark etmiş olacaklar ki borularını öttürdüler ve adeta gelişlerini haber verdiler. Bu orkların biraz dikkatini dağıtmış olsa da Elrond sonunun yaklaştığının farkındaydı.
    Bugün şanslı bir gün olmalıydı. Bugün Valar’ın tüm kutu onlarla birlikte olmalıydı.
    Elrond yere kapaklanmıştı, on beşten fazla ork ona yakındı ve ağaçların her yanından birer tanesi fırlıyordu sanki. Karanlık her yanlarına yayılıyor Elladan babasına ulaşmak için yırtınıyordu. Orkların kaptanı olduğu anlaşılan bir tanesi kılıcını kaldırmıştı ve Elrond’la gözgöze gelmişti. Elladan kılıcını etrafında alevler varmış gibi savurarak önündeki orkları biçti ama babasına ulaşamadığı için çıldırıyordu. Derken çok uzağında olmayan bir yerde, yaklaşan birini gördü. Tek bir kişiyi. Bir ork değildi, alabildiğine uzun boyluydu. Seçebildiği kadarıyla sarı bir zırh giyiyordu ve inanılmaz kirli mavi bir pelerini vardı. Ama o kadar kirlenmişti ki, bazı yerlerine gri bile denebilirdi. Saçları kuzguni siyah rengindeydi. Yürüşüyünde bile öyle bir tını vardı ki Elladan böyle bir şeyi daha önce görmemişti. Belki Leydi Galadriel’in asaletiyle dahi yarışabilirdi.
    Uzun bir kılıç tutuyordu elinde. Gözlerinin nasıl baktığını göremiyordu ama saçları da kıyafetleri gibi kir içerisindeydi. Şiddetlenen çarpışmaya hemen atılmak için koşmaya başladığında Elladan nedense içinin huzur dolduğunu hissetti. Huzurla beraber bir karanlık gelse de yanında. İkisinin bir arada bulunabileceğini hiç düşünmemişti.
    Kara saçlı adam öyle bir atılmıştı ki orkların üzerine, Elladan böylesi bir kılıç yeteneğini Lord Glorfindel’de bile görmemişti. Babasının stilini andırıyordu ama ondan çok daha kıvrak ve hızlıydı. Ve oldukça da ölümcül...
    Orklar bir bir düşmeye başladılar ve yeni adamın yarattığı kılıç fırtınasının içine dalmaktan kurtuldular. Ayakta kalmayı başaran bir avuç Imladris askeri kara saçlı adamın etrafında toplanmaya başladılar. Hepsi ayaklarını yere sağlamca bastı ve Elf olduğu anlaşılan kara saçlı adam ağzını bile açmamasına rağmen orkların cehennemi oldu ve Elrond da ayağa kalkarak ona katıldı ve Teleri’nin kuğugemileri limana demir atacak kadar yaklaştıklarında, bir avuç adam yüze yakın orkun cesedinin üzerinde duruyordu. Kara saçlı Elf sayesinde toparlandılar ve hızlıca Teleri’yi karşılamak üzere limanlara doğru yürüyen orklara doğru koşmaya başladılar. Elladan, kara saçlı Elf’in tüm dikkatini öne verdiğini gördü ve kimse ağzını bile açmadı.
    Gri Limanlar’a sonunda girebildiklerinde yüzlerce orkun limanda uzandığını gördüler ve gemilerin içinde sapsarı zırhları bir deniz gibi uzanan binlerce Ñoldo... Gil-galad’ın ordusunu tekrar görür gibi olduğunu hissetti Elrond. Sanki birazdan Gil-galad da inecekti onlarla beraber ve Mordor’a saldırı emri verdiğindeki gibi güzel sesiyle bağıracaktı... Ama öyle olmadı...
    Gemilerden öncelikle masmavi elbiseli bir kadın indi. Güzelliği, yıldızların ışıklarındaki narin bir şarkı gibiydi. Sapsarı saçları denizin dalgalarını andırıyordu ve masmavi gözleri arkasındaki denizden farksızdı. Orklar hemen üzerine doğru saldırıya geçtiler ama tuhaf bir şey oldu ve denizden dev dalgalar kadının hizmetine girerek orkları püskürttüler ve asaleti kara saçlı Elf’le yarışır başka bir Elf de o gemiden atlayarak kadına katıldı ve gelen tüm Ñoldor gemilerden deniz  gibi akarak orkların üzerine Morgoth’un alev nehirleri misali atıldılar.
       Çok geçmeden tüm orkların cesetleri boylu boyunca Gri Limanlar’ı kaplıyordu.
    Ortalık yatıştığında cesetlerin arasında gezindiler ve iki grup birleşti. Koskoca ordu sessizliğe gömülmüştü ve çıt çıkmıyordu. Binlerce asker öylece bekliyordu limanlarda. Sessizlik içerisinde. Sağ kurtulan bir avuç Imladris askeri Uinen’den alamıyordu gözlerini. Şaşkınlıkla onu izliyorlardı. Ñoldor’un büyük bir kısmı ise kara saçlı Elf’e bakıyorlardı.
    Bir rüzgar çıktı ve Elflerin arasından, aynı diğeri gibi siyah saçlı bir elf yaklaştı Imladris’ten sağ kalanların yanına ve kara saçlı Elf’in önüne kadar gelerek kılıcını çekti. Hareketinden tehdit algılamıştı Elladan ve neler olacağından korktu. Bu adam, kara saçlı Elf’i tanıyor muydu?
    Adam kılıcıyla bekledi bir anlığına. O an çok uzun sürdü ya da Elladan için zaman durmuştu. Pek çok Elf’in şaşkın bakışları arasında kılıcını çeken Ñoldo ucunu yere vurdu sertçe ve dizleri üzerine çökerek selam durdu.
    Arkasındaki ordudan da şaşkın bakışlar yükseliyordu ve herkes neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Elladan zamanın bir türlü ileri akmamasından dolayı boğulacak gibi hissediyordu. Sonsuzluk gibi bir anda diz çöken Elf tüm gücüyle haykırdı ve komutanları dışında tüm ordu diz çöktü.
    Kara saçlı Elf kederli gözlerle izledi onların diz çöküşünü ve en öndeki askerin haykırışı Elladan’ın kulaklarından uzun bir süre boyunca gitmedi. O kara saçlı Elf’in yüzündeki kederin, duruşundaki asaletin ve kılıcı kullanışındaki zarafetin asla gitmeyeceği gibi. Askerin ardından tüm ordu da onu tekrar etti ve Gri Limanlar’ın duvarları Ñoldor’un güçlü ve gür sesleriyle inledi:
    “SELAM OLSUN PRENS MAGLOR’A!”
    “SELAM OLSUN PRENS MAGLOR’A!”

Notlar:
1) Natúra apairë en Ñoldor!: “Ñoldur’un zaferi büyük olacak!” demektir. Burada Gondolin’in Düşüşü sırasında Kral Turgon’un söylediği “Natúra apairë en Ñoldoli! (Ñoldoli’nin zaferi büyük olacak!)” sözüne bir gönderme yapılmıştır. Turgon bunu Kayıp Öyküler Kitabı-1’de söylediğinden dolayı sözdeki “Ñoldoli” kısmı hikayenin son haline uygun olarak Ñoldor olarak düzenlenmiştir.
2) Atar: “Baba” demektir.
3) Manwa: “Hazır” demektir.
4) Leithio i Philinn: “Okları salın!” demektir.


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Gölge ve Dalgaların Savaşı - Beşinci Bölüm: Derin Denizlerin Sessiz Selamı

Beşinci Bölüm: Derin Denizlerin Sessiz Selamı

    Uinen, efendisini derinlerdeki sarayına yakın bir yerlerde buldu. Ulmo her zamanki gibi devasa bir formda ve dingin bir sessizlik içindeydi. Denizler gibi mavi renge bürünmüştü ve zırhı okyanusların dalgası eşliğinde ve bu kadar derine ulaşabilen güçlü ışıkların da yardımıyla parlıyordu. Uzun bir sakalı vardı Ulmo’nun. Bu formunda öyle görünmeyi tercih ediyordu. Olabilecek en mavi gözlere sahipti ve yeşil zırhıyla mükemmel bir uyum içerisindeydi.
    Suların Efendisi öylece oturuyor ve dinliyordu. Arda’daki tüm denizleri, nehirleri, çayları, şelaleleri... Orada düşen her bir yiğidin adını ve hikayesini biliyordu. Kral Isildur’un ölümünü görmüştü. Pınarlı Ecthelion’un nasıl da Balrogların lorduyla beraber düştüğünü de biliyordu. Suda çıkan sesi ve sönen Balrog ateşini... Kral Fingolfin'in son sözlerini de duymuştu, Morgoth'a nasıl cesurca kölelerin efendisi ve korkak diye hitap ettiğini de... Ya Morgoth'un Ringil ona saplandıkça attığı çığlıklar? Onlar unutulmayacak cinstendi, Fingolfin'in cesareti gibi... Selvi boylu Boromir’i de görmüştü yıldız ve ayışığında. Batı Yeli’ne de o haber vermişti yiğidin yedi dereden ve geniş boz bulanık sulardan geçişini...
    Uinen demeden bile olanları biliyordu aslında Suların Efendisi. Gözlerini açtığında ve arkasına doğru baktığında bir eliyle Ulumúri’yi tutmuştu, müthiş bir beyazlıkla hemen yanından sarkıyordu. Uinen’e baktı.
    Denizler kadar parlak ve gümüş saçları dalgalar misali uzanıyordu beline kadar ve masmavi kıyafetleri, tüm okyanuslar kadar güzel yüzüyle mükemmel bir uyum sergilereyerek salınıyordu akıntının içinde. Efendisine selam verdi zarafetle ve meseleyi zaten bildiğini tek bakışından anladı ama yine de raporunu dile getirdi: “Efendim... Morgoth’un uşağı gücünü tekrar kazandı.”
    Başını salladı Ulmo: “Biliyorum... Ossë’nin Orta-Dünya’da karaya çıktığını da gördüm.” Sesi ancak kendisinin gördüğü okyanuslar kadar derindi Ulmo’nun. Bu kadar etkileyici bir ses belki de Valar’ın hiçbirisinde yoktu. Ne de olsa Ulmo, kudrette Manwë’nin hemen ardından geliyordu.
    “Öyleyse Manwë Súlimo’ya haber mi vereceğiz lordum?”
    Ulmo başını salladı tekrar ve ona doğru ilerledi biraz. “Hüküm Çemberi’nde Arda’nın Güçleri’nin tekrar bir araya gelme vakti geldi. Elimde olsa Orta-Dünya’ya bizzat çıkar Suaron’u kendi ellerimle yok ederdim ama karaya çıkmam bile felaket getirecektir Endor’a.”
    Hüzünle baktı Ulmo, gözleri Uinen’e doğru dönük olsa da bakışları Denizlerin Leydisi’ni aşıyor derin sulardaki gölgeler arasında dolaşıyordu. “Hepsini hissettim Uinen.” dedi Ulmo. “Düşen herbir canı. Elfler denizle tanıştığından beri de hissediyorum ama uzun zamandır bu kadar acıyla dolu olmamışlardı...”
    “Elwing’in denize düştüğü gün gibi efendim.” dedi Uinen, ellerini önünde birleştirdi. “Karanlık tüm gücüyle çöktü, ama gün yeniden doğacak.”
    “Gün yeniden doğacak...” diye tekrar etti Ulmo onu. “Aurë entuluva...” diye de Quenya’da tekrarladı dediğini. “O gün Anfauglith bir çöl kadar kuru olsa bile bulutlar toplanmıştı gökyüzünde. Hatırlıyor musun Uinen?”
    Anılara giden Uinen başını salladı. Parlak yüzü anıların ağırlığıyla gerilmişti.
    “Yağmur damlaları yer yer değmişti yeryüzüne. Herbirinin acısını hatırlıyorum. Ilúvatar Çocukları bir daha asla o kadar acı çekmediler... Gözyaşları önce sevinçle akmıştı. Turgon’un on bin mızraklısıyla geldiği an ağlayan o kadar çok kişi vardı ki. Haykırmışlardı: ‘Gondolindrim geldi! Kral Turgon geldi!’ diye... İlk saldırılarını hatırlıyorum. Gözlerindeki öfkeyi ve kalplerindeki gölgeyi. Huor ve Turgon’un buluşmasını hatırlıyorum. Kopan sevinç tufanını... Ve parçalanan umutlarını... Maedhros’un gözlerindeki acıyı da görmüştüm. Planını uygulayabilse neler neler yapacaktı o gün halbuki. Húrin’in çığlıklarını da hatırlıyorum. Saymıştım, biliyor musun? Her bağırışını saymıştım. Baltasını her savuruşunu saymıştım. YETMİŞ DEFA BAĞIRMIŞTI UINEN! Yetmiş defa... Ve ben yardım edemedim. O an ne kadar istedim bilemezsin tüm dalgalarımla ortaya çıkıp Morgoth’un neyi varsa silip süpürmeyi... Sonra Güçler Savaşı’nda Elflerin nasıl da korkup sindikleri geldi aklıma ve orada yol açtığımız yıkımı. Eskisi gibi yaratıcılar değiliz. Tek yapabileceğimiz yıkmak oluyor.”
    Uinen efendisine yaklaştı. Şefkat dolu gözlerle bakıyordu. Onu çok iyi anlıyordu. “Efendim kendinize haksızlık etmeyin. Sürgünler’in kurtuluşu sayenizde oldu. Gondolin, Nargothrond sayenizde kuruldu. Tuor sayenizde Gondolin’e gitti ve Eärendil doğdu.”
    “Gene de ölenlerin çığlıkları hala rüzgarın peşinde. Asla da dinmeyecekler.” Ulmo dikleşti olduğu yerde. “Gitme vakti geldi.”
    Uinen başını sallayarak hazır olduğunu gösterdi. Vala ile Maia’sı beraberce derin, soğuk sulara karıştılar devasa bir doğu yeli misali Aman’a ulaştılar. Ulmo tüm haşmeti ve Uinen tüm güzelliğiyle belirince Ölümsüz Topraklar’ın halkı korkuya kapıldı. Ulmo’nun görünüşünden değildi bu sadece. Ulmo’nun gelmesinin taşıdığı anlamlardan dolayıydı. Suların Efendisi’nin Valar konseylerine sık sık gelmediği bilinirdi. Valmar’a gittiler hızlıca ve Ulmo Uinen’i de yanına alarak Hüküm Çemberi’ne girdi. Tüm Valar toplanmıştı ve karanlığın içinde sessiz düşüncelere dalmış bir şekilde oturuyorlardı.
    “Ulmo.” dedi Manwë masmavi kıyafetleri içerisinde. Beyaz saçları omzundan aşağı dökülüyordu.
    “Manwë Súlimo.” diyerek selam verdi Ulmo eski dostuna. “Valar’ın lordları ve leydileri, size acı bir haber vermek için geldim.”
    “Kartallarımdan uzun süredir haber alamıyordum.” dedi Manwë, tahtında hafifçe eğildi. Odadaki azıcık ışık yüzüne vurmaya başladı. “Kötü şeylerin olmasından korkuyorduk.”
    “Karanlık Orta-Dünya’da üç bin yıldır olmadığı kadar yoğun.” dedi Varda. Yıldızların Kraliçesi, kelimelerle ifade edilemeyecek güzelliğiyle ve gökyüzü kadar kara saçlarıyla Manwë’nin bizzat yanınad oturuyordu. Siyah-mavi elbisesi gökyüzüne taş çıkartacak güzellikteydi. “Yıldızlarım elem içerisinde. Canları yanıyor.”
    “Getirdiğim haberler güzel değil.” diyerek onları doğruladı Ulmo. “Sauron geri döndü. Tek Yüzük’ünü geri aldı ve ne yazık ki Istari başarısız oldu. İnsanlar dağıldılar ve Orta-Dünya’nın kalbine gölge bir kez daha çöreklendi.”
    Manwë’nin gözleri derhal Mandos’a döndü. Mandos siyahlar içindeydi ve yüzü bir kukuletayla gizlenmişti. Başını bir defa salladı ve konuşmaya başladı: “Pek çok Elf bana geldi bugün.” dedi kalın sesiyle. “Dahası da gelecek. Aralarında yakından tanıdığınız biri de var.”
    “Kim?” diye sordu Varda korkarak. Duyacağı cevaptan hoşlanmayabilirdi. “Yıldızlarımı kim bu kadar üzebilir?”
    “Galadriel.” dedi Mandos. “O da bugün bana geldi.”
    Hüzünlendi Valar. Varda başını öne eğdi ve yas tuttu Finarfin’in altın saçlı kızı için.
    “Haberlerim bitmedi.” dedi Ulmo. Uinen’e baktı ve sıranın onda olduğunu ima eden bir ifade takındı. Valar da ona baktılar. Uinen de Manwë ve Varda’ya doğru bir iki adım atarak öne geldi. “Sauron’un karanlığı çöktüğünde, Ossë ve ben derinlerde işlerimizle meşgulken, denizin bizzat bağrından kopan bir çığlık duyduk. Ossë bunu duyunca çıldırdı ve anında oraya gitti, ben de peşinden gittim. Batmakta olan bir gemi bulduk. İçinde de son sağ kalan ve yaralı bir Elf vardı. Kollarımızda öldü ve bunun sebebi de Sauron’du. Ossë’nin öfkesi dinmek bilmedi ve anında kendini sulara bırakıp Orta-Dünya’da karaya çıktı. Sauron’la çarpıştılar. Sonuçlarını bilmiyorum efendim ama orada kalmaya niyetli olduğu belliydi.”
    Valar düşüncelere daldı. Ölçüp tarttılar ve düşünceleri içinde birbirleriyle iletişim kurdular. Hepsi hüzünlenmiş ve endişelenmişti. Konuşan bakır rengi saçlarının güzelliğiyle ve parlak yeşil kıyafetiyle gözleri kamaştıran Yavanna oldu: “Kuşkusuz ki Orta-Dünya bu karanlıktan kurtarılmalı ama Ossë neden böyle bir şey yapmış olabilir ki? Görevlerini açıkça bilmiyor mu?”
    “Biliyor efendim.” dedi Uinen. “Ancak Orta-Dünya’da Sauron’a karşı koyabilecek kimse yok. Bunu da biliyor. Istari başarısız olduysa, Olórin bile düştüyse yapılabilecek tek şeyin siz yardım gönderene dek Sauron’la savaşmak olduğunu düşündü kuşkusuz.”
    “Yoksa yardım gelene dek Orta-Dünya’da yardım edilecek bir şey kalmayacak.” diyerek onu tamamladı Ulmo. Derin sesi Hüküm Çemberi’nin ortasında asılı kaldı sanki. Onun bilgeliğine tüm Valar’ın saygısı sonsuzdu.
    Zamanında Ulmo Elflerin Orta-Dünya’dan getirilmesine de karşı çıkmıştı. Onların evinin Orta-Dünya olduğunu düşünmüştü. Hala da öyle düşünüyordu. Valar’ın tamamı unutmuşken Sürgünler’i bir gün olsun aklından çıkarmayan da oydu. Valar’a başkaldırmış bir halkı unutmayan Suların Efendisi elbette ki Orta-Dünya’nın şimdiki halkını da unutacak değildi.
    “Öyleyse yardım gidecek.” dedi Manwë ve varlığı o ana kadar fark edilmeyen, yanı başında bekleyen Eönwë’ye baktı. Maiar’ın en kudretlisi siyah geçişli bir zırha bürünmüş, kahverengi saçlarıyla mükemmel uyan gri gözleriyle ayakta dikiliyordu. “Derhal Kral Ingwë ve Kral Finarfin’e haber verin. Ordularını toplasınlar. Alqualondë’ye haber salın, gemileri hazır etsinler.”
    Eönwë dışarı çıkmaya yeltendiğinde Uinen Valar’a selam verip onunla beraber Hüküm Çemberi’nden çıktı. Ne olursa olsun, yardım ne kadar hızlı olursa olsun Orta-Dünya’da kalan güç Sauron ve ork güruhlarını tutamayabilirdi. Acil bir destek şarttı onlara.
    “Lordum.” diye seslendi Uinen, Eönwë’ye, dışarı çıktıklarında.
    “Leydim.” diye karşılık verdi Eönwë ona. “Bir şey söyleyeceksiniz sanırım?”
    Uinen endişeli görünüyordu. “Yardım asla zamanında ulaşmaz. Ossë’yi ve kalan insanları güçlendirmek için birilerini göndermek zorundayız. Öncü bir birlik belki de.”
    Maiar’ın en kudretlisi devasa kapıların önünde güneş ışığının altında Uinen’in dediklerini düşündü. Bir eli çenesine gitti. “Haklı olabilirsiniz leydim. Ana kuvveti benim komuta etmem gerekmese bizzat giderdim en önden. Sauron’la henüz bitmemiş bir işim var.”
    “Ben giderim.” dedi Uinen. “Kocamı orada yalnız bırakamam. Bana ihtiyacı var. Üstelik o...” Düşünceli bir hale büründü güzeller güzeli Uinen. Gümüş saçları güneşin ışıklarıyla pırıl pırıldı. “... öfke dolu. Onun öfkesini ancak ben dindirebilirim ve onun o halinden İnsanlar korkacaklardır. Elflerin bile çok sıcak bakacağını sanmıyorum. Yanında ben olmak zorundayım.”
    Merdivenlere doğru yürümeye başladılar. “Öyleyse karar verildi. Tek yapmamız sizin için bir öncü kuvvet toparlamak olacak leydim.”
    Minnettarlıkla baktı Uinen ona. Gülümsedi. “Teşekkür ederim Eönwë. Sen harika bir dostsun.”
    Eönwë elini salladı, önemli olmadığını belirtmek için. “Ossë’nin sana ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyorum. Başladığı işi bitirecektir, ona şüphem yok. Ancak yine de bir orduya ihtiyacı var. Orta-Dünya’daki kalan özgür halkları birleştirmek istiyorsa Sauron’dan daha korkutucu olarak bunu başaramaz.”
    “Haklısın.” dedi Uinen. “Ossë’yi senin de iyi tanıdığını unutmuşum.”
    “Efendilerimiz gibi biz de çok iyi tanırız birbirimizi.” diyerek onu doğruladı Eönwë. Aşağı indiklerinde bir kalabalığın oluştuğunu fark ettiler. Uinen’in beklediği yüzler vardı aslında. Yüce Krallar.
    Pek çok sarışın veya gece kadar siyah saçlı Elf yaklaşıyordu Valmar’ın dev merdivenlerine. Uinen ve Eönwë’yi basamakların sonunda karşıladılar. İki altın saçlı elf gruplarının önünde durmuşlardı. İkisi de muazzam bir asalete sahiplerdi ancak bir tanesi olabildiğince endişeliydi.
    “Leydi Uinen?” dedi Ñoldor’un Yüce Kralı Finarfin şaşırmış bir şekilde. “Sizi buralarda görmeyi beklemezdim.”
    Uinen ve Eönwë olanları anlattılar onlara. Kral Finarfin kızının ölümünden dolayı büyük bir kedere kapıldı ve gözyaşları güneşle beraber Valmar’ın merdivenleri önünde parladı. Yanıbaşında duran Elflerin Yüce Kralı Ingwë elini onun omzuna koyup teselli etmeye çalıştı.
    Eönwë onlara bir ordu toplanması gerektiğinden bahsetti. Ingwë’nin hemen yanında duran oğlu Ingwion babasına baktı. “Orduyu en kısa sürede hazır edeceğim.”
    Finarfin da aynısını söyleyip Tirion’a dönmek üzere hazırlanmaya başladı. Eönwë de Alqualondë’ye gideceğini söyledi. Uinen, Kral Finarfin’le gitmeyi tercih edip Ñoldor’un hazırlanmasına yardım etmeyi seçti. Kafasında kurduğu öncü birliği de Ñoldor’dan bulabileceğine emindi. Eh, ne de olsa onlar Ñoldor’du... Daha fazla açıklamaya ihtiyacı yoktu Uinen’in.
    Finarfin kızının yasını tutuyordu hala. Atının üzerinde hüzünlü gözlerle ilerliyordu Tirion’a.
    “Yıldızlar hala onun yasını tutuyor.” dedi altın saçlı kral başını çevirip yukarı baktığında. Güneş batmaya başlamıştı ve yıldızlar bir bir yerlerinden çıkıyorlardı.
    “Onu en son ne zaman görmüştünüz?” diye sordu Uinen.
    “Öfke Savaşı’nda.” dedi Kral Finarfin. “Savaşların en büyüğü sırasında. Savaşın ilk yılıydı diye hatırlıyorum. Nasıl da sarılmıştı bana.” Finarfin onu daha Birinci Çağ’dan önce kaybetmişti. Fëanor’un konuşmasına ve o konuşmanın ateşine. Uzun yıllar da Orta-Dünya’da kendi topraklarını yönetmişti.
    Ama şimdi Mandos’un Salonları’ndaydı işte ve uzun süreler de çıkamayacaktı.
    Tirion’a vardıklarında Finarfin derhal kumandanlara hazırlanmalarını emretti. Öfke Savaşı’nda Ñoldor büyük kayıplar vermiş olsa da aradan altı bine yakın sene geçmişti ve Bilgeler tekrar güçlenmişlerdi aynı Vanyar gibi.
    Tirion’un mermer sokaklarında yürürlerken sokağın sonunda karanlık bir şekil gördü Finarfin. Uinen onu hemen tanıdı. Mandos buraya ne kadar çabuk gelebilmişti öyle?
    “Sanırım Orta-Dünya’ya öncü bir birlikle gitmek istiyorsun Uinen?” diye sordu Mandos, kral ve Maia yanına kadar geldiklerinde. İkisi de şaşırmıştı elbette. Çevrede pek fazla Elf yoktu, hepsi hummalı bir hazırlığa girişmişlerdi.
    Mandos ne de olsa her şeyi bilirdi. Uinen bu yüzden o kadar da şaşırmadı. “Doğru efendim. Öyle bir planım vardı.”
    Finarfin başını salladı. “Bu iyi bir fikir. Ossë’yi erkenden desteklememiz lazım. Aslında tam bu iş için yollayabileceğim bir ekibim var. Sadece dört bin Elf ama, öncü kuvvet olarak çok uygun olacaklardır. Ossë’nin şimdiden bulabileceği tüm desteğe ihtiyacı var.”
    “Peki bu birliği kimle yollayabilirsiniz? Ben de elbette onlarla gideceğim, ancak bir komutan şart.”
    Finarfin düşünceli bir ifade takındı. “Öncü birliğin kendi komutanı var ancak daha tecrübeli biri gerekiyor. Öfke Savaşı’ndan geriye kalan Elflerin sayısı çok az... Orta-Dünya’yı az da olsa bilen biri iyi olabilirdi.”
   Tirion’ın mermerleri yıldızların güzel ışığıyla boyanırken gökyüzü alabildiğine açıktı ve gece her yönüyle çökmüştü Valinor’un üzerine. Finarfin’in ve Uinen’in altın saçları bir rüzgarla birlikte havalandı ve rüzgarın estiği yönden, altın zırhlı, kuvvetli görünüşlü ve asil bakışlı bir Elf çıkageldi.
    Kral da Maia da şaşırdılar gördüklerine. Mandos çok geçmeden konuştu etkileyici sesiyle: “Kuşkusuz ki Birinci Çağ’ın pek çok kahramanı var. Ñoldor vakti zamanında Valar’a karşı başkaldırıp doğuya gitmiş olsalar da, orada Morgoth’un karanlığıyla yüzlerce sene savaştılar ve aralarından pek çok kahraman görüldü. Eärendil’in oğlu Elrond’a yardım olsun diye ve yaptığı fedakarlığı ödüllendirmek adına bundan uzun bir zaman önce Gondolin’in Altın Çiçek Hanedanı’nın lordu Glorfindel’i ödüllendirmiş ve onu erkenden salıvermiştim. Orta-Dünya’ya gitti ve şu an da Sauron’un karanlığıyla çarpışıyor. O, halkını korumak adına, tek başına bir Balrog’la savaşacak kadar cesurdu ve kendini feda ederek Morgoth’un zebanilerinden birini yanında götürmeyi başarmıştı. O unutulmadı. Ancak tek değildi. Ondan önce Gondolin’in güçlü duvarları arasında tek başına Balrog’la savaşacak kadar cesur biri daha vardı: Hiçbir silahı ya da gücü kalmadığı halde, son bir direnişle Balrogların lordu Gothmog’u katleden Pınarlı Ecthelion. Glorfindel’e verilen şansın ona da verilmesini arzu ettik ve ruhunu serbest bıraktık.”
    Mandos bunu diyerek ortadan kayboldu ancak Finarfin de Uinen de şaşkınlardı. Pınarlı Ecthelion tüm ihtişamı ve gece kadar koyu saçlarıyla karşılarında dikilmişti.

    “Kralım, leydim.” diyerek ikisini de selamladı ve Uinen ona bakarak gülümsedi: “Sanırım aradığımız komutanı bulduk.”